Esat Arslan ile İlahiyattaki Sol, Soldaki İlahiyat
Merhaba arkadaşlar bu hafta Esat Arslan ile Sol İlahiyat meselesini konuşacağız. Konuşmacımız yaklaşık bir saatlik bir konuşma yapacak daha sonra bir ara verip soru cevap kısmına geçeriz.
Esat Arslan: Merhaba arkadaşlar sol ilahiyat konusu beni ekstra heyecanlandıran bir konudur. Ben 18 yaşında üniversiteye başlarken bu konuya ilgi duymaya başladım. Benim solcu olmamı sağlayan ilk şey ise Sait Nursi’dir. O da şöyle ki: bizim nur cemaatleri genellikle siyasete pek karışmamayı tercih ederler. Karışsalar bile pragmatik bir yerden bakarlar genelde. Yani bizim siyasi hedeflerimiz şunlardır gibi bir beyanları hiç olmadı. Hatta 1952 NATO’ya giriş meselesine açıktan destek verdi. Yine Kore’de Amerikan askerlerin yanına talebelerini gönderdi. Yani komünizmi ve Bolşevikleri açıktan düşman ilan etti. Bir gün 95 yılı gibi bir nurcunun evine gitmiştik. Orada nurculara ait bir kitap vardı. Kitapta altmışlarda Endonezya’da sosyalist bir lidere karşı yapılan darbeye övgüler vardı mesela. 95lere kadar genel olarak İslami kesim kendini böyle konumlandırıyordu. Nurcular daha fazla komünizm düşmanlığı yapıyorlardı. İşte ben böyle bir süreçte sosyal bilimlere ilgi duymaya başladım. Yani eğer nur cemaatindeyseniz pozitif bilimlere ilgi duymanız gayet normal oluyor. Bediuzaman’ın felsefesi pozitif bilimlerdeki nedensellikle ile barışık bir felsefedir. Şimdi biz buradan baktığımızda belki bu adam sosyal yapıya, ekonomiye dair hiçbir tez üretmedi diye düşünebiliriz. Ama bu adam, biz doğaya baktığımızda, çiçeğe, böceğe veya kendi biyolojimize baktığımızda bunları müşahede ederek Allah’ı tefekkür edebileceğimiz bir felsefeyi üretti. Biz doğaya baktığımızda klasik eylemsizlik yasası veya manyetik yasaların dışında, Allah’ın buralara nasıl tecelli ettiğini görmemize imkân sağladı Bediuzaman. Allah’a imanın hastalıkla veya yaşlılıkla mücadelede bize neler sunuyor? Gökte duran bir Allah’tan ziyade, doğada ve kendi biyografimizde tecelli eden bir Allah tasavvurunu bizlere sunar.
Ben entelektüel olmaya karar verdikten sonra Bediuzaman’ın Allah, İman söylemini yalayıp yutmuştuk artık. O yüzden dikkatimi başka yönleri çekti. Bediuzaman’ın cumhuriyet öncesi dönemlerini okumaya başladım. Oradaki Bediuzzaman figürü, bir ermiş figüründen ziyade bildiğiniz bir entelektüel. Hatta kendi çağı için oldukça donanımlı bir entelektüel. Özellikle sosyal ve siyasal konular hakkında konuşuyor. Bu konular hakkında konuşurken de gündelik konulardan ziyade, İslam ümmetinin 50 yıllık geleceği ile ilgili siyasal ve sosyal konuları ele alıyor. O sıralarda sunduğu tezlere yakın olan jön Türklerin özgürlükçü siyasetine de destek vermiştir. İşte bu dönemlere ait onun meşhur bir rüyası vardır. Risalelerde de yer alır bu ama pek kimse anlamaz. İki cereyan var derler batıda bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz. İsim verilmez ama bunlardan biri komünizm diğeri ise kapitalizmdir. Kapitalizmin bize zarar verdiğini savunur burada Bediuzzaman. Hatta birinci dünya savaşını kazanmış olsaydık Almanlarla birlikte kapitalizmin saflarında yer alacaktık bu da İslam ile taban tabana zıt. Yani aslında “Allah bizi kapitalizmden korudu” der. O dönemlerde sosyalizmi de ikiye ayırır. “Bakın, Bolşevikler kazandı, Rusya otokrasi ile yönetilen bir ülke o yüzden Bolşevikler totaliter olacak.” der. İkincisi “Rusya halkı dinden çok çekti o yüzden din düşmanı olacak. Yani bu din düşmanı bir totalitarizm olacak ve bu bize uymaz.” Ama şu dikkat çekicidir, batı sosyalizmi hakkında daha farklı konuşur. “Batı sosyalizmi özgürlükçüdür.” der. Birincisi “batı solu bireysel özgürlüklere saygı duyuyor.” der. İkincisi “batı solu din ile barışıktır.” der. “Eğer biz uygarlık olarak yaşamak istiyorsak batı solunu İslam’a mal etmemiz gerekiyor.” der Bediuzzaman. Ve der ki “batı bilim ve teknoloji ile bütün doğuyu istibdat altına aldı. Doğuda ise yeni bir silah oluşuyor.” der. Burada kastettiği silah İslam ve sol birlikteliğidir. Bediuzzaman şunu da ekler mesela: “İnsanlık bedevilik dönemini geçirdi(ilkel komünizm). Sonra da kölelik devresi geldi. Sonra esirlik yani serflik dönemi, sonra işçilik devri geldi. İşçilik devri de kalıcı değil insanların tamamen özgür olacağı bir dünya yaratılacak.” der. Bu bildiğiniz Marksizm’deki beş evre.
Mesela 1950’lerde sorarlar ona “kardeşim bu selefilik nedir?”. O da uzun uzun bir tarih felsefesi inşa eder. Maddi tarih nazarında insanlık 5 devredir diye başlar söze. İlkel komünizm, kölelik, serflik, işçilik, serbestîye. Selefiliği şöyle açıklar: “diğer akımların aksine herkes kendi müçtehidi olmak zorundadır.” Yani selefiliği gerici, sert olarak tanımlamaktan ziyade Allah-İnsan ilişkisinde diğer mezheplerden daha ileri olduğunu savunur. Ve serbestiliğin hakim olduğu geleceğin mezehebi olduğunu söyler. Bunu yazdığı için bayağı tepki çeker Bediuzzaman. “O da demek ki millet daha hazır değilmiş.” der ve yazısını geri çeker ama şimdi o yazıya ulaşabiliyoruz. Hikaye böyle bir hikaye.
Sene 1998 olduğunda cemaatlerin anlattığı Bediuzzaman ile benim öğrendiğim Bediuzzaman arasında çok fark olduğunu gördüm. Tabi o zamanlar çocuk aklı ile bütün hataları cemaate sevapları da Bediuzzaman’a atfediyordum. Bu süreçte ben cemaatten koptum ama Bediuzzaman ile ilişkilenmem devam etti. 2004 yılında master tezim yine Bediuzzaman’ın şeriat düşüncesi üzerineydi. Bediuzzaman’ın o sol şeriat vizyonun nasıl olduğu üzerine yani. Bu süreçte cumhuriyet öncesindeki bütün kitaplarını inceledim. 2004’en sonra da bu sol ilahiyat hissiyatım devam etti. Yani bir Müslüman olarak felsefe okuyorsun, sosyoloji okuyorsun, psikoloji okuyorsun, Marksizm okuyorsun bunların hepsi sol bir ilahiyat için. Yani muhafazakâr ya da liberal bir İslam, solcu bir İslam için. Zaten kapitalizmin yarattığı bütün adaletsizlikler ortada, bu durumda eğer İslam yaşayacaksa, bir iddia ortaya koyacaksa tabi ki bu sol olmalıdır.
Bediuzzaman’ın adaletsizliklere, eşitsizliklere karşı çıkışı bir tarafa bir de ortaya koyduğu bir yaşam felsefesi var. Allah’a imanın getirdiği bir yaşam felsefesi, doğaya bakışın getirdiği bir yaşam felsefesi var. Ahiret diye bir inancı vardır mesela. Ama sol böyle değildir. Sol seküler bir felsefeyi benimser ve ahirete bir yabancılaşma ile beraber cenneti bu dünyada yaratma çabası vardır. Marx derki “Dinden özgürleşme, özgürleşmenin başıdır. Dini eleştirme, eleştirinin başıdır”. Şimdi burada bir barış mümkün mü? Böyle bir soru çıkıyor karşınıza. Şimdi yıllardır bir yandan iman risalelerini okuyorsunuz. Kuran’da geçen Allah’ın sıfatları üzerinden bir yaşam felsefesi var. Diğer taraftan tamamen seküler ve ahirete inanmayan bir yaşam felsefesi var. Bunların mutabakatı mümkün mü?
Dikkat ederseniz derin bir noktaya geldik. Yani kapitalizme eleştiri ile ilgili binlerce kitap bulabilirsiniz. Ya da iktisat tasavvuru ilgili yine öyle. Bazı insanlar şöyle düşünüyor: “AKP, gelişi ile beraber bir dizi adaletsizlik getirdi, Müslümanlar da sola kaydı.” Yani meseleyi Türkiye’ye özgü kılıyorlar. Ama biz gerçekten bir sol ilahiyat felsefesi düşünüyorsak solun sekülerliğini İslam’a açabilir miyiz ve İslam’ın Allah tasavvurunu sola açabilir miyiz? Gibi sorular uyanıyor kafada. Yani şöyle bir şey de var: Bizim ilahiyat geleneğinden gelen yaşam felsefesinin pek bir cazibesi yok. Ne kadınlar için bir cazibesi var şu anda. Ne işçiler için bir cazibesi var şu anda. Ne de gençler için. Biliyorsunuz son dönemlerde muhafazakâr camia da dahil olmak üzere genel olarak çocuklarımızın İslam’dan uzaklaştığından şikâyet ediyoruz. Yani bizim yaşam felsefemiz onları cezbetmiyor artık. Öbür taraftan sola baktığımız zaman, sadece Marx’a değil bütün sola baktığımız zaman oldukça cazip bir yaşam felsefesi var. Yani bir sol İslam konuşmak sadece Amerikan emperyalizmini konuşmak değildir. Sadece siyaseti veya ekonomiyi konuşmak değildir. Yaşam felsefesi üzerine bir şeyler konuşmak lazım. Bu sadece sol İslam teması için değil bütün temas eden akımlar için böyledir. Yaşam felsefesini sorgulamak meselenin en derin yeridir. Ve bunu bir reddiye üzerinden yapamazsınız. Yani AKP ‘nin veya Amerika’nın yaptığı yanlışlardan yola çıkamazsınız. Negatifliklerden yola çıkan bir ittifak değil çok daha derin felsefi bir tartışma gerekiyor. Şöyle ki, Antonio Gramsci, İtalyan meşhur komünisttir, 1920lerde yaşayan bir adam, 1930larda Mussolini tarafından hapse atılıyor ve orada şehit oluyor aslında. Allah’a iman ettiği söyleniyor ama ateist de olsa ben ona şehit derdim. Çünkü gerçekten bir fetret çağında yani Allah’ın karanlıkta olduğu bir çağda adalet için kendini adamış bir adam. Antonio Gramsci, Rusya’daki devrimi analiz ediyor. 1917 Devrimi neden başarılı oldu da, İtalya’da veya Almanya’da bunca çabaya rağmen neden devrim olmadı diye bir soru soruyor. Asıl İtalya ve Almanya’da olması gereken devrim neden daha geri kalmış bir ülke olan Rusya’da gerçekleşti? Çünkü Marx’ın görüşü bu ama tam tersi oldu. Gramsci şöyle cevap veriyor: “Çünkü Rusya’da otokrasinin hegemonyası yoktu ama Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya’da kapitalizmin ve burjuva sınıfının hegemonyası vardı.”
Burada Gramsci’nin sözünü ettiği hegemonya bu günkü kullanımından ziyade mesela hegemonun olduğu toplumda insanlar kendi yaşamına nasıl bakıyor, eğitimden ne bekliyor, sağlıktan ne anlıyor, ıstırap ile nasıl baş ediyor veya hayatı bir macera olarak mı görüyor yoksa imtihan olarak mı görüyor… Böyle şeyleri ilgilendirir Gramsci’nin söz ettiği hegemonya kavramı. Yani batı kapitalizminin topluma vadettiği bir yaşam felsefesi varken çar otokrasisinin böyle vaadi yoktur. Burjuva sınıfı alt sınıfına kendi yaşam felsefesini süsleyerek sunar. Mesela hepimiz kapitalizmin kölesi olduk tamam ama Amerikan yaşam biçimi, Amerikan yaşam felsefesi hiçbirimizi celp etmez. Oysa Avrupa kültürü, resimi, heykeli, mimarisi falan dediğimiz zaman hepimizi celbeder. Amerika’nın hegemonyası biraz da ince işliyor Hollywood gibi yerler üzerinden ama felsefe olarak bir hegemonyadan bahsedemeyiz.
O zaman eğer sol-ilahiyat diye bir şey düşünüyorsak, yani Allah’a ve kâinatın Allah’ın bir eseri olduğuna inanarak, ahirette cehenneme veya cennete gideceğim diyen bir bakış ile tamamen seküler bir bakış arasında bir barış kuracaksak eğer, o zaman buradan hegemonik bir söylem çıkarabilir miyiz gibi bir sorunun üzerine eğilmek gerekiyor. Bu emperyalizmden, sömürüden veya kapitalizmden azade bir şey. Bunlar hegemonya kurulduktan sonra gündeme gelecek şeyler. Hegemonik söylem Türkiye özellikle önem arz ediyor. Şöyle nesnel olarak bir baktığımızda işçisine, memuruna, dindarına sekülerine baktığımızda hepsi sömürülüyor. Hepsi baskı altında, hepsi aldatılıyor. Bu insanların aslında solcu olması lazım. Ama bu insanlar ısrarla sol Müslüman olmuyor. Diğer yandan Türkiye’de kaç yıllık solcu mücadele var ama bir türlü “ya sizin solcu olmanız lazım” diyemiyor. Dese de inandıramıyor. Öbür taraftan dünya ölçekli bakacak olursak, 2008 yılında yaşanan finansal kriz ya da yine aynı yılda Amerika’nın Irak’ta çöküşü, taşıdığı devrim potansiyeli bakımından önemli bizim için. Burada yapı çöküyor ama sizin hegemonik bir söyleminiz varsa, hayal güçlerini ateşleyebiliyorsanız, yeni bir uygarlık vizyonu insana sunabiliyorsanız o zaman insanlar eski yaşam sistemini bırakır ve sizin yaşam sisteminize yönelirler. Diğer taraftan Dünya Sosyal Forumu diye bir forum var dünyanın en nesnel sorunları üzerine en aklı başında analizleri yapan sol grup. En kalıcı analizleri yapan, en ilerlemeci yapıyı vadeden, sorunlara en gerçekçi biçimde yaklaşan bu forumu hepimizin desteklemesi gerekiyor normalde. Fakat durum böyle değil. Nesnel olarak öyle ama insanların öznellikleri, kültürel farklılıkları buna izin vermiyor. Buna kafa patlatılması lazım. Yani benim bir Müslüman olarak Roma halkını ikna edecek veya İran halkını ikna edecek bir barış modelim var mı? Hz. Muhammed’in çabası buydu. Yani 40 yaşına kadar mağaraya çekilerek tefekkür etmesinin sebebi neydi. O zaman ne oruç vardı ne de namaz. Dünyadaki sorunları dert edinip mağaraya çekilerek tefekkür eden biri var orada. İslam alemi bu gün kendi sorunlarına boğulmuş durumda. İslam dünyasının Amerikan emperyalizmi, İsrail işgali gibi gündemleri var. Ama mesela Hindistan’da 1 dolara çalıştırılan işçi hakkında İslam dünyasının bir iddiası yoktur. Ya da Amerika’nın tüketim kültürüne karşı ortaya koyduğu bir felsefi yaklaşım yoktur. Tabi bu tamamen Müslümanların suçu değil çünkü kendi sorunları bir türlü bitmiyor. Savaşlar son bulsa belki de düşünmeye fırsat olacaktır.
Şimdi buradan Marx’a dönmek istiyorum ben. Marx 19. yy’de kendi çağının ideal ve romantik felsefesi, kendi çağının devrimci Fransız düşüncesi, kendi çağının İngiliz ekonomi politiği; yani kendi çağının düşünce akımları ile hesaplaştıktan sonra, hegemonik bir düşünce üretiyor. Siyasete dair, ekonomiye dair, jeopolitiğe dair bütün eleştirilerinin zemininde kurduğu hegemonik söylem vardır. Bu hegemonik kökeninde ise “yabancılaşma sorunu” var. Yabancılaşma sorunu dediği de insanın kendi potansiyeline yabancılaşması oluyor. Yani insanın normalde bir potansiyeli vardı ama kapitalizm ile beraber bu potansiyeline yabancılaştı. Buradan yola çıkarak kapitalizmi birçok yönden eleştiriyor. Yani daha kitapları ortaya çıkmadan Marksizm’in Avrupa’da bu kadar ses getirmesinin sebebi salt işçi hakları savunusundan ötede duruyordu. Birçok aristokrat mesela o dönemde Marksizm rüzgarına kapılmıştı.
Şimdi eğer Marksizm’in eşitlik, adalet, özgürlük ve bu söylemleri ateşleyen “yabancılaşma sorunu” ile İslam arasında bir diyalog geliştirebilirsek ve bizim sol olmamız gerektiğimizi insanlara anlatabilirsek, İslam dünyasına böyle bir şeyi hediye edebilirsek dünya sarsılacaktır. Arabistan’daki selefiler, Mısır’daki İhvan, İran’daki Şiiler gerçekten böyle bir vizyona sahip olsa yani iş bireylerden çıkıp ümmetin bir meselesi olsa birçok şey değişir. Dünya şu anda ciddi bir değişime ihtiyaç duyuyor aslında. Açlık sorunu, yoksulluk sorunu vs. almış başını gidiyor. Dünya çok daha adil ve güzel bir yer olabilir. Ama bunun için ciddi bir mücadele lazım. Yani baskı olmasın, eşitlik olsun, sömürü olmasın gibi dertler sadece solun değil de Allah’ın da dertleri ise o zaman bizimle mücadelemizle dünya çok daha yaşanmaya değer bir yer olur.
Peki, Marx’ın yabancılaşma sorunu nerden başlar? Marx’ın yabancılaşma sorunu, tanrı ve din ile bir hesaplaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu da aslında Marx’a Feuerbach’dan geçmiştir. Feuerbach derki: İnsanın özlemleri, umutları, bir mutluluk arayışı vardır. Ama toplum bunu gerçekleştirmeye izin vermediği için insanlar bütün bu özlemlerini bir ahiret tasavvuru haline getirirler. Bir de insanın kendi kendini tefekkürü üzerine bir cümle var. Onu da şöyle izah edeyim: David Hume derki “bana birliğimi veren nedir? Benim egoma birliğini veren nedir? Bizim bambaşka izlenimlerimiz var. O zaman bizim birliğimiz nerede kaldı?” Mekâna, duruma göre değişen bir “ben” var yani. Kant da derki “bütün bu izlenimlerimizi birleştiren arka planda bir aşkınsal ben vardır” yani deneyimlediğimiz benin arkasında onu düşünen bir ego, bir ‘kendi’miz vardır. Ve işte buradan hareketle Feuerbach derki: “Ben ‘kendi’mi düşünürüm ama ‘kendi’mi nesneleştirerek düşünürüm. Bendeki bütün güzel özellikleri ‘kendi’me atfeder buna tanrı derim.” Buradan yola çıkarak bütün güzellikleri tanrıya, ahirete gönderir ve dünyada kalan ise kötü şeyler olmuş oluyor. Feuerbach’ın yabancılaşma tasavvuru buradan çıkmıştır. Burada “dünyada cennet olmayacak” gibi bir yorum çıkarılabilir. Daha sonra Feuerbach, eğer bilinç şeklimizi değiştirirsek durumu farklı kılabiliriz. Yani ahireti, cenneti dışarıda değil içeride düşünürsek o zaman çelişkiyi çözeriz. Marx da buna şunu ekler: Sadece bilinç durumunu değiştirerek bunu sağlayamayız, aynı zamanda ekonomiyi de değiştirmemiz lazım. Çünkü bir ekonomi zinciri içerisindeyiz ve o zincirleri kırdığımız zaman tanrıya ve ahirete gerek duymadan dünyada cennete ulaşabiliriz.
Bu noktada seküler dünyanın ulaşmaya çalıştığı mutluluklar, ulaşmaya çalıştığı dünyadaki cennet ile bizim tasavvur ettiğimiz ahiret ve cennet arasında bir barışın mümkün olması önemlidir. Bizden yana bakacak olursak biz güzellikleri, cenneti sadece öbür dünyaya mı mahkûm edeceğiz?
Aslında Feuerbach yine bu noktada mesela sevginin tanrısal olduğunu iddia eder. Ve aynı şekilde bilginin, düşüncenin yani aslında doğanın tanrısal olduğunu söyler. Ama bütün bu güzelliklerin yeryüzünün dışında bir yere ve bir tanrıya atfedilmesini ve bu dünyanın boşaltılmasını kabul etmez. Marksist gelenekte bu görüş genellikle ateizmin dayanağı olarak kullanıldı. Aslında bu düşüncede bir incelik var o inceliği gördüğümüz zaman asıl itirazın “bu dünyadan çıkarılan tanrısallık” a olduğunu görmüş oluruz. Yoksa ‘bu dünya içre bir tanrısallık’ düşüncesi Feuerbach’ta var. O da bu düşünceyi romantik Scheleiermacher’den alıyor. Ve Marx’da 1844 Elyazmalarında doğayla ilişkimizi bir arzu ve aşk ilişkisi olarak kavrarken, doğayı sanki arzu dolu bir kadınmış gibi kavrarken Scheleirmacher’e yaslanıyor. O da Spinoza’ya. Bu fikirler aslında Spinoza’ya kadar dayanır. Spinoza doğaya iki şekilde bakabileceğimizi söyler.
- Etki-tepki şeklinde mekanik bir nedensellik üzerinden bakılabilir. Yani natura naturata ile bakış
- Mekanik olanın dışında bir tanrısal etki ile doğaya bakılabilir.(natura naturansa ile yani yaratıcı arzu ile bakış)
Bunun bir adım gerisine gidilirse aslında başta Mevlana olmak üzere İslam tasavvufunda aynı tasavvurları görebiliyoruz. Mevlana’nın kitaplarında da bu iki bakış açsısı ile karşılaşıyoruz. Yani doğaya akılla bakış ve doğaya aşk ve arzu ile bakış. biz doğulular bunu daha önce deneyimledik. Şimdi Marx ateist ya da başka bir şey olabilir ama geliştirdiği felsefenin tam göbeğinde Allah’ın sıfatlarından yola çıkarak geliştirilmiş bu felsefe var.
Peki, Bediuzzaman’ın tanrı tasavvuru nasıldır? Bediuzzaman’ın özellikle tanrıyı anlattığı yaklaşık 1000 sayfalık eserlerinde doğadaki tanrıyı, hastalıkta yanımızda olan tanrıyı, yaşlılıkta yanımızda olan tanrıyı yani tamamen doğadaki tanrısallığı insanlara anlatır. Yani mekanik nedenselliği reddetmeden doğayı tanrısal aşkın ve arzunun tezahürleri olarak okur. Bediuzzaman felsefeyi, bilimi, tasavvufu, kelamı çok iyi okuyor. Ve bunların hepsini Kuran’daki doğa ve tanrı tasarımı içerisinde harmanlıyor. İçinden geldiğim için söylüyorum, nurcuların sosyal ve siyasal olarak birçok yanlışları var ama yine de Bediuzzaman’ın bu doğa ve tanrı tasarımından dolayı kendi içlerinde çok mutlular. Yani büyülü bir dünya tasavvuru söz konusu.
Başa dönecek olursak. Bizim hegemonik bir söyleme ihtiyacımız vardı. Aynı zamanda Marks’ın tanrı tasarımının ve doğa tasarımının özü ile Kuran’ın doğa ve tanrı tasarımı arasında bir kontak yakaladık. Buradan kendi kişisel deneyimlerimizden de yola çıkarak bizim nasıl bir yaşam felsefesi peşinden koşmamız, nasıl bir hegemonik söylem üretmemiz üzerine tefekkür etmemiz gerekiyor. Yani kendimizin tanrı ile olan ilişkisine bakarak kendimizi yeniden keşfetme çabası diyebiliriz.
~SORU-CEVAP~
Katılımcı: İkinci kısımda yabancılaşma yaşadım. Yani yabancılaşma’yı anlattığınız yerde.
Esat Arslan: Mevzu şu. Bizim eşyaya doğaya hayata kendimize bakarken çağımız aklının bize verdiği bazı gözlükler var. Bu akıl ve bu bilim bizi birbirimize yabancılaştırıyor. Bunu Adorno söylüyor. Büyük filozoflar söylüyor. Bilimin bize verdiği bakış özne ve nesne, ben ve sen, özerk ben ve sömürülecek doğa diye ayıran akıl.
Batı modernitesi dünyadaki güzelliği ve mutluluğu yakalamak için tanrıyı reddetti. Hannah Arendt de İnsanlık Durumu kitabının sonuna bu cümleyi koydu. Dedi ki: İnsanoğlu mutluluğu yakalamak için bunu yaptı ama ahireti ve Allah’ı yitirdiğinde bu dünyadaki mutluluğunu yitirmiş oldu. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, tüketim toplumu, varoluş buhranları, anlamsızlıklar falan filan hikayesi. Yani ‘tanrı bizi doğaya, dünyaya ve birbirimize yabancılaştırdı, tanrıdan kurtulalım ahiretten kurtulalım’ demek çözüm olmadı. İkincisi dünya basitçe bir imtihan yer diyen dindar görüş de mutluluğu yakalayamadı, bu da yakalayamadı. 19. Yüzyılda Muhammed Abduh amel-i salih kavramını yeniden yorumladı. Bizim 19. yüzyılda moderniteyle karşılaşana kadar tefsir öyle kötü bir duruma gelmiş ki salih amel nedir diye sordukları zaman namazdır, oruçtur, hacdır, zekattır demişler. Muhammed Abduh da dedi ki; bakın siz bu ayetin anlamını çok daraltıyorsunuz, amel-i salih sadece namaz oruç değildir, dünyaya huzur, güzellik barış mutluluk getiren her şeydir. Şu an namaz oruç denmiyor olabilir, anlam genişletilmiş olabilir ama bunun arkasında da seküler düşüncelerin etkisi var. Biz Müslümanlar hala ütopyamız var mı diye sorulduğu zaman diyoruz ki asr-ı saadet var, Peygamber çağındaki toplum. Peygamber çağındaki toplum da 7. Asır koşullarında bir toplum. Sınırları var, düzeltilmeyi bekleyen belli yanlışlar var. O zaman soru şu: Bizim insanlığı davet edeceğimiz uygarlık tasarımı nedir? Ciddi eksiğimiz vardı. Bunu kim tamamladı? Tamam, Allah’tan koptu ahiretten koptu filan ama dünyadaki o ütopya toplumunun nasıl bir şey olacağına dair fikir yürüten, dünyadaki sömürüyü, baskı mekanizmalarını, emperyalizmi eleştiren vs. solcular çıktı. Dünya daha güzel bir yere çevrilebilir ve bunun için mücadele etmek zorundayız diyen bir tek bunlar çıktı. Biz bunları gördükten sonra dönüp İslamiyet tarihine baktığımızda, Muhammed ne yapmaya çalıştı diye baktığımızda ahretten ibaret bir adam olmadığını, dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek için çalışan bir adam olduğunu biz solcular sayesinde öğrendik. Burada bir ayrılık var ama bu adam senin dininin dünya tasarımını temsil ediyor sen farkında değilsin. Sende de bu adamın ihtiyaç duyduğu dünya-ahiret dengesi var o da bunun farkında değil. Böyle birbirini tamamlaması gereken bir ayrılık var. Benim de dediğim şey şu: Müslümanlar olarak bütün güzellikleri alalım; batıdan, doğudan, Konfüçyüs’ten, Taocudan, Hristiyandan, muhafazakardan, liberalden alalım. Ama şunu unutmayalım. İslam’ın herkes için barış vadeden özgürlük eşitlik kardeşlik gibi şeylerin farkında olalım. Buna göre dünyaya bakalım. Sadece İsrail’e Çeçenistan’a değil bütün yeryüzüne bakalım.
Yeryüzündeki sıkıntılara ne vadediyoruz. Mesela küresel ısınma hakkında düşünen Müslüman var mı? Kaynaklar kıtlaşabilir, bunun hakkında düşünen Müslüman var mı? Kim yapıyor bu işleri, solcular yapıyor. Onlar Muhammed’in yapması gereken işleri yapıyor, sen de Muhammedi olarak sen kâfirsin diye söze başlıyorsun. Mesele şu, biz şu yeryüzünde kendimizi evimizde hissedecek miyiz hissetmeyecek miyiz? Yani yabancılarla düşmanlarla dolu güç ve çıkar ağlarıyla dolu bir yerde miyiz, yoksa kendimizi evimizde hissedecek miyiz? Emeğimizin, dostluklarımızın, toplum içinde yaşamımızın bir manası olacak mı? Bunların kalıcı bir değeri olacak mı? Allah’ın bizden istediği şu: Eğer gerçekten evin olmasını istiyorsan evini güzel bir hale getireceksin. Hayvan değilsin, taş değilsin ben sana akıl ve irade verdim. Bir de üstüne vahiy gönderdim. Evini güzel bir hale sen getireceksin. Yani şu dünyayı güzel bir yere çevirebiliriz ve Muhammed’in dinindensek çevirmek zorundayız.
Katılımcı: İslam’ın da bu dünyayı güzelleştirme misyonunun olduğu doğru diyelim. Peki, bu yeterli mi? Evet hem İslam hem sol bu dünyayı güzelleştirmek için uğraşıyor. Ama bu güzellik algısı ikisinde farklıysa?
Esat Arslan: Pek çoğumuza İslam’ın zühd ve yücelik dini olduğu ve İslam’ın güzellikle bir ilişkisi olmadığı öğretildi. Yücelik şu, bütün dünyevi kayıplardan azade olacaksın ve saf bir ahlak yaşamı sürdüreceksin. Senin görevin bu. Bakın şunları yaşadık biz, roman okumaya küfür gözüyle baktık mesela. Şarkı dinlemeye küfür gözüyle baktık mesela. Benim hayalim iyi bir siyasetçi, iyi bir filozof, iyi bir bilim adamı olmak diyen insanlara bunlar dünyevi şeyler dedik mesela. Hayatın güzelliği bunlar. Seküler güzellik.
Katılımcı: İslam kurumsallaştığı vakit ya da geldiği vakit iktidar ilişkilerini ortadan kaldırmıyor, zengin ve fakiri ortadan kaldırmıyor. Belki kadının durumunu iyileştiriyor ama mutlak bir eşitlik sağlamıyor.
Esat Arslan: Şöyle izah edeyim. Eğer Hz. Peygamberin yaptığı işlerin son noktası, daha reformist bir nokta yok, ilerisi yok, Muhammed son noktayı koydu diye bakacaksak biz Kuran’ı da Hz. Peygamberin yaşam felsefesini de yanlış anlamış oluruz. Çünkü Hz. Peygamber kendi çağındaki insanların kabul edebileceği yere kadar, ütopyasını gerçekçi temellere oturtarak adım ilerletti ve geri kalanını ondan ilham alan insanlara bıraktı. Ama biz sonra sanki Muhammed’in getirdiği son haliymiş gibi orada dondurduk bıraktık. Ben çok rahat şunu söyleyebilirim. İslam’ın ekonomik vizyonu 40’ta bir zekâttan ibaret değildir. Çok daha yüksek zekât oranlarıdır. Fakirlik kalmayacak kadar ve zenginlik bir hiyerarşi oluşturmayacak kadar bir zekâttır. İslam’ın kadın hakları vizyonu, çağ gereği bazı reformlar adım adım yapılmıştır fakat bizim Müslümanlar gelinen noktayı dondurmuştur. Bu dondurmanın bir sebebi Muaviye zamanında Emevilerin iktidarı ele geçirip İslam’ın siyaseti kaybetmesi. Eğer Peygamber’in kendi hayatında getirdiği son noktayı kabul edeceksek daha ötesi yoksa İslam şu an kendi kuşaklarını hızlı bir şekilde kaybediyor, kaybedecek de. Ve bu da biz Müslümanların Allah’ın ve Muhammed’in mesajını yanlış kavramış olmamızdan kaynaklıdır.
Katılımcı: Kölelik konusunda katılıyorum. Ama sıkıntı şu diğer bahsettiğiniz alanlarda ne olacağına dair otorite kim? Başka bir sürü âlim gelmiş, dört halife gelmiş ama bunu yapmamış.
Esat Arslan: Kuranı anlamada otorite yoktur. Hermenötik kanıtlar işler. Bir bir tefsir edelim ayetleri. Kuran’ın bir ütopya yaratmak gibi bir derdi olduğunu kanıtlayacağıma inanıyorum.
Katılımcı: Solun dünyada ütopyayı kurmaya çalıştığını söylediniz. Aynı şekilde İslam’ın da böyle bir şey iddia ettiğini söylediniz. Müslümanlar dünyada bir tür güzellik idealini kabul edeceklerdir. Ama İslam’ın dünyayı nihai ve ütopik bir iyilik yurdu olarak önerdiğini düşünüyor musunuz? Ahretle alakalı bir şey konuşacaksak şunu cevaplamalıyız: Bu dünyanın iyi bir yere dönüşüp dönüşmemesinden bağımsız olarak biz öldüğümüz zaman ne olacak? Hesaba çekileceğiz ve iyilik yurduna varacağız. O manada dünyayı iyilik yurduna çevirmek isteyen bir solcu ben bu cenneti yaşayamadan yok oldum diyebilir.
Esat Arslan: Ahreti kesinlikle reddetmiyorum. Ahiret vardır ve bedenseldir ve birbirimizi böyle göreceğiz iddiasındayım. Allah kime cenneti vaat ediyor? Sadece namazını kılan hacca giden zekâtını verene mi vaat ediyor? Allah yeryüzünü cennete çevirmeye çalışanlara cenneti vaat ediyor, cihadın özü budur. Yeryüzünü bile isteye cehenneme çevirmeye çalışanlara da cehennemi vaat ediyor. Ahiret konusunda iddiam bu. Bize şunlar söylendi: seküler nimetler fanidir, geçicidir, aldatıcıdır. Nasibin kadarını al, gerisini bırak ahretine, ibadetine bak. Şu an pek çok Müslüman’ın güzel tasarımı yoktur. Güzelin ne olduğunu bile bilmezler. Ben Nietzsche’yi Mevlana’yı okuduktan sonra öğrendim güzellik neymiş. Güzel diyince bizim aklımıza haz, neşe hali filan geliyor. Hâlbuki güzel, insanın kendi kendisini inşa etmesi ve kendini inşa ederken dünyasını ve toplumunu bir çiçek gibi inşa etmesidir. Bediüzzaman’a göre insanın görevi ehadu samed olan Allah’a kusursuz bir ayna olmaktır. Allah beni bir tek olarak bu dünyaya gönderdi ve benden istediği tam bağımsız bir birey olmak. Bu Kuran’dan geliyor. Buna göre dünyaya bakış açısı değişiyor.
Solun ütopyasını çok uzak olmasından bahsettin. Solda Lefebvre ve Debord gibi bazı düşünürler bunun muhasebesini yaptılar. Ütopyayı gelecekte yaratacağız ama kendi küçük alanlarımızda ütopyanın hazzını yaşamamız mümkündür, bunu bilelim buna göre yeni deneyimler yeni ilişki biçimleri geliştirelim diyorlar. Benim iddiam şu: Bunlar fakına varılmamış, henüz kemale ermemiş bir tanrıyı tanıma teşebbüsüdür. Nietzsche’nin hep “tanrı öldü” ifadesini biliriz ama meğerse bize Hıristiyanlığın öğrettiği o ızdırabın, çilenin, hayatı reddetmenin tanrı tasarımı öldü, ama o yeryüzüne hükmeden, bizi de kendi büyüsüne kaptıran o içkin ve yaratıcı arzu olarak Tanrı var diyor. Heidegger’in sorusu da bu, varlık tekrar Allah adını alabilecek mi? Ve ben diyorum ki diyebilirsin. Tarihsel Hıristiyanlığın yarattığı buhranla koptun ya sen dinden. Modern dönemde de post modern dönemde de küresel modernite döneminde de bu sefer hiçbir kazancını kaybetmeden sen tekrar tanrıyla barışabilirsin, bunun olanağı var. Bu Allah olanağına kavuştuğu zaman, modernite her yerinden yaralı. Kiliseden kopuyor ya, ilimi koparıyor, siyaseti koparıyor ya. Allah’tan kopmuş olmanın getirdiği yara var hepsinde.
Katılımcı: Bu konuştuklarımızın pratikte nasıl bir karşılığı olacak, ne öngörüyoruz? Marksizmin aşamaları var mesela şöyle bir topluma geçeceğiz gibi. Biz nasıl bir ütopya kuracağız ve bunun pratikte karşılığı nasıl olacak. İktidar partisinin getirdiği insanların din yorgunluğu söz konusu. Hatta işçi sınıfından bile sen bir Müslüman olarak gitsen bile daha çok Ak Parti seçmeni olunca bunu ne din üzerinden ne başka bir şey üzerinden anlatabiliyorsun.
Esat Arslan: Yeryüzü ölçekli düşünüp yeryüzünün sorunları üzerinde tefekkür edip. Mesela petrol nerede var, İslam topraklarında var. Bu kapitalist şirketlere yarıyor ve bu yüzden savaş sürüyor. Diyelim ki Suudi Arabistan’da bir devrim oldu Müslümanlar iktidara geçti. Bunu insanlığın hayrına, barışın hayrına nasıl kullanabilirim, bunu düşünmek ve ondan sonra yerel olarak kendi sorunlarına dönmek gerekiyor. Barış sadece Müslüman’a barış değil, Allah’ın istediği inanan inanmayan herkese barış, herkese huzur….
Doğada ve tarihte bizim hayal gücümüzü, ruhlarımızı, akıllarımızı, bedenlerimizi, dürtülerimizi ateşleyecek ve bize şevk içinde mücadele etme azmi verecek bir enerji deposu var. Spinoza’yı, Natura naturans’ı ve yaratıcı arzuyu düşünmek bunları görmeye olanak veriyor. Dört halife dönemine bakıp eleştiriyoruz ama bakış açımızı değiştirsek, orada tezahür eden tanrısal idealara bakabilsek dört halife döneminden, ilk Osmanlılardan yanlışlarına rağmen şevk alacağız. Bir tek İslam dünyası değil bu bakış açısıyla ortaçağa gitsek Aziz Francis’ten, Aziz Peter’den, Adorno’dan şevk alacağız. Ama bizim şu anda eleştirel ya da bilimci ya da hesapçı o doğadaki arzuyu dışarıda bırakan mekanik etki-tepki ilişkileri, neden sonuç ilişkileri tamamen güç ve çıkar ilişkilerine dayanıyor. O zaman bu da saçmalıkmış, bu da saçmalıkmış diye diye atomize oluyorsun, yalnızlaşıyorsun, her şey sana karanlık görünüyor ve ben bu karanlık dünyada niye yaşıyorum diye soruyorsun kendine. Böyle bakmak zorunda değilsin dünyaya, bunlar senin kategorilerin, senin yarattığın bir dünya. Bunlarla oynayabilirsen sen bütün o varoluşun muhteşem bir şey olduğunu görürsün. Ve bütün çilesiyle ızdırabıyla vs. şevk içinde güzel bir dünya için mücadele edersin. Biz şu anda İslam âlemi olarak ya da Türkiye’deki Müslümanlar olarak dedik ki paramız yok. Şu anda çok fazla paramız var aslında. Biz son onbeş yılda para tükete tükete büyüdük. Güzel bir uygarlık yaratmak için çok fazla maddi olanağımız var. Ondan sonra, bizim aydınımız yok, entelektüelimiz yok, bürokratımız yok vs. deniyordu. Sayısız akademisyen var, sayısız yetenekli entelektüel var, bürokrat var. Bakın şu an hiçbir eksiğimiz kalmadı. İnsanlar Allah’ın derdi Türkiye’de muhafazakâr iktidar gelsin başka da bir derdi yokmuş gibi, bu iktidarın bütün olanaklarını har vurup harman savurdular. Bu yapınca enerji, şevk, heyecan kalmadı. Zihniyet, akademisyen, para, bilgi birikimi hepsi var. O kadar kötü bir dünya yarattın ki kendi kendine sen, diyoruz ya ilayı kelimetullah için mücadele edeceksin, Tevbe suresi. Sen cihada kafa kol kesme dedin, cihat etmeyeceğiz dedin, etmedin. Cihat bu değildi ki, Allah’ın mescitlerini imar etmekti. Hangi mescitleri, Süleymaniye, Fatih mi? Burası Allah’ın mescididir. Üniversite, konservatuar, medya, bir siyasi parti Allah’ın mescitleridir. Buraları imar edecektin sen. Bunları imar ederek İslam’ı yaşatabilirsin. Allah’ın derdi bir tek beş vakit namaz kılanlar mutlu olsun gerisine ne oluyorsa olsun değil. Alevisini, Kemalistini, Kürdünü, laikini, ateistini, komünistini seviyor Allah. Bir kısmını bizden daha çok seviyor. Çünkü adalet için, barış için, erdem için mücadele ediyor onlar. Ve benim cennet garantim var onun o da yok. Şu an bizim Müslümanlar olarak eksiklik duyduğumuz şey bu mücadele azmi. Bu şevk, yaratıcı arzu. Onu doldurmaya çalışıyorum zaten, yapmaya çalıştığım şey bu.
Katılımcı: 2000lerin başından beri bu meselelere kafa yoruyorum. Kurtuluş teolojisiyle tanıştıktan sonra, orada bana ilginç gelen şu oldu, Katoliklik gibi aslında papalığın en katı olduğu bir yerde kurtuluş teolojisi diye bir şey çıkmış. Latin Amerika’da bu kendini gösteriyor. Burada mesela bazı adamlar çıkıp şunu söyleyebiliyorlar askere: Size başkanınız vur derse vurmayın, öldür derse öldürmeyin. Ve kendisi öldürülüyor ertesi gün. Bir dönem dini taban cemaatleri diye bir şey var. Papaz bulamıyorlar ve dini taban cemaatleri oluşturuyorlar. Papazlar gibi insanları yetiştiriyorlar ve bunlar bir şekilde oradaki mücadeleden bir teoloji doğuyor. Latin Amerika’daki rahipler de sahipleniyor. Buradan şu soruyu sordum. Mesela camiye girerken bir dilenci görünce dilenciye para vermeyin diyor hata vermemek caizdir diyor. On dakika sonra caminin musluğu için vs. para istiyor cemaatten. Dediğiniz gibi gelecek tahayyülümüz yok, dini rutinlerden ibaret sanıyoruz ve fıkıhla da yüzleşmiyoruz. Benim gördüğüm İslam tarihinde siyaset itikadı, itikat ameli etkilemiş. Aslında olması gereken şu; Muhammedi öğretinin, yani Allah’ın Hz. Muhammed’e verdiği vahyin, o inancın siyaseti etkilemesi gerekirken, siyaset itikadı etkilemiş. Böyle bir döngüyle 11. yüzyılda bitmiş gitmiş. Medine Sözleşmesi bence tam anlamıyla tahlil edilmemiştir. Herkes için bir hukuk kurulmuştur orada. Şu felsefe ve bilim üzerinden kurmamız gereken bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. Bunu da sosyalistlerle, dünyanın ezilmişleriyle, diğerleriyle birlikte kurabilirsek kurabiliriz.
Esat Arslan: Fıkıh konusunda; İmam Zeynelabidin’in Sahife i Seccadiye’si var. Bunun gibi muhtemelen pek çok kaynak vardı. O da şunu söylüyor; bil ki senin babana karşı, oğluna karşı, patronuna karşı, karına karşı sorumlulukların var. Bunlar Kant ahlakı anlatıyor. Bu o dönem için çok yaygın bir şeyi anlatıyor. Sonra İmam Şafi’ye diyoruz ya aklı çıkardı vs. İmam Şafi diyor ki, mevzu hikmeti, gayeyi gerçekleştirmektir. Ama gayeyi gerekçe haline getirmiyoruz. Bizi o gayeye götürecek hukuki gerekçeyi bulmaya çalışıyoruz. Altında sömürü olduğu için haramdır demiyoruz. Ölçülebilir olmayı biz gerekçe haline getiriyoruz. Akıl vahiy ilişkisi tartışıldığı zaman İbn-i Teymiye diyor ki “Biz vahyi veya bir hadisi dogma olarak, körü körüne itaat etmek üzere almıyoruz. Biz biliyoruz ki vahyin ya da hadisin bağrında bir akıl var. Felsefi aklı doyuracak bir öz var. Biz o felsefi öz bağlamında vahyi ya da hadisi anlıyoruz.” 13. yüzyıl için akıl-vahiy çatışmasını çözüyor bu. Yani akıl yürütürken ayeti hadisi delil olarak koyuyoruz önümüze. Ama bunu bir dogmaya, otoriteye teslim olarak yapmıyoruz. Vahyin bağrındaki akıl yürütmeyi fark ederek bu vahyi delil olarak koyuyoruz. İbn-i Hazm felsefi bir ahlak temeli üzerine vahiy okumasını, fıkhı oturtuyor. Onun için modern hayat içerisinde fıkıh geleneğini de sahiplenmemiz gerekiyor. Modernite karşısında bunun dayanma şansı olmadığı için çöpe atmak zorunda kalmışız modernistler olarak. Hümanizimle modernizmle vs. bir adım ileri giderken kendi tarihimizle de bir barış yaratabiliriz.
Katılımcı: Vicdanı olan Müslümanlar eve sosyalizme yöneliyorlar ama çözüm buraya yönelmekte değil. İslam’ın donduğu o noktadan kopmak gerekiyor. Nedir o nokta mesela peygamberimiz deyince Müslümanlar’ın aklına Muhammed geliyor sadece. Hâlbuki kendi kaynağında bile böyle değildir. Bu kopuşu cesaretle yapamadığın sürece adaletin bugünkü noktasında buluşmak mümkün değil. Kuran’da onlar cehennem vaat edilenler vs. geçiyor. Biz ve onlar nasıl anlaşılıyor. Kuran’da bahsedilen biz bu tarihi sürdüren iki milyar Müslüman mı yoksa başka bir şey mi? Bu tartışmaları yapmadan, o tarihsel İslam’dan kopmadığı sürece bence Müslümanlığın kurtuluşu mümkün değildir.
Esat Arslan: Evet bir kopuş yaşanması gerekiyor. Allah’ın görmek istediği birey bütün bağlarından azade olmuş, özgür bir insan haline gelmiş, maddi ve manevi, coğrafi ve kültürel, bütün bağlardan bağımsız bir birey yaratmak istiyor. Ve ondan sonra o bağları tekrar özgür bir şekilde sen kurarsın diyor. Sadece İslam tarihi değil belki Allah’tan peygamberden de o kopuşu yaşaması gerekiyor. Ondan sonra ne istediğini neye karar verdiğini bilerek bağımsız özgür bir insan olarak yeniden bağlanması. Ama bunu yapacak insanın hakikat ve erdeme dair her şeye kulağını açarak beşeri bilimden faydalanması gerekiyor. O karar anıyla kendi dinini inşa edeceksin. İslam’ın maddi temeli, özgürlük üzerine, eşitlik üzerine, sömürü ve baskının olmaması üzerine kuruludur vs. bu maddi temeli yeniden kurmak, inşa etmek istiyorsan şu solcuları bir oku.
Katılımcı: Tavsiye ettiğiniz şey biraz zor bir şey değil mi? Tüm her şeyi sıfırladıktan sonra yeniden inşa etmesi vs. bu biraz elitist bir şey değil mi?
Esat Arslan: Hayır kopmak zorunda değil. Ama demek istediğim korkmasın, Allah beni terk etti ya da dinden çıkıyorum diye korkmasın. Tek bir şey. Nihilist olmasın, hakikati aramayı, Tanrı var mı yok mu diye sormayı sürdürsün, sorgulamaya devam etsin.