Kültür Savaşı Değil Sınıf Savaşı için Fiili Meşru Mücadeleleri Yükseltelim
İşçi Emekçi Birliği’nin çağrısıyla yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu ve Deneyimlerimiz Işığında; Ne Yapmalı?” konferansında arkadaşımız Betül, Emek ve Adalet Platformu adına bir konuşma yaptı. Konuşmanın yazılı halini ilginize sunuyoruz.
Sınıf mücadelesinin Türkiye yakın tarihinde adı konulması gereken 2 yenilgisi var. İlki, 80 darbesiyle sınıfın ve devrimcilerin örgütlü gücünün kanlı bir şekilde bastırılması. Bu bastırma sonrasında işçi sınıfının yeniden devrimci örgütlenmesi mümkün olmadı. Zira devrimcilerin çoğunluğunun gündemiyle işçi sınıfının gündemi birbirinden bir şekilde ayrıldı. Bu sebeple bugüne varan sol sosyalist hareketlerin büyük çoğunluğunun işçi sınıfını örgütleme kapasitesinden ve arzusundan bir hayli uzaklaştığı tespitini yapıyoruz.
İkinci yenilgi ise, darbenin yarattığı yenilginin ayrılmaz bir parçası olarak sınıfın temsiliyetini ve gündemini neoliberal politikacıların güdümüne ve rıza üretimine terk etmek. Proletarya ile sosyalist mücadele arasındaki makasın açıldığını en çok, bu rıza üretimini en başarılı uygulayan AK Parti hükümetinin hegemonyası göstermektedir. Yani işçiler, kendi talepleri, kendi yoksunluklarıyla ilgili hal çareyi, sosyalistlerde, devrimcilerde değil de sağ partilerde, onlara yakın vakıflarda, yardım kuruluşlarında bulmaktadır. Ak Parti hükümeti işbirliğinde her işçi havzasında kendini var eden oligarşik yapılar bu rıza üretimi için her köşeyi tutmuş durumdadır. İşçi sınıfının çıkarları için mücadele edenlerse bu alanlarda varlık göstermemektedir. İşte sınıf mücadelesinin ikinci yenilgisi de bizce budur.
Sınıfın örgütlülüğünün ilgası ve sınıfın taleplerinin rıza süreçleriyle içerilmesi, işçi sınıfı ile devrimcilerin farklı kamplara hapsolmasına sebep olmuştur. ’80 darbesi sonrası devlet, Türk-İslam ideolojisi ile mevcut İslami tutumlara baskıyı arttırmış ve resmi ideolojiyi baştan şekillendirmiş, toplumdaki laik-dindar ikiliğini derinleştirilmiştir. Bu Türk-İslam ideolojisinin antikomünizmle iç içe geçtiği ve solun giderek örgütsel gücünü yitirdiği bir dönemde, devrimciler dindarlardan, dindarlar devrimcilerden uzaklaştırılmış, böylece işçi sınıfının büyük bir kısmının devrimcilerle olan ilişkisi kesilmiştir. Sınıfın örgütlü gücünün yenilgisini sağlayansa, sosyalistlerin büyük çoğunluğunun bu açılan makasa kayıtsız kalarak sınıfın gündeminden koparılmasına karşı bir şey yapmamasından gelmektedir. Sınıfın fiili varlık gösterdiği alanlar bahsi geçen oligarklara terk edilmiştir.
İşte bu tarihsel analiz Emek ve Adalet Platformunun ortaya çıkmasına sebep olan temel vaziyettir. Bizce, bu yenilginin devam ediyor olmasının temel nedenlerinden biri bugün hala devletin tesis ettiği bu kamplaşmanın sürdürülüyor olmasıdır. Ve bu noktada devrimcilerin ısrarla terk etmediği bir tutum hatası olduğunu düşünüyoruz.
Bu tutum hatası, sınıf mücadelesini bir kültür savaşı olarak kavramak, sağ partiler tarafından razı edilmiş emekçilerden kültürel kamplar sebebiyle uzaklaşmak ve sınıfla organik ilişkiler geliştirememektir.
İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak ve dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye Sosyalist Hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır. Bu da, proletaryanın iktidarı ve sınıfsız bir dünyanın imkanı için mücadele edenlerin, Türkiye’deki egemenlerin karşısında yer alırken ezilenlerle organik bir bağ kuramayışının bir sonucudur. Çünkü ilerlemeci ve aydınlanmacı fikirler üzerinden dinden ve dindarlıktan, daha ötesinde yer yer İslam’dan duyulan tiksinti kitlelerdeki kültürel bölünmüşlük hissini güçlendirmiştir.
Her dönem iktidarının heyecan ile laik-seküler ikiliğine sıkıştırdığı Türkiye siyasetini aşmak, her yerel düşünceyi ve inancı sınıf mücadelesinde bir ittifaka yol açabilecek şekilde değerlendirmek imkanı varken, burjuvazinin siyasetinde temsilini bulan laiklik-ilerleme-aydınlanma ideolojisi mütedeyyin ya da muhafazakar Müslüman kitlelerde karşıtlık uyandırmıştır.
Tam burada, AK parti iktidarının başarısı “köylüyle, Anadoluluyla” kurduğunu iddia ettiği ilişkide yatmaktadır. Bilhassa 28 şubat sürecinde derinleşen laik – gerici ikiliğinin kitlelerde yarattığı bilince yaslanarak rıza üretimi sayesinde bir sözde “sınıf barışı” gerçekleştirmiş, bu ezilen kesimin toplumda siyasal görünürlük kazanmasına sebep olmuştur.
İşte bu sebeple bugün açısından sınıf mücadelesinin temel iki ayağının bu kültür savaşı durumundan kurtulmak ve sınıfla maddi anlamda iç içe, organik ilişkiler kurarak temsiliyetin tersine çevrildiği bir sınıf hareketini yaratabilmek olduğunu düşünüyoruz. Diğer bir deyişle işçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olması için çalışmak gerekiyor diyoruz. İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olmak zorundayız.
Bu ancak işçilerin namazıyla, ezanıyla, ideolojik motivasyonlarıyla kavga etmeyerek mümkün olabilir. Ancak bu şekilde sermaye iktidarına karşı savaşta mütedeyyin işçiler devrimin saflarına katılabilir. Nitekim bu değerler özünde boyunduruğa karşı savaşmayı, zulme karşı direnişi öğütlemektedir.
Bu sebeple, burada sınıf mücadelesine Müslümanların birer devrimci olarak katılımını, Müslümanlar ile komünist devrimcilerin gerekli ve kaçınılmaz ittifakını var etmemiz gerektiğini söylüyoruz. Bu ittifak ancak işçi sınıfının mevcut fiili mücadelelerini ateşlendirmek için samimiyetle uğraşarak mümkün olacak. Aynı şekilde fiili mücadelelerin örgütlü bir sınıf hareketine dönüşmesini sağlamak da bahsedilen kültür savaşı gözlüklerinden kurtulmak, mevzubahis ittifakı oluşturmakla mümkün olacaktır.
Öte yandan bugün Türkiye’de mevcut, bağımsız gücünü inşa etmiş, politik temsiliyeti belirginleşmiş bir sınıf hareketi olmadığı ortadadır. Proletaryanın ezici çoğunluğu kendi temsiliyetini düzen partilerinde, yoğunluklu olarak da AKP-MHP ittifakında ve CHP’de bulmaktadır. Buna karşın, üretilen bu temsiliyetin az önce bahsettiğimiz ikiliğin hegemonyasından kaynaklandığı ortadadır. Bu hegemonyanın aşılması için tek yol, sınıfın bağımsız hareketinin inşa olmasıdır. Bu hareketin inşasının ise ancak fiili meşru mücadele hattının güçlenmesi ile mümkün olacağını düşünüyoruz.
Yakın zamanda Özak Tekstil işçilerinin, Trendyol depo işçilerinin direnişlerinde açık bir şekilde gördüğümüz üzere, bugün Türkiye’de hakları için örgütlenen bir işçi, yasalara, sarı sendikalara, devletin tüm güçlerine karşı bir mücadele yürütmek zorundadır. İşçi sınıfının örgütlülüğünü engellemek için düzenlenen yasalar ve hatta mevcut sendikal konfederasyonlar son dönemde iktidarın ve sermayenin elinde işçilerin her türlü hakkını gasp etmek ve herhangi bir sendikal örgütlülüğü engellemek için silahlara dönüşmüş durumdadır. Öyle ki Bağımsız Maden İş, meclisi madenciler lehine yasa yapmaya zorlarken önüne bildiğimiz sarı sendikalardan çok DİSK sendikaları taş koymaktaydı. Sendikalaşan işçilerin sıklıkla işten atma saldırısıyla karşılaştıkları, yetki ve baraj şartlarını sağlasalar dahi sendikaların toplu sözleşme yapamadıkları bir dönemdeyiz. Sarı sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde ise patronların çıkarı için işçileri ezmekten, onların hak taleplerini ve örgütlülüğünü bastırmaktan başka bir işlevi yok.
Hal böyleyken, işçilerin içinde bulunduğu bu ablukayı yarmanın tek yolu fiili meşru mücadelelerdir. Depo işçilerinden kurye işçilerine, maden işçilerinden tekstil işçilerine her işkolunda sarı sendikaların ihanetine uğramış, veyahut yozlaşmış bürokratik sendikalarda örgütlenmemiş işçiler, meşruiyetlerini örgütlü güçlerinden alarak mücadele etmekte ve Türkiye sınıf mücadelesinin tıkanan yollarını bir bir açmaktadır. Bu bağlamda, fiili meşru militan hareket anlayışını sahiplenen bağımsız sendikalar kritik bir önem taşımaktadır.
Diğer bir yandan, son yıllarda kadın işçilerin işçi direnişlerindeki öncülüğü ve görünürlüğü giderek artmaktadır. Fakat hala sendikalara, erkek işçiyi merkeze alan, kadın işçilerin özgün koşul ve taleplerini yoksayan bir anlayışın hakim olduğu ortadadır. Bize göre, bugün Türkiye işçi sınıfının yarısını oluşturan kadın işçilerin işyerinde maruz kaldığı ataerkil baskıyı, cinsiyet temelli ücret ayrımcılığını, taciz ve şiddeti görmezden gelen, kadınları politik özne olarak kabul etmeyen bir işçi mücadelesi başarısız olmaya mahkumdur. Sınıf mücadelesini bölen unsurun feminizm değil, sendikalara ve emek örgütlerine hakim olan erkeklik olduğunu görmek ve buna göre hareket etmek zorundayız.
Sonuç olarak en temelde şu 3 duruma vurgu yapıyoruz: Bir, sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi. İki, işçilerin bağımsız sendikalar üzerinden fiili ve meşru mücadelelerinin önünün açılması. Üç, kadın işçilerin ataerkiden kaynaklanan sorun ve taleplerini görmezden gelmeyen bir sınıf mücadelesi perspektifinin inşa edilmesi.
Sınıfın burjuvazi karşısında örgütlenebilecek kültürüne, dinine, kimliğine düşmanlık beslemeyen, sarı sendikalardan azade, kadın işçileri yok sayarak sınıfı bölmeyen bağımsız bir sınıf hareketini oluşturmak için samimi bir çabayla mücadele etmekten başka bir yolumuz yok!
Tüm cevapları içeren yüce ideolojisiyle halkı aydınlatan kişinin çıkmaz bir yolda olduğuna şüphe yok. Peki hiçbir cevaba sahip olmayan kişi, tikel birtakım olayların sıcaklığı içerisinde kendisine cevaplar bulabilir mi?
Acil ihtiyaçları gidermek için koştururken akıp giden zaman, geriye dönüp baktığımızda pek mesafe kat edemememize sebep oluyor. Fiili mücadelelerin öznelerine verilecek esas fayda, onların pasif destekçileri olmaktan değil, onlarla aktif bir tartışmada buluşmaktan neşet edebilir.
Tartışmak, öğrenmek, sorgulamak gerekiyor; çünkü cevaplar elimizde değil. Sıcak gündemler inançla koşturmayı gerektirdiği için sıklıkla cevap arayışına engel olabiliyor. Ancak bizi motive eden inançlar birer varsayımdan ibaret. Sorgulanmaları bir zorunluluk. Gerçek ustalık, tikel olayların hayata dokunan yakıcılığından yüz çevirmeden tartışmayı sürdürebilmekte.
Fiili mücadelelerin öznelerine teorik ve pratik bir gayretin eşit paydaşları olma teklifi sunulabilir. Bir gün teklif edenlerle teklif edilenler cevapları bilmediklerinin bilincinde ve cevapları aramanın iştiyakında buluşabilirse, bu samimi gayretin hürmetine hakikat açığa çıkabilir. Ve artık kimse için ona teslim olmaktan başka bir yol kalmaz.