Ümit Aktaş’la sohbetin ardından…
Geçtiğimiz hafta Ümit Aktaş’la ofisimizde bir sohbet gerçekleştirdik. Ne zamandır istiyorduk, kendisi de bizi kırmadı sağolsun geldi. Güzel ve düşündürücü bir akşam oldu bizler için. Temas edilen kimi hususları aklımda kaldığı kadarıyla sıcağı sıcağına kağıda döktüm, hem kalıcılığı olsun hem de gelemeyenler de bir miktar da olsa haberdar olsun diye. Toparlaması vakit aldı. Kendi fikirlerimi de usul usul eklemeden edemedim. Zaten kimi yerlerde onun düşüncelerinin bende uyandırdığı şeyleri yazmış oldum. Ortaya böyle bir metin çıktı.
Birinci husus sanki “çok ideolojik olmamak lazım” dedi. Bir arkadaşımızın halkçılık sorusuna verdiği cevap üzerinden girdi bu meseleye. “Çubuğu bir tarafa bükebilirsin elbette ama çok doktriner olmamakta, kendini her türden fikre açık tutmakta fayda var” demiş oldu. Tabii ki kişinin durduğu yerin sağlam olması koşulu var burada, onu andı. “Öbür türlü kayar, yozlaşırsın. Ama durduğun yer sağlamsa, kendine güveniyorsan farklı görüşlerden de faydalanmak gerekir” demiş oldu.
Ben bu görüşe yakınım, biraz postmodern tını rahatsız edici ve insanı savunmaya yöneltici olabilir, ama Ümit abinin diğer konulardaki muhabbetleriyle birleştirince bunun oturduğu yerin postmoderniteden ziyade bir özgürleşmecilikle, akletmeyi her zaman açık tutmayla irtibatlı olduğunu görüyorum. Biraz Rab’lik taslamamak, Allah’ın halifeliğine soyunmamakla, oradan da ütopyaların pek de mümkün olmamalarıyla irtibatlı herhalde. Ütopya mümkün değil deyince “ohh be yayalım o zaman, o da olur bu da olur” değil elbette kastı. Daha ziyade hiç bitmeyecek bir insan olma, insanlaşma ve adalet mücadelesi gibi görmek lazım diyor Ümit abi. Ki insanlaşma derken zannedersem akleden ve özgürleşen bir insanı kastediyor.
Üzerine basa basa söylediği bir başka şey de zihinlere yerleşmiş olan şu Allah’ın halifeliği meselesi. Bunun insanı mütekebbir ve layüsel kılan bir tarafı olduğunu ayrıca ne Kuran’la ne de hadisle temellenmediğini belirtti. Sadece yeryüzünde Allah adına hareket etmek isteyenlere doktriner bir gerekçe teşkil eden bir yaklaşım. Mesela Emevi Abbasi halifelerine ya da Allah’ın velisi olduğunu iddia edenler.
Diğer bir mesele erkek egemenliği meselesiydi. Benim için yeni ve sarsıcı epey bir şey söyledi. Hem Hz. Ayşe’nin düzelttiği hadisler meselesi olsun, boşanma meselesi olsun, Hz. Ömer’e dair bu anlamda söyledikleri olsun önemliydi. Bir arkadaşımızın büyük oranda Hidayet Şefkatli Tuksal’ın tezleri üzerinden sorduğu soruya da güzel cevap verdi, kadın erkek arasında bir hiyerarşinin öngörülmüş olduğunu söylemek doğru olmaz demiş oldu zannedersem. “Kadın erkek eşitliği Asr-ı Saadet’te de yok, ama ona doğru bir yönelim var, onun hedeflenmesi var, eşitlik derken de hakların eşitliğini kastediyorum” demesi güzeldi. Asr-ı Saadet devrinde 3-4 kere boşanan ve evlenen kadınlar olduğunu, bunun bugün hakim olan anlayıştan epey farklı bir resim ortaya koyduğunu vurguladı. “Elbette insanlar boşansın, bu iyidir anlamında söylemiyorum, ama bunun bir şeyi işaret ettiği aşikar” demiş oldu. Ayrıca 2003’e kadar Türkiye’de çiftlerin boşanması için iki tarafın da onayı gerektiğini ve neredeyse fiilen yasak olduğunu, 2003’te Avrupa Birliği filan diye bu kanunun değiştirildiğini ve aslında boşanma hakkının 2003’de gelmiş olduğunu söylemesi çok ilginçti.
Dikkat çekeceğim üçüncü husus ezen ezilen meselesi. Biraz Marksizm üzerine söylemiş gibi oldu ama sanırsam daha genel bir şey söyledi, yani bir ulusal kurtuluş mücadelesi için de geçerli olabilir, kadın erkek ilişkileri için de, vs. “Salt ezen ezilen çelişkisi üzerinden düşünmek, buna kitlenmek kısırlaştırıcı olur” dedi. Biraz muğlaklık içerse de bana epey bir şeyler anlatıyor gibi görünen, “insan olma”, “bir ideal üzerine yürüme” asıl olmalı, o yolda yürüyeceğin zaman, haliyle zaten senin yanına ilk gelecekler muhtemelen ezilenler olacaktır, onlarla hemhal olacaksındır, ama sen yine de meseleni o ezen ezilen çelişkisine endeksleme, o zaman orada tıkılır kalırsın dedi gibi geldi bana. Bir arkadaşımızın “Marksizm de böyle diyor aslında” deyişine de güzel cevap verdi. Katıldı bir yanıyla, ama Marksizm’in bu yorumu iki ana Marksizm yorumundan birine denk gelir, özgürlükçü Marksizm’e denk gelir dedi.
Ne yapmalı, nasıl yapmalı meselesine fazla girememiş olduk belki, ama ilk toplu görüşme için normal bir şeydi belki bu. Konuşacak çok şey vardı. Ümit abi bu konuya da girdi aslında ama değişik bir şekilde girmiş oldu. Herhalde biraz ilgi duyduğu anarşizmden, ama daha ziyade kendi İslam anlayışından kaynağını alan, bana oldukça heyecan verici gelen bir toplumsal dönüşümcülük anlayışı ortaya koymuş oldu. Bu öyle bir anlayış ki eğer biraz tasfiyeci, biraz sekter bir günümüzdeysek rahatlıkla “bireyci, kendiliğindenci, örgütlenme düşmanı, vs. vs.” şeklinde kodlayıp zihnimizin tozlu raflarından birine kaldırabiliriz. Ama bana epey sahih, epey heyecan verici, çok zor, ama çok mücadeleci ve devrimci bir duruş gibi geldi. Şu galiba: ilkeli olup endoktriner olmadan, hazır ve çizili politik akımlardan birine eklemlenme gereğini duymadan, farklı akımlardaki doğru görünen öğeleri kullanmaktan çekinmeyerek ilerlemek. Hiçbir momentte “ben hakikati buldum kurtuluş buradadır” diye reçete veya hazır ütopyalara girmeden, teşkilat, grup, hizip hissiyatına hiç tenezzül etmeden, her zaman için hem kendi hareketinin içindeki, hem hareketin hitap ettiği geniş çevredeki kişilerin fikirleri, kararları ve inisiyatiflerine de yer açarak ilerleyen bir toplumsal hareket. Kurumsal hukuktan ziyade yoldaşlık hissiyatı, bireysel yaratıcılık, inisiyatif, akletme ve güvenle bağını kuran bir hareket. İfadesi zor. Zaten biraz emek adalet’te de başından beri işletmeye çalıştığımız ancak pek teorize etmediğimiz ya da edemediğimiz şeyleri güzel toparlayan bir formülasyonun eşiğinde gezindi Ümit abi. Sağolsun Osman Bostan abide de benzer şeyleri görmüştük aslında, özellikle kendisiyle mesaisi olan arkadaşlar. Üçüncü iftardaki ana slogan olan “dünya nimetlerini parselleyenlere inat yeryüzü sofrasını açmaya geldik” sloganını Osman abinin ilhamıyla bir arkadaşımızın şairliğiyle çıkarmıştık, ki hala benim tüylerimi diken diken eden bir slogan. Buradaki “açıklık”tan kastettiğimiz ve anladığımız hareketin de sonuna kadar açık olmasıydı. Ümit abi bu fikriyatı biraz daha teorize ederek ortaya koyar gibi oldu, tam koydu diyemiyorum, çünkü muhtemelen o da nihai bir formülasyona varmamıştır, ya da belki varmaktan da kaçınıyordur. Aslında biraz da projeciliği ve toplumsal mühendisliği eleştirerek, kendiliğindenliğe önem vermeyi vurguladı.
Bu düşünceler biraz değişik ve zor türden. İnsanı bireyciliğe ve mücadele kaçkınlığına vardırma potansiyelini de güçlü bir şekilde taşıyan türden. Ama galiba sahici bir adalet mücadelesi için bu civarlarda gezinmek lazım. Öbür türlü hizipleşme, kendine haddinden fazla misyon yükleme, hakça yaşamaları için mücadele ettiğin toplumsal kesimlere yabancılaşma, onlar hakkında ve onlar üzerinde fazla inisiyatif alma, bir yerden sonra o kesimleri düşündüğün kadar kendi hizbinin çıkarlarını da düşünür hale gelme gibi yerlere varmak işten bile değil. Yani her iki çizginin de kendi riskleri var. Basitleştirmek ve haklarında konuşabilmek için şimdilik Ümit abinin önerdiği eğilime özgürleşmeci, diğerine de teşkilatçı diyeyim. Özgürleşmeci çizgi daha az “teşkilatçı” bir teşkilatlanmayla birleştiğinde önemli şeyler yapabiliyor, ancak özgürleşmecilikten yana çubuk büktüğü için egemenlerin süper otoriter ve teşkilatlı zulüm aygıtları karşısında kriz anlarında genelde paralize oluyor ve yeniliyor. Böyle bir durum da var ne yazık ki. Bunu düşünmez göz ardı edersen de romantik kaçıyorsun, o da var.
Lafı uzattık. Değinemediğim pek çok başka güzel şeyler de söyledi Ümit Aktaş, ama şimdilik bu kadar yazmış olalım. Verimli, hayli ilham verici ve güzel bir sohbet oldu. Bu vesileyle de kendisine davetimizi kırmadığı için bir kez daha teşekkür etmiş olalım. Aklına ve kalemine sağlık diyelim.