Lüks İftara Neden Karşıyız ya da İşçinden Arttırma Dişinden Arttır
Açlıkta eşitlendiğimiz oruç günlerini, tokluk günlerimizi de kapsayacak şekilde genişletiyoruz. Tüketirken israfa hayır diyoruz. Üretirken de bölüşmeyi esas alıyoruz.
Lüks israf sofraları nasıl kurulur?
Bunu biliyoruz. Lüks israf sofraları, emeklerimizden arta kalanlarla kurulur. Derya ve deniz olup para babalarının kasalarında toplanan birikmiş emek, namusu ile nafakasını çıkarmaya çalışan emekçilerin alın teridir. Oruç günlerinde uğultusunu duyduğumuz açlığın sesini, küresel yoksulluğun senfonisi ile birleştirmek için otel önlerine yer soframızı seriyoruz. Kibir kulelerinin dibine umut sofrasını ekiyoruz.
Lüks iftarlarla ilgili sorun, israf etmekten ve dünyadaki açlığı yok saymaktan ibaret değil. Meselenin tüketimle ilgili boyutu kadar üretimle/bölüşümle ilgili boyutu da önemli. Başka bir ifadeyle, lüks iftarlara katılanların, paralarını nasıl kazandıkları da en az nasıl harcadıkları kadar önemli. Bu ikinci boyut unutulursa “otelönü iftarları”nın muradı eksik anlaşılmış olur.
Meselenin tüketimle ilgili boyutu öncelikle israfa karşı olmayı içeriyor. İşin bu boyutunda daha geniş kesimlerin kolayca ortaklaşabileceği, belki kimilerinin de reformist ya da revizyonist diye suçlayabileceği bir vurgu var. Fitremi, zekatımı veriyorum, o halde istediğim lükse yönelebilirim, diyenler “israf”ın anlamını kavramamış olanlardır. İsrafın ya da “boş”a harcamanın sınırı nerededir sorusu bugün Türkiye bağlamında şöyle sorulabilir: Asgari ücretin 658 lira olduğu bir ülkede, bu paranın üçte birini bir gecede iki kişilik bir iftar sofrasında harcamak reva mıdır? Yanında çalışan bir işçinin iftara ayırabildiği para ile iftar etmen gerekmez mi? İletişim ve ulaşım imkanlarının çokluğunu göz önünde bulundurup objektifi dünyanın yakın bölgelerini kapsayacak şekilde genişletirsek ise şöyle bir soru sorulabilir: Somali’de son 3 ayda 5 yaşından küçük 29 bin çocuk açlıktan ölmüşken orada kim bilir hangi dertlere şifa olacak miktarda parayı bir saatte yemek hak mıdır? Ahlaklı bir insandan “bunlardan bana ne?” dememesini beklemek hakkımız olmalı. Kısacası: Tüketirken israf etme!
[Tüketimle ilgili ikinci adım ise şudur: Tüketirken paylaş! Yani zekatını hakkıyla ver, Ramazanda fakirlere fitre ya da iftar ver, ihtiyaç sahiplerine borç ya da sadaka ver! Tüketirken paylaşmak zor ve değerli bir iş. Ama üretirken paylaşmak (kimseyi asgari ücretle çalıştırmamak, sigortasını maaşı üzerinden yatırmak, sendikalaşmasına engel olmamak vs.) da en az onun kadar zor ve değerli!]
Meselenin ikinci boyutu ise üretimle yani israf eden kişinin har vurup harman savurduğu o parayı nasıl elde ettiğiyle ilgili. Bu noktada müsrif kişinin çoğu zaman bir patron olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Asgari ücreti bu sefer üretim açısından hatırlamak gerekir. Sorulması gereken soru şu: Asgari ücretle işçi çalıştırmak Allah katında makbul müdür? Bir patrona şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz: O parayı lüks iftara vereceğine işçine ver! Kısacası: Üretirken eli sıkı olma, bölüş, paylaş!
Kapitalizm ekonomik bir sistem değildir. Müsrif bir sistemdir. üretimin devasa artışı yoksulluk ve açlığa çözüm bulamıyor. dünyada 1 milyar insan açsa, tartışmamızın yönü değiştirmemiz gerekir.
kapitalizm gezegenimizi yağmalarken israf yapıyor ve tahrip ediyor. bu gün israfı tekil bir insan ameli olarak değil, bir sitem olarak görmeliyiz.
üretirken ve tüketirken bölüşümü esas alan kurgular geliştirmeliyiz.
güçlü savunu. tşk.
eşitlik arttıkça insanlar daha mutlu yaşarmış:
http://inequality.org/
oldukça güzel tespitler bunlar. dinin ve hayat mücadelesinin en başat unsuru üretim ve tüketim ilişkisindeki yaklaşımda düğümleniyor. projektörleri bu alana doğrultup yaraya derman aramamız gerekiyor. bu alanda atılan her adım insan olmanın , vicdanlı olmanın işaretidir. saygılar.