Salih Paşaoğlu ile söyleşi: “68 Kuşağı İslamcılığından Türkiye’nin Enerji Sorunlarına”
Su kaynaklarını geliştirme projeleri ve enerji politikaları üzerine 30 yıl kadar çalışmış, Enerji Bakanlığı’nda çeşitli görevlerde bulunmuş olan Salih Paşaoğlu ile bir söyleşi yaptık. Bize önce, 68 Kuşağı Müslümanlarından biri olarak yaşadıklarını anlattı. “Sözlü tarih” niteliğindeki bu ilk kısımda, ODTÜ’de başlayan bir fikrî-siyasal mücadele deneyimini dinledik. Sağ ve sol grupların; iç savaşın çok uzağındaki İslamcılar hangi özgün duruşa taliptiler, nelerle boğuştular? İkinci kısımda, Türkiye’nin enerji sorunlarına dair fikirlerini dinledik ve HES’in “çevreciliğini” düşünme fırsatı bulduk. Paşaoğlu, yenilenebilir ve sürdürülebilir enerjinin, çevreci ideallere uygun bir şekilde geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Söyleşi notlarını ilginize sunuyoruz.
68 Kuşağı ve ODTÜ
“Bizim gençliğimizde, sık sık radyolarda, o zaman televizyon da yok, “bir eve baskın yapıldı ve suç aleti tesbih, takke ve rahleler, yasak kitaplar yakalandı, 30 kişi içeri alındı” diye haberler yapılıyordu, “Risale-i Nur okuyanlar yakalandı,” “zikir çekerken, Hu çekerken yakalandılar” gibi şeyler… Böyle bir baskı, böyle bir korku içindeydik.
68 Kuşağı İslamcı Müslümanlar olarak hem sosyalistlerden hem de milliyetçilerden uzaktık. Sosyalizmin daha büyük baskılar getireceğini düşünüyorduk. Daha kötü oluruz, hiç sesimizi çıkaramayız endişesiyle onlara sıcak bakmıyorduk. Ama biz onlarla savaş da yapmadık, yani ülkücülerin yaptığı gibi yapmadık. Bizim şanssız tarafımız, rejimin bizi düşman görmesi, bizi tehlike görmesi; şanslı tarafımız ise mütefekkirlerimizin, ağabeylerimizin bizi bu iç savaşa sokmamasıdır. Yani onlar bizi asla ve asla kardeş kavgasına sokmadılar. Elimize silah verdirmediler.
İhtilalden sonra Akıncılar örgütünün ileri gelenleri, Tevfik Rıza Çavuş falan vardı hepsi mahkûm oldu 6,5 seneye ama mahkûm oluş sebepleri sadece 163. maddeydi. Yani ifade yasağı maddesi… 163. Madde ne diyordu: Devletin temel nizamını kısmen de olsa dini esaslara dayandırmak için propaganda yapmak. Yani silahlı örgüt kurup da eylem yapmak değil, öyleyse zaten makul ve mantıklı olacak ama propaganda yapmak yasak. 141 ve 142 de öyleydi, işçi sınıfının iktidarı için propaganda yapmak, yani Komünizm’i, Marksizm’i, İslam’ı, Şeriatı övmek ve propagandasını yapmak suç. 163’den dolayı Necip Fazıllar hapiste yattı, 141-142 yüzünden Nazım Hikmetler kaçtı, yani büyük bir zulüm ortamı. Ama şanslı oluşumuz, bize dediler ki, bizim davamız kimsenin reaksiyonu değil, kimsenin karşıtı değiliz. Biz davamızı öğreniriz, anlatırız; bir sürü dergiler yayınlandı, bir sürü kitaplar yayınladı, bir sürü konferanslar verildi, daha demin söylediğim gibi, biz en ilerideydik aslında fikren, fakat savaşta yoktuk.
Çocuklar öyle bir haldeydik ki, güneş batar batmaz, şu saatten sonra sokaklar bomboş bütün Türkiye’de. Kimse korkudan sokağa çıkmıyor, böyle bir hale gelmişti ülke. Çünkü günde 20 kişi ölüyordu. Toplamda ölü sayısı 5000’i bulmuştu, 15000’de yaralıydı. Sonra Kenan Evren de geldi. Kenan Evren geldi, işte anlattı, 5000 kişi ölmüş, 15000 kişi yaralanmıştır. Kenan Evren’i bile o gün ülkenin büyük bir çoğunluğu yadsımadı. Vay faşistler iktidarı ele geçirmişler diye pek kimse üzülmedi. Sonradan düşündükçe düşündükçe üzüldük, ama o gün kimse üzülmedi. Çünkü bundan kötü daha ne olabilir bir ülkede, güneş batar batmaz sokakların bomboş olması…
Yani biz de çok tehlikeler atlattık, detayına girmemek lazım belki ama… Ankara’da Emek mahallesinde bizim evimizin bir kenarında Diyarbakır yurdu, bir tarafında Tokat yurdu vardı, Tokat yurdunda Ülkücüler, Diyarbakır yurdunda Kürt solcular yaşıyor. Hepsi silahlı, hepsi öldürüyor. Birisi bir gün Marx yazıyor, ötekisi Marx’ın bir ucunu siliyor Mary yapıyor, işte vay efendim sen neden Mary yaptın diye biri diğerini vuruyor, ötekisi diğerinin peşinden koşuyor, yani o gece birbirini bulan öldürecek. Benim kardeşim Abdullah da, sonradan Tokat milletvekili olan Ergun Dağcıoğlu ile beraber, öğrenci evimizle aile evimiz arasında birkaç yüz metre var, oradan oraya geliyorlar, gece yollarını kesiyorlar, ellerinde kocaman zincirler, öldürecekler. Öldürmemeleri için kendilerinden olman lazım, kendilerinden değilsen öldürecekler, vuracaklar. Tam vuracaklarken, Tokatlılardan bir tanesi tanıyor Abdullah’ı, “aa Abdullah” diyor, Tokat’ta büyüdüğümüz için tanıyorlar ve bırakıyorlar. Yani ramak, tanıyorlar bırakıyorlar, kişisel olarak tanıyorlar. O kadar basit işte adam öldürmek, adam vurmak, öyle bir Türkiye’ye gelmişiz.
Tabii kimler bu hale getirdi, bunu bugün biraz daha iyi anlıyoruz, bugün tabii derin devletleri tanımaya başladık, provokasyonları tanımaya başladık. Danıştay’a saldırılıyor, provokasyon olduğunu biliyoruz, Cumhuriyet gazetesinde ateş edenlerin provokasyon olduğunu biliyoruz. O günlerde de aklı başında insanlar provokasyondur diyor, ama kimse dinlemiyordu ki, birkaç aydın diyordu, başka türlü nasıl olur? Uğur Mumcu’yu öldürmek provokasyondan başka ne olabilir, kim niye öldürsün Uğur Mumcu’yu? Uğur Mumcu’nun cenazesinde “Kahrolsun Şeriat” diye bağırdılar senelerce, yahu kardeşim bu şeriatçıların Uğur Mumcu’yla ne işi var? Uğur Mumcu mesela Oğuzhan Asiltürk ile televizyona çıkmıştı, “sizin fikirlerinize katılmıyorum ama sizin fikirlerinizi savunmanız için gereken her türlü şeyi yaparım” diyen bir adamdı, fikirlerin savunulmasını savunan bir adamdı netice itibariyle… Müslümanlar niye öldürsün yani, bir Turan Dursun da değildi ki…
Biz Allah’a şükür öldürmelere karışmayan gençlerdik. Yani bütün İslamcı gençler her grubuyla, Necip Fazılların, Sezai Karakoçların, Erdem Beyazıtların, Akif İnanların, Cahit Zarifoğullarının, çok tatlı insanlardı bunlar, Cahit Zarifoğlu falan, çok güzel insanlardı… Ayrıca tabii Risale-i Nur’ların, Risale-i Nur’lar da insanların imanını kurtarmak için çok büyük hizmet eden kitaplardı, Bediüzzaman Hazretlerinin, birçok gruplar da onlarla kendilerini kurtarıyorlardı…”
Soru: ODTÜ’ye girmeyi nasıl tercih ettiniz, onda kimin etkisi oldu? Bir tedirginlik ya da bir kararsızlık yaşadınız mı? İlk gittiğinizde ne hissettiniz? Mühendisliği nasıl tercih ettiniz?
“1968’te ODTÜ’ye girdim, 1974’te mezun oldum. Tabii biz Anadolu’da ODTÜ’de hangi siyasi hareket varmış onların farkında değildik. Giderken tamamen teknik düşünüyoruz. Ben iyi bir talebeydim, o zaman farklı fakültelerin imtihanı vardı. Ben genel imtihanda 365 puan almıştım işte, Hacettepe Tıp benim puanıma düşmüştü, oraya girebiliyordum ama tıp değildi maksadım, gönlümde mühendislik vardı. Bir ay sonra ODTÜ belli oldu, ODTÜ’yü kazandığımızı öğrenince ötekileri bıraktık geldik. O öyle ama senin sorundaki haklılık şuradan geliyor. Girer girmez “sen artık ODTÜ’lü oldun” diyorlar, öyle bir psikolojik baskı ki, ananın babanın muhafazakârlığı, dini imanı inancı minancı yahu onlar olur mu, onlar geride kaldı, sen onların hepsini aştın, sen ayrıcalıklı bir insansın, sen ODTÜ’lüsün, neymiş imanmış namazmış, biz de yok öyle bir şey. Buraya geldin artık aydınlandın, modernleştin, ilerici oldun, solcu oldun… O yüzden biz de, bizim grubumuz da ODTÜ’de örgütlenmeye çalışıyorduk, ailesinden azıcık bir muhafazakâr terbiye almış olanları yakalayalım da onlara gösterelim, ODTÜ’de sadece bunlar yok, biz de varız, yani namaz kılanlar da var, bizim gruba gelsinler diye avlamaya çalışıyorduk. Hazırlığa gelen çocuklarla ilgileniyorduk, zaten hazırlığı geçtikten sonra bitiyordu iş, iş işten geçiyordu. ODTÜ’de 9-10 bin kişi vardı o zaman, çok büyük bir çoğunluğu solcuydu. Biz, Hür Düşünce Kulübü’nün etrafında toplanmıştık. ‘Hür Düşünce Kulübü’ adından da anlaşılabileceği gibi bizim düşüncemizden kurulu bir kulüp değildi, ama bizim düşüncemizdeki arkadaşlar orayı ele geçirmişlerdi.”
Soru: Hatırladığım kadarıyla, biraz daha Adalet Partisine yakın, biraz daha merkez sağa yakın Hür Düşünce kulübü?
“Aynen onu söylemeye çalışıyorum, adından da anlaşılabileceği gibi Hür Düşünce demek liberallik demek, Hür Düşünce diye birileri kurmuş, sonra bizim arkadaşlar ele geçirmişler, bizim kulübümüz olmuş. Hür Düşünce Kulübü’nün etrafında toplanıyorduk, onun dışında ortanın solcuları ve sosyalistler vardı. Sosyalistler, ‘Toplumcu’ grup diyorlardı kendilerine, seçimlere böyle gidiyorlardı. Biz Anadolu grubu diye girmiştik, sosyal demokratlar da “Ortanın Solu” veya “Sosyal Demokratlar” diye mi girmişlerdi… Aslında öğrenciler içerisinde sosyal demokratlar, orta solcular çoğunluktaydı. Yani bu 8 bin kişinin 6 bini sosyal demokratlardı ve onlar ılımlıydılar. Zengin çocukları, çalışkan çocuklar, inek çocuklar, fikirleri sol ama militan değiller. Fakat o öteki 1500-2000 tane militan toplumcu hepsine hâkim oluyordu. Seçimleri de iptal ettiler. Seçim yapılıyordu, belli ki sosyal demokratların kazanacağı anlaşılınca, akşama doğru sandıkları kaçırdılar ve seçimler iptal oldu. Hatta ondan önce de şöyle bir taktikleri vardı, şaka gibi ama her sandığın başında 20-30 tane toplumcu duruyor sırada, sen geliyorsun bakıyorsun, böyle militan ruhlu olmayanlar bakıyor uzun, bir daha geliyorlar bakıyorlar, sıra yine uzun, çekip gidiyorlar. Yani o 20 kişi giriyor tekrar çıkıyor, giriyor tekrar çıkıyor. Onlar oy vereceğinden değil, oy kuyruğu uzun gözüksün de girmesinler. Bu kadar taktikler uyguluyorlardı.”
Soru: Ne seçimleriydi?
“Öğrenci Birliği seçimleri… Ama Öğrenci Birliği seçimleri çok önemliydi, çünkü bütün öğrencileri o idare edecek, oranın hâkimi olacak. O seçim iptal oldu. Sandıkları çaldılar, şey yaptılar…”
Soru: Erdal İnönü’nün rektörlüğü döneminde galiba değil mi?
“Erdal İnönü devrinde de seçim oldu, evet. Galiba onun dönemindeydi. Ondan sonra toplumcular birlik kurdular, güya, sosyal demokratlarla sosyalistlerin bir kısmı birlik kurdular. Toplumcular Birliği mi dediler, ne dediler, daha önce sosyal demokratların lideri olan Erhan Erdoğmuş’u lider yaptılar. Öyle bir şey yaparak, o seçimi kazanmayı başardılar. Ama buradaki sosyalistler çok militandılar. Hepsi silahlıydılar, militandılar. Önceleri amfilerde forumlar yapıyorlardı. Hatta Hazırlıktaki forumda biz bayağı çıkıntılık yapmıştık, sonra bizi tehdit ettiler, kaçtık. Yani şöyle oldu, tatil günü kendi aralarında toplanmışlar bir karar almışlar, boykot kararı, sonra okul açılınca bize forumda sunuyorlar güya, bunu bize onaylatacaklar. Biz boykot kararını aldık şöyle böyle konuşuyorlar falan, o arada İskender Odabaşıoğlu diye orta soldan bir adam, öğrenci derneği başkanı, bu seçimlerden önceki hadise, benim hazırlıkta, 68 yılında… Ben İskender Odabaşıoğlu’na dedim ki kuliste “siz boykotu destekliyor musunuz, bu boykotun ne lüzumu vardı, niye biz boykot yapıyoruz, anlamsız bir şey falan” dedim. “Ya ama biz öğrencinin önünde gitmek zorundayız” dedi, “geride kalamayız” dedi, “öğrenci bir şey yapıyorsa biz onun önüne geçmemiz lazım” dedi, onun için biz destekliyoruz dedi ve forum sırasında da dilekçeler veriliyor, dilekçeler oylanmak zorunda… Ben başladım birkaç dilekçe vermeye, yeniden oylanması falan filan diye… Baktım okumuyorlar falan, arkadaşım beni dürttü arkana bak diye, baktım iki tane dev gibi adam gelmiş duruyorlar, tamam dedik, çektik gittik. Direnişimiz o kadar oldu ODTÜ’deki forumlara. Ondan sonraki forumlara bazen giderdik dinlerdik, boykot derlerdi hep beraber el kaldırırdık.”
Soru: Neyi boykot ediyorlar?
“Yani şimdi bir şeyi bahane edip boykota giriyorlar. Bu önceleri, forumlarda güya karar alarak giriyorlardı, demokrasi gösterisi ile girilen bir şey. Daha sonraları bu değişti. Direğe bir yazı, küçük bir şey, arkadaşımız Taylan Özgür İstanbul’da öldürülmüştür, boykot vardır. Ondan sonra forum morum demokrasi istişare falan kalktı. Varsa vardır. Hatta bir seferinde böyle bir boykot, sabahtan da belli değil, girmişiz sınıfa, recitation dersindeyiz, problem çözme dersindeyiz, Hidrolik dersi. Problem çözme dersi çok önemli, yani orada öğreniyorsun birçok şeyi. Asistan masistan giriyor bazen. Problem çözme dersindeyiz, bir on dakika ya da yarım saat geçti, kapıyı açtı birisi dedi ki, “arkadaşlar yas var, boykottayız” dedi ve kapattı çıktı kendinden çok emin. Tam hoca dedi ki “şu problemi bitirip de mi çıkalım, bitirmeden mi çıkalım,” biz sınıfta 40 kişi dedik ki, “bitirelim de çıkalım hocam.” Hoca başladı bir iki kelime yazdı falan, o arada kapıya bir tekme, “yas var dedik lan,” dedi. Hepimiz süklüm püklüm çıktık hocası mocası… Yani şey de girmiyordu, polis jandarma falan girmiyorlardı ODTÜ’de. Ama buna rağmen, bize İbrahim Eken hoca dedi ki, yani biz bunlarla savaşalım mı dediğimiz zaman, bak Kuran’da diyor ki siz yüze iki yüzken bunlarla savaşın dedi, yüze iki yüz. Yani onlar 8000 ya da ne bileyim 2000, 1500 kişiye, yüz elliyken savaşın demiyor… Yani böyle bir savaş yok. Böyle bir mantıksızlık yok. Zaten biz savaşacak insanlar değildik, ama bunlarla mücadele edelim mi, boykotlarına falan karşı çıkmak falan. Yok dedi, Allah’ın böyle bir emri yok, onlar din düşmanı bile olsa, sizin savaşma yetkiniz yok. Tabii zaten mantıklı da değildi, biz o yüzden demin dediğim gibi uyum sağlıyorduk. Onlar da bize, özgüvenleri fazla olduğu için müsamahalı davranıyorlardı. Hani bizim mescitlerimize dokunmuyorlardı, bizi seçime sokuyorlardı. Yani biz seçime gidiyoruz, mesela bir gün Öğrenci Birliği seçimleri sırasında bir panel yapıldı, o panelde Erhan Erdoğmuş, Sinan Cemgil ve bizim arkadaşımız Mehmet Göze vardı. Erhan Erdoğmuş, Toplum Birliği lideri, o da sosyalist aslında ama öteki de Sinan Cemgil. Sinan Cemgil diyor ki, bu düzeni taş taş üstünde bırakmayacak şekilde yıkacağız diye elini vurarak konuştuğunu hatırlıyorum. Yine de Sinan Cemgil Deniz Gezmiş’ten iyidir, çünkü Sinan Cemgil okuyan insandı, ona hoca diyorlardı. Çok iyi bir komünistti, iyi bir sosyalistti, iyi bir Marksistti.”
Deniz Gezmiş’in ODTÜ’ye Gelişi
“Deniz Gezmiş’ten önce hiçbir şey yoktu. Deniz Gezmiş İstanbul Üniversitesi’nde MTTB üzerinden Müslümanlarla da çatışmış, Kanlı Pazar’dan bir bilenmişliği vardı. Sonra gelip ODTÜ ye yerleşiyor. ODTÜ’de savaş yok, özgür bir fikir ortamı var. Sosyalizmin her türlü fraksiyonu serbestçe birbiriyle tartışıyor, şiddet yok. Biz bile seçimlere girip panellere katılıyoruz, Sinan Cemgil’in karşısına çıkıyoruz. Mehmet Göze arkadaşımız diyor ki “Biz sırf Amerikan değil, Yahudi ve Çin emperyalizmine de karşıyız.” Oradan “Marks da Yahudiydi” diye homurdananlar oluyor. Ama kimse bize müdahale etmiyor.
İşte Deniz Gezmiş’ten önce böyle bir ortam vardı. Sonra Deniz Gezmiş geliyor, yurda yerleşiyor. İnsanları gözlüyor, ortalarda dolaşıyor. Geceleri silah talimi yapıyorlar. Sosyalistlerin efesi konumuna geliyor bir şekilde. Devletin olmadığı, her şeyin silahlı öğrencilerin elinde olduğu bir ortam oluşuyor. Bunlar bazen sirenli bir tatbikat yapıyor. Masa sandalyelerden barikatlar, Molotof kokteylleri vs. Polis gelirse diye. Tabi polis falan gelmiyor.
Birkaç ay sonra bodrumdaki bir odaya namaz kılmak için gidiyordum. 11:30 gibi ezan okunuyordu. Hazırlıklar 11:30’da, diğerleri daha geç çıkıyordu. Odaya vardığımda bir tuhaflık vardı. Kapıya gelince beni içeri çektiler. “Geç şu tarafa” dediler. Odada 5-6 militan ve karşılarında Deniz Gezmiş, göğsünde iki tabanca. İleride de birkaç kişi namaz kılıyor. Deniz dedi ki “Bozun şunların namazlarını!” Militanlardan biri “Bitiriyorlar şimdi” dedi. Deniz “Yok mahsustan uzatıyorlar ya” dedi. Neyse namaz bitti. O çocuklar hazırlıktı. Deniz Gezmiş onlara “Bizim sizinle bir problemimiz yok, sizi seviyoruz, korumak istiyoruz. Burada yer altı örgütleri var. Dinci örgütler var. Biz onları yakalamak istiyoruz. Buranın mescit olduğunu kim söyledi size? İsim verin bize” diyor. Ben de dahil oldum. Onların yanına gönderdiler beni. “Bunda ne var dedim. Cuma namazında herkes birbirine söyler” dedim. Bana döndü, “sen kaçıncı sınıfsın?” dedi. “2. Sınıf” dedi. Elinin tersiyle bir tokat akşetti. “Deniz, ne yaptı?” dediler. “2. Sınıfmış” dedi. Suçum oymuş.
O sırada 2. ve 3. sınıflar geldi. Kapıdan geleni içeri sokuyorlar hemen. Başlıyorlar yumruklamaya. Eğileni vura vura ilerideki galerilere götürüyorlar. Yumruklamalar başlayınca bize “siz çıkın” dediler. Tabi titreye titreye çıktık. Ancak insanlara “mescide girmeyin” diyebiliyoruz, başka da bir şey diyemiyoruz. Tabi kimliklerimizi de aldılar. O gün mevzu kapandı ama daha kötüsü de oldu.
Bizim asıl ayrı bir mescidimiz vardı. Bir ramazan günü azınlık olduğumuz bu okulda bir eylem yapmıştık Deniz Gezmiş’ten önce. Yurt bloğunun giriş katındaki oda boştu. Biz oraya halı serip mescid yaptık ve namaz kıldık. Bizi biraz daha ılımlı gördüklerinden şaşırdılar. Şehmuz diye bir çocuk vardı. “bu bize karşı bir harekettir, nasıl yaparsınız?” diye celallendi. “Bu bir ihtiyaç, siz daha iyisini verdiniz de biz mi reddettik.” dedik. “Tamam” dedi. “Siz burayı boşaltacaksınız. Sonra da söz size biz aşağı katı boyayıp mescid yapacağız” dedi. Karşılıklı sözleştik ve boşalttık. Orayı bize temizleyip boyayıp verdiler. Oraya minberimizi, mihrabımızı, halılarımızı yerleştirdik. Ve burada Cuma namazı kılıyor, hatta konuşma yapmak için hoca getiriyorduk. Yani karşı karşıya olmamıza rağmen onlar kendi yoluna biz kendi yolumuza baktığımızdan çatışmıyorduk. Zaten güçlü de değildik.
Deniz’lerin mescidi bastığı gün Orhan Özhan arkadaş demiş ki “Bunlar burayı da basar, ben Kur’an’ları çıkarayım da bari onları kurtarayım” O onları odasına götürdükten birkaç saat sonra Denizler gelmiş kitapları parçalamış, minberi yıkmış ve halıları ganimet olarak sırtlamışlar. O gün mescidimiz kapatıldı işte. Biz bir heyetle Erdel İnönü ye gittik. Mescidimiz böyle kapatıldı, açılsın” dedik. “Sizin hukuken açılmış bir mescidiniz mi vardı ki?” dedi, “bugüne kadar göz yumulmuş, farz edin ki artık yumulmuyor.” Erdal İnönü de korkuyordu çünkü öğrencilerden. Onu da suçlamıyorum. Bir gün polisler gelmişti “Deniz Gezmiş’ i bize teslim edin” diye. “Kim o? Bizim öyle bir öğrencimiz yok. Burada mı kalıyormuş?” dedi. Öyle bir ortamdı. Zaten bu eylemlerden birkaç ay sonra baskın oldu, Deniz Gezmişler de asıldı gitti. Üzülemiyorum bile. Aslında hepsine üzülüyorum, çünkü bunlar gencecik insanlar ve provake olduklarını, kandırıldıklarını, 3 gün sonra fikirlerinin değişeceğini zaten biliyoruz. Bizim sınıftaki Marksist Leninisterin hiç biri öyle kalmadı. Hepsi sınıfının bilincine vardı sosyalistlerin tabiriyle. Hepsi ya patron ya da patronun genel müdürü oldular. O günkü gençliğin heyecanıydı. Asmak yanlış zaten onları. Asmasalardı bugün çok daha farklı olurdu. Ertuğrul Kürkçü de onlardan biri mesela. Onun yanında 11 kişi patlatıldı bir o kurtuldu. Şimdi parlamentoda. Deniz Gezmiş yaşasa ya dağda ya da belki parlamentoda olacaktı.”
Soru: Ben geçmişle çok muhasebe yapan bir adamım. 70’lerde sosyalistler çok çoğunluktu ve çoğunluğun da verdiği bir güvenle aralarında şiddet uygulayanlar vardı. Peki tersi de olsaydı, Ülkücülerde oldu vaktiyle mesela. İslamcılar olsaydı yine böyle şiddet uygular mıydı?
“Biz onların karşısına pek çıkmıyorduk. O yüzden bir şey yapmıyorlardı. Biz çoğunlukta olsak, onlar da bizim karşımıza çıkmasalar biz de bir şey yapmazdık diye düşünüyorum. Çoğunlukta olsak ve onlar mesela okulun duvarlarına “Allah yoktur” ya da peygamberi kötüleyen bir şey yazsalar döverdik herhalde. Ama bize bu şekilde saldırmamak şartıyla “Komünizm’i istiyoruz” gibi şeyler deseler bir şey demezdik. Tabi o güne göre hayal etmek zor…”
Soru: Mesela Kanlı Pazar gibi bir günün aktörü Deniz Gezmiş. O günkü karşılaşmada Müslümanların durumu Deniz Gezmiş’in dine olan tavrını körüklemiş olabilir mi? Sorgulamak için soruyorum sadece.
“Olabilir tabi. Kanlı Pazar’da MTTB’liler ile savaştıkları için onlar Müslümanları düşman görüyor, bizim okuldaki Sosyalistler ise bizi düşman görmüyordu. Centilmenlik anlaşması gibi bir şey vardı. Biz diyorduk ki “Biz zaten küçük bir grubuz. Bunların da bizimle bir dertleri yok zaten, bunlar rejime karşı çıkıyor” Onlar da diyordu ki “Bunlar zaten küçük bir grup, zaten güçlü değiller. Biz de onlara dokunmayalım, demokrat gözükelim hem.” Biz de akıllı davranıyorduk. Ülkücüler olsa davranmazdı mesela, davranamadılar da. 12 mart muhtırası sonrasında rektör değişti, sağcı bir rektör geldi ve yüzlerce ülkücü işçi aldı. O ülkücüler okul otobüslerini basıp bir kaç kişiyi öldürdü mesela. Öldürdüler de ne oldu? Oradaki 1500 Sosyalist, Sosyalistliğinden mi vazgeçti? 5500 Sosyal Demokrat Solculuğundan mı vazgeçti şiddet uygulayıp sindirdiğinde? Bizim hiçbir zaman bu olmadı derdimiz. Hiç aklımızdan geçmedi böyle bir şey.
Bizim akıl hocalarımız iyi olduğu için zulmetmezdik asla diye düşünüyorum. Dinimize küfretmedikleri, Allah’a hakaret etmedikleri sürece bizim onlara müsamahalı davranacağımıza inanıyorum. Zaten bizim tabiatımızda şiddet uygulamak falan yok. En basitinden Necip Fazıl “hazır olun” derdi dinamizm vermek için ama asla “saldırın” demediler. Müslümanların eylem yapması daha kolaydı esasında. Çünkü bir taban vardı. Camiler vardı mesela ellerinde. Cuma günü camiyi bir ayağa kaldırsalar ortalık ayağa kaldırdı. Onların hiç öyle bir taban yoktu, bir tek kendileriydi. Biz kötü niyetli olsaydık… Nitekim bu tip bir kaç olay oldu ama onu da yapan İslamcılar olmadı. Camileri kullanıp kışkırtarak yapılan olaylardı, Çorum ve Maraş Olayları…
Maraş ve Çorum Olaylarında İslamcılar katılmadıkları gibi yatıştırmaya çalıştılar. Provakasyon oldu ve onları yatıştırmaya çalıştılar. İslamcılar isteselerdi diğerleri gibi silaha saldırıp eylem yapmak isteseler camileri kullanabilirlerdi.”
Soru: Şevket Eygi’nin 60’ların sonunda sizin aranızda bir tanınırlığı var mıydı? Farklı bir isim olduğu için sordum.
“Tabi o günlerde önemli rol oynadı. Erbakan’ın bağımsız milletvekilliği döneminde, Necip Fazıl, Diriliş ekolü, Mavera ekolu vs ile edebiyatla Müslümanlar uyandırılmaya başlandı. Siyasi olarak da Necmettin Erbakan çıktı. Önce Odalar Birliği’ni ele geçirmek istedi. Anadolu’nun esnaf ve sanayicisinin oyuyla seçildi ve ilk defa böyle bir şey oluyordu. Bugün anlaşılması zor. O zamanlar İslamcı bir Müslümanın Odalar Birliği’nin başına gelmesi muazzam bir olaydı. Şevket Eygi’nin Bugün gazetesi vardı o zaman. Celalli bir üslubu vardı bir de. Onun çok güzel bir eylemi vardı: “Cemaat-i Kübra ile Sabah Namazları”. Binlerce kişiyle bugün Sultanahmet’te, yarın Süleymaniye’de sabah namazı kılınırdı. Milleti diri tutardı.”
Soru: Kanlı Pazar’dan önce mi bunlar? Kanlı Pazar’da Şevket Eygi’nin davetkar bir yazısı vardı sanki…
“Yani tabi herkes bizim gibi yaklaşmıyordu. Bizi ilgilendirmez solcular demiyordu herkes. “Bu dinsiz imansızlar memleketi Markist yapacaklar, camiler kapanacak, memleketi bunlara mı bırakacağız” diyordu esnafın çoğu. Onları da tahrik edince Kanlı Pazar oldu. Keşke olmasaydı. İslamcıların en kötü hatırası bence bu. Biz şiddete bulaşmamakla övünürdük. Erbakan da böyleydi. Onun Akıncıları vardı “Vur de vuralım, öl de ölelim” derlerdi. Hiçbir zaman, hatta partileri kapatıldığı zaman dahi kimseyi sokağa döküp şiddete teşvik etmedi. Kanlı Pazar istisna gibi ve çok üzücü bir olay…”
Soru: Metin Yüksel ile Sedat Yenigün muhtemelen her yerde duyuldu. Sizin içinde olduğunuz grupların onlara bakışı nasıldı? Biraz daha duygusal hal nasıldı?
Bizim gençliğimizden sonraydı. 68 kuşağıyız biz, onlar 70’lerin sonu bize çok aksetmedi.
Not: Salih Paşaoğlu, ODTÜ’den sonra Erbakan’ın Ağır Sanayi Hamlesi fikrinin bir parçası olan Tusaş’ta ve bir ara Suudi Arabistan’da çalıştıktan sonra 1980 İhtilali sırasında askerliğini yapmış. Bu yıllarda Devlet Su İşleri’ne girdikten sonra aktif mücadeleden kopmuş ve devlet bürokrasisi içinde Enerji Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na kadar çeşitli görevlerde bulunmuş. Söyleşimize bir ara verdikten sonra onunla Enerji konularını konuştuk.
Türkiye’de Enerji Politikası
“Türkiye’de enerji politikasının birkaç ayağı var. Bu konuda söyleyebileceğimiz birçok şey var çünkü senelerce bu işin içinde bulunduk. Türkiye’nin enerji konusunda ne yapması lazım? Bir defa uluslararası enerji politikalarında güçlü olması, öne çıkması, etkili olması lazım. Türkiye’nin jeopolitik şansı var. Türkiye’nin doğusundaki kuzey ve güney bloklardaki ülkelerde dünyanın gaz ve petrol üretiminin %74’ü üretiliyor. Buna karşın Türkiye’nin batısındaki bütün ülkeler bu gaza ve petrole ihtiyaç duyuyor. Yani, Türkiye tam bir enerji köprüsü, bu konumunu iyi kullanması, güzel projelere destek olması, Türkiye’nin vazgeçilmez, kritik bir ülke olması gerekiyor. Böyle olursak eğer dünya da bize değer verir. Bize gelecek zararın onlara da dokunacağını düşünürler. 30-40 sene önce yapılmış Türkiye-Irak Petrol boru hattı projesi var mesela. O hala devam ediyor. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesi yapıldı. Bu projenin yapılmaya karar verilmesi kolay olmadı. Rusya’nın bütün gücüyle karşı çıktığı bir projeydi. Amerikan’ın desteğiyle Rusya dışlandı ve Türkiye’den geçmesi sağlandı.
Şimdi Samsun-Ceyhan petrol boru hattı yapılsın, tankerler Boğaz’dan geçmesin, Türkiye buradan köprü olsun isteniyor, Ceyhan’a rafineriler kurulsun deniyor. Hatta enerji marketleri kurulsun isteniyor. Şimdi TANAP projesi başladı, Bakü’den başlayıp Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden bir doğalgaz hattı olacak. Bu da Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Avusturya’yı içine alan, oralara gaz götürecek olan bir boru hattı. Bir de aşağıdan; Yunanistan ve İtalya’dan geçecek olan var. Şu anda hala Yunanistan’a gaz veriyoruz.
Tüm bu projelerin desteklenmesi lazım, Enerji Bakanıyla beraber Mısır’a gittik birkaç defa. Mısır’dan da yukarıya doğru bir doğalgaz hattı gelmesini istiyoruz. Amerika’ya gittiğimizde enerji bakanıyla görüştük. Irak’tan da petrol boru hattına paralel doğalgaz boru hattı gelsin istiyoruz. Bugünler de çok konuşulmaya başlandı. İnşallah olacak.”
Enerji Verimliliği
“Enerji politikasının ikinci ayağı enerji verimliliği sağlanmasıdır. Hükümet bu konuda da birçok şey yapmaya çalışıyor. Enerjisi verimli aletler kullanılmalı ve israf edilmemeli. Türkiye’nin enerji ithali için yurtdışına verdiği para 50 milyar doları aştı. Türkiye’nin en büyük ekonomik dar boğazı enerjiyi ithal etmek. Türkiye kendi enerjisini kendi üretiyor olsa Türkiye’nin önü tutulmaz. Türkiye bunları aşarsa çok büyük bir devlet olur. O yüzden verimli kullanıp, az ithal etmemiz lazım.
Hükümetlerin enerjiyi kullanıcıya güvenli bir şekilde vermesi lazım. Enerji dışarıdan geldiği için bu çok zor. Kendi enerjimizi üretseydik çok kolay olurdu. Ancak kendi ürettiğimiz enerji ithal ettiğimizin onda birinden az. O yüzden petrolün, doğalgazın %90-95’ini ithal ediyoruz. Doğalgazın %65’ini Rusya’dan ithal ediyoruz. Madem dışarıdan alıyoruz o zaman tek çare kaynak çeşitlendirmesi. Ya aldığın enerji cinsinin türünü çeşitlendireceksin; sadece doğalgaza bağlı kalmayacaksın. Nükleer de yapacaksın, kömür de ithal edeceksin. Ya da ülke kaynağını çeşitlendireceksin. Doğalgaz alıyorsan sadece Rusya’dan almayacaksın. Biz şu anda Rusya’ya o kadar bağımlıyız ki; kışın musluğu kapattığı anda mahvolduk demektir. İran’a ise hiç güvenilmiyor. İran kaç defa kapattı musluğu ama idare edebildik. Bir zamanlar kış mevsiminde günlük harcama miktarımız 110 milyon metreküptü, şimdi 150-160 milyon metreküp oldu. Bunun 25-30 milyon metreküpü İran’dan geliyor. İran bunun tamamını kesmişti bir zamanlar. Sıkıntıya düştük ama Rusya’yla idare ettik.
Şu anda iyi gidiyoruz ancak Rusya kesmeye kalkarsa depomuz yetmez. Günde 20-30 milyon metreküp doğalgaz alınabiliyor depodan. Enerji güvenilirliği bu şekilde sağlanıyor. Nükleer de burada devreye giriyor. Nükleere ihtiyacımız var. Bütün dünya nükleeri yapıyor, bize gelince nükleer kötü oluyor.
Greenpeace’in kurucularından biri Amerika’nın kurtuluşu nükleerdedir demeye başladı. Çünkü Amerika’nın yenilenebilir enerji potansiyeli yok. Bol miktarda kömür kullanıyor. Amerika çok kirletiyor. Bu yüzden de Kyoto Sözleşmesine de imza atmıyor. Amerika kömürü bırakır nükleere geçerse o zaman temizlenir diyor. Çünkü nükleerin hiçbir kirliliği yok. En temiz enerjilerden birisi. Nükleerin tek sorunu atıkları. O katı atığı ya isteyen ülkelere satıyorsun. Ya da tüm dünyanın yaptığı gibi atıkları entegre bir yerde saklıyorsun. Mesela Türkiye’de deprem olmayacak, yıkılmayacak, su basmayacak bir mağaraya o katı atığı sakladığınız zaman kimseye bir zararı olmuyor. Ancak genel olarak düşündüğümüz zaman nükleer atıklar dünyada radyoaktif enerji yaratıyor. Bunların hiçbiri olmasın diyebilirsiniz; bu güzel, ideal bir çevrecilik ama pratik değil. Kanada, Avrupa, Amerika ve Japonya… Tüm bu gelişmiş ülkeler kendilerine yapıyorlar; bize gelince gelişmeyelim diye itiraz ediyorlar.
Nükleer büyük miktarda üreten bir enerji. Derde çare olan bir enerji. Katı atıkların entegrasyonu haricinde hiçbir sorunu yok. Çalışırken patlarsa sorun oluyor ancak son teknolojide de hayli emniyetli hale getirdiler.
Bizim için asıl nükleer tehlike Ermenistan’daki iki tane eski, çürük santral… Dünya Nükleer Enerji Ajansı bütün nükleer santralleri devamlı kontrol ediyor ve hangilerinin riskli olup olmadığına dair raporlar yayınlıyor. Esas o riskli ve eski olanları kapatıp yerine yenilerini kurmak lazım. Nükleerden vazgeçme anlamında değil, bunlar riskli olanlar. Sadece Ermenistan’daki değil, Avrupa’daki de patlasa biz de mahvoluruz. Onlar ”siz riskini taşıyın, biz sefasını sürelim” diyorlar. Biz de diyoruz ki ”benim kasabama yapma”. Senin kasabana yapmasam diğer kasabaya yapsam ne olacak? Sen onun hiçbir nimetinden istifade edemeyeceksin. Satışlardan, istihdamdan, gelirlerden vs… Samsun’a yapsam Sinop’luların sesi çıkmıyor. Sinop’a yapsam Samsun’dakilerin sesi çıkmıyor. Karşı çıkacaksanız, yakındakine karşı çıkın. Sinop’a nükleer santral yapıldığı zaman binlerce insan çalışacak. Sinop zaten hiçbir geliri olmayan bir şehir. Eskiden radar ve Paşabahçe vardı. İnsanlar orada çalışıyordu. Şimdi ikisi de kalmadı. 2-3 aylık turizm mevsiminin dışında geliri yok. Sen oraya nükleer santral yaptığın zaman en az 1000 kişi çalışabilecek.
Bu santrallerin içerisinde sadece tek bir yapıda nükleer, yani radyoaktif var. O yapının içerisinde de iki dev silindir var, biri buhar kazanı, diğerinin içerisinde radyoaktif reaksiyon oluyor. Bu silindirler de 700-800 tonluk silindirler. Kaynak olmadan, tek parça olarak yapılıyor. O yüzden sızma da olmuyor. Bu büyük silindirlerin nakliyesi için deniz kenarları daha elverişli oluyor. Bu silindirler içerisinde reaksiyon, radyoaktivite oluyor. Patlama sonucunda ısı oluyor ve o ısıdan da buhar oluşuyor. O buharın enerjisiyle de elektrik üretiliyor. Diğer santraller de bu şekilde çalışıyor.
Bu bahsettiğim bizim gördüğümüz silindirik yapıların duvar genişliği 1 metreydi, şimdi bunu 2 duvara çıkardıkları söyleniyor. Beton duvarın içinde de 10 cm çapında demir donatılar var. Bunun üçte biri kayaya gömülüyor. Statik olarak fevkalade sağlam bir yapı. Üstü de kubbe. Oradan füze atsan, parçalaması mümkün değil. 7.5, 8.0 şiddetinde depremlerde yıkılması mümkün değil. Mesela Sinop’ta bunu yıkacak kadar bir deprem olsa Sinop’ta zaten ondan zarar görecek insan kalmamış olur. Dünyanın herhangi bir yerinde bir nükleer santral patlayacak olsa bu bütün dünyaya zarar verir.
Hem Japonya’daki hem de Türkiye’yi etkileyenler eski ve güvensiz inşa edilmiş santrallerdi. Esas onları suçlamak lazım. Bunların kapatılıp, daha güvenilir daha yeni teknolojilere döndürülmesi gerekir. Dediğim gibi kurulduğu yere zararı yok. Çalışma sırasında da kimseye zararı yok. O sıcak sular termik santrallerde de var. Elbistan’daki o büyük yapıları santral zannetmeyin; onlar soğutma yapılarıdır. Su ısınıyor ya, o sıcak sudan enerji üretince o suyu akıtarak soğutuyorsun. O ılık suyu denize atıp, denizden soğuk su alıyorsun. Birkaç kilometrelik alandaki su ısınmış oluyor. Deniz değil de göl ise o zaman biraz tehlikeli. Mesela biz Amerika’ya gittiğimizde büyük bir göl vardı. O baraj gölüne yan göller yapmışlar. Santrali yana koymuşlar. Soğuk suyu büyük gölden alıyor. Sıcak suyu küçük göle koyuyor. Su küçük gölde soğuduktan sonra öbür tarafa geçiyor. Onu soğutma haznesi gibi kullanmışlar. Bu nükleer santralin olduğu yer de plajlarla dolu. Yani insanların yaşamını asla etkilemeyen, çalışırken radyoaktivite vermeyen ve atmosferi de kirletmeyen bir santral tipi.”
Yenilenebilir Enerjinin İmkanı
“Santral kaç saat çalışırsa o kadar enerji üretiyor. 1000 megavatlık bir rüzgar santrali senede 1000-1500 saat çalışarak yaklaşık 1-1,5 milyar kilovat saat enerji üretiyor. Eğer bu hidrolik santral ise bu 3000, 4000 saati buluyor. O da 4-4,5 milyar kilovat saat enerji üretebiliyor. Ancak 1000 megavatlık nükleer santral bütün bir yıl çalışıyor. 1 ay ya da 20 gün hariç. 8600 saat çalışıyor. Onun için 8,5-10 milyar kilovat saat enerji üretebiliyor. O yüzden büyük sorunları, ihtiyaçları ya nükleer santrallerle ya da büyük termik santrallerle çözebiliyorsunuz.
Yani yenilenebilir enerjiyle yavaş yavaş çözersiniz. Bunlar direkt şifa olmuyor. Çünkü Türkiye’nin yılda enerji ihtiyacı %10 artıyor. Enerji soğutmada da çok kullanılmaya başlandı. (Avrupa’da %1,5) Yaz günleri enerji ihtiyacı artışı Antalya civarında %20. Şimdi sen bunu karşılamak zorundasın. Bunu rüzgar ya da güneş gibi küçük şeylerle karşılayamazsın.
Enerji güvenliğini sağlamak için en iyisi içeriden almak. Kendi yerli kaynaklarının içerisinde de en iyisi yenilenebilir kaynaklar. Yenilenebilir enerji en iyi olduğundan kimsenin şüphesi yok. Yenilenebilir enerjinin mutlaka tamamının en kısa zamanda geliştirilmesi gerekli.
Bugüne kadar dünyada çevreciler yenilenebilir enerjiyi savundular. 400-500 kişinin katıldığı Dünya Enerji Kongresi gerçekleştirildi. Yenilenebilir enerji kongresiydi o. Rüzgar, güneş ve su yenilenebilir enerjinin temel aktörleri. Bunlara bütün çevreciler taraftardı. O zaman ”büyük barajlara hayır” diyen birtakım yeni gruplar çıkmıştı. Biz de bunlarla mücadele ettik. Doktor Patrick diye bir adam var. Her tarafta baraj aleyhine konuşuyor.
Hidrolik enerji içerisinde de çevreyi en çok etkileyen tabi ki barajlar. Çünkü büyük barajlar ekolojik dengeyi değiştiriyor. Orada küçük bir ırmak akarken daha sonra orası göl oluyor. Ekolojik denge değişiyor ancak çok olumsuz şekilde değişmiyor. Bazı yönlerden olumlu, bazı yönlerden olumsuz değişiyor. İleride belki dengeyi bulacak. Oradaki nehir balıkları yok oluyor. Ancak sonradan milyonlarca balık atılınca balık cenneti haline geliyor. Orası insanların hava aldığı, iklimi değiştiren güzel bir göl kenarı haline geliyor. Ancak bunun yanında birçok ağaç da kesiliyor.”
Soru: Bu Allah’ın yarattığı doğaya müdahale değil mi?
“Allah’ın yarattığı doğaya her zaman müdahale ediyoruz. İklim değişiyor ama olumlu mu olumsuz mu onu henüz tam olarak bilemiyoruz. Daha çok buharlaşma olduğu için daha çok yağış olur diye düşünülüyor. Daha kuru bir iklimken daha rutubetli olur diye düşünülüyor ama tersi de oluyor mu, bilemiyorum. Kayseri’de de yağan kar azaldı. Yapılan barajın etkisi oldu mu, bilmiyorum.
Çevrecilere göre dünyada hidrolik enerji çevreci bir enerji. Çünkü yenilenebilir, temiz ve hiç kirletmiyor. Bazı çevrecilerin karşı çıktığı büyük barajlar vardı ama nehir santrallerine karşı çıkan kimse yoktu orada. Bu nehir santrallerine çevrecilerin karşı çıkması Türkiye’ye has bir şey… Bu yanlış bilgilendirme ve propagandayla gerçekleşti. Biz Müslümanlar çevreci olmak zorundayız. Allah; ”insanların karaya, denizlere verdikleri zarardan dolayı bozulmalar oluştu. Bunların cezasını çektireceğim insanlara ki, akıllansınlar diye” diyor. İnsanların doğayı tahrip etmesi, akarsuları, denizleri kirletmesi kesinlikle yanlış… Bizim Müslümanlar olarak buna karşı çıkmamız lazım. Ancak bugün bütün dünyadaki prensip şu; tüm yatırımlar ve kalkınma sürdürülebilir olmalıdır. Bizim olaya bu yoldan girmemiz lazım. Sadece su projeleri değil tüm projeler, yatırımlar sürdürülebilir olmalıdır.
Marsilya’daki bir konferansta Türkiye adına bir bildiri sundum. Konu ”su kaynaklarının geliştirilme projelerine entegre yaklaşım” idi. Entegre yaklaşım dendiği zaman bütün diğer disiplinlerin de devreye girmesiyle, her şeyi düşünerek yaklaşmak; kısacası çevreci yaklaşmak demek. Çevreye vereceği etkileri değerlendirerek yaklaşmak demek. O yüzden bir proje yapılırken fizibilitesi sırasında çevreye verdiği zararları ortadan kaldıracak tedbirleri de maliyet olarak öngörmek; ona göre fizibilitesini hesaplamak lazım.”
ÇED: Çevresel Etki Değerlendirme Raporu
“Bu projenin çevreye zarar vermemesi için şu kadar milyon dolar daha harcayacaksan onu da koy, ona rağmen ekonomik fizibilite oluyor mu ona bakıp ona göre yapmak lazım. Sürdürülebilir olması için de ÇED diye bir olay var bütün dünyada, Çevresel Etki Değerlendirme Raporu. Her projenin çevresel etkisini değerlendiren bir rapor hazırlıyorsun. Bu projenin şöyle çevresel etkileri olabilir, diyorsun ve bunların olumsuzluklarını gidermek için şu tedbirleri almak lazım diyorsun. Bu raporların sağlıklı hazırlanması, bu raporların öngördüğü tedbirlerin iyi takip edilmesi buna aykırı bir şey yapılmaması ve ÇED’in gereğinin yapılması halinde proje sürdürülebilir olur ve çevreye hiçbir zarar vermez. Eğer raporu diyorsa ki bu proje olumsuz, yapmayacaksın projeyi. ÇED raporu şunları yaparsan bu proje yapılabilir diyorsa onları yapacaksın. Her proje ayrı ayrı değerlendirilmeli. Proje ne projesi olursa olsun hepsinin sürdürülebilir olmasının sağlanması lazım. Yoksa HES’ler temiz değil denildi mi doğru olmuyor çünkü HES’ler Türkiye’nin yatırımlarının içinde en masum olanı; yenilenebilir enerji ve kimseye zarar vermiyor. HES’lere karşı olanların ileri sürdükleri şeylerin çoğu hakikat hilafı. Projelerimizi mahkemeye verdiler, belirttikleri sebeplerin çoğu yanlış. Mesela endemik türlerden bahsediliyor, o bölgede endemik tür yok.
ÇED’in su hakkı raporları var. Su hakkı raporları demek, projeden önce bu suyu kullananların hakkının verilmesi demek. DSİ’de su hakkı hep vardır. Eğer su hakkı raporu diyorsa ki burada insanlar içme suyuna şu kadar alıyorlardı, o suyu vereceksin. Sulamaya şu kadar su alıyorlardı, onu vereceksin, enerji karşılığında bunu kesemezsin. Bütün bunların dışında bir de flora ve faunanın hakkı için verilen pay, var can suyu dediğimiz. Bu suyu da zaten uzmanları tespit ediyorlar. Bütün bunların raporlarda yer alması, raporların iyi yapılması ve takip edilmesi lazım. Böyle yapıldığı takdirde hiçbir zarar kalmıyor.
Tabi bir de kötü olmasının sebebi müteahhitlerin yanlış inşaat yapmalarından kaynaklanıyor. Halk bu gibi olayları iyi denetlemeye başladı ama denetlemeyi doğru yapsa, yanlışa karşı çıksa mesele kalmayacak. Bunları çok iyi denetlemek ve mani olmak lazım. Ama her projeyi ayrı ayrı ele almak lazım, her projenin yanlışı nerde var nerde yok ayrı ayrı almak lazım ve yanlışa karşı çıkmak lazım, HES’e değil. Çünkü alternatifi Türkiye’ye çok pahalıya mal oluyor. Türkiye yerli kaynağını kullanmazsa dışarıdan alacak. Kirlilik açısından yenilenebilir enerjinin alternatifi kirleten enerjiler. Mesela Türkiye’de doğalgaza karşı çıkanı görmedik. hangisi daha çevreci, hes mi doğalgaz mı? HES’ler doğalgazdan bizi kurtardığı için önemliler, çünkü yenilenebilirler. Rüzgarı, HES’i, güneşi ne kadar kullanırsak o kadar az termik, kömür veyahut doğalgaz santrali yapacağız.
Özellikle inşaat sırasında yaşanan işçi ölümlerinden dolayı da yoğun eleştiriler söz konusu oluyor. Bu noktada, anlamına dikkat çekmek istediğim bir ayeti kerime var, “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın.”. Müfessirler arasından bu ayeti kerimeyi iş güvenliğine yoran olmamış. Halbuki iş güvenliği tedbirini almamak demek de insanın kendini kendi eliyle tehlikeye atması demektir. Bu da haramdır dinimizde, bu tedbirlerin alınması bize Allah’ın emri. Çevre konusu da iş güvenliği konusu da öyle. Yabancılar buna bu kadar önem veriyorken bizim de bundan geri kalmamamız lazım, bu hem insanlık hem de Müslümanlık açısından görevimiz. İş kazaları olmasın diye tedbirlerin en hassas şekilde alınması lazım, aynı şekilde almayanlara karşı da mücadelemizi vermemiz lazım.”
Soru: Enerji ihtiyacı sürekli artıyor diyorsunuz, fakat enerjinin israfı o kadar fazla ki… Mesela plazaların tüm gece ışıkları açık durmak zorunda… Enerjinin bu şekilde kullanılması enerji ihtiyacına yol açıyor. İstanbul yıldızları göremeyeceğimiz kadar ışıklı bir şehir olduğu için elektrik enerjisinin belki de yüzde otuzu israf oluyordur.
Enerji kullanımının üç önemli noktası var; Dışarıdan alıyorsan çeşitlendirmeyi arttıracaksın. Verimliliği arttırıp israfı azaltacaksın. Ve mümkünse yerli enerji kullanacaksın. Bunlara dikkat edilmesi gerekiyor. Dikkat edildiği takdirde israfın azalacağı, verimliliğin artacağı bir gerçek fakat özel teşebbüs söz konusu oldu mu da bir şey denilmiyor.
Ayrıca refah seviyesi arttıkça enerji kullanımı artıyor. İnsan daha çok elektrik kullanıyor, sanayinin elektrik ihtiyacı artıyor. Gelişmekte olan bir ülke olmamızdan sebeple yüksek bir artış oranımız var.
Soru: Santrallerin çevreye zarar vermemesi için denetimin ve tedbirlerin artması gerek ve bunda halkın da rolü var dediniz. Halkta öğrenilmiş çaresizlik olduğu için devletin denetleme mekanizmalarının daha etkin olması gerekmiyor mu?
Devlet bu konuda iş güvenliği konusundaki gibi denetim mekanizmalarına sahip ve tedbirlerin alınmasını denetliyor. Fakat bazen yanlış siyasi tercihler bile bu durumları etkileyebiliyor, örneğin Çevre İl Müdürlükleri’nin Çevre Bakanlığı yerine Bayındırlık Bakanlığı’nın bünyesine alınması… Meseleye vakıf olanlar, çevre konusunda tecrübeli olanlar dışındakiler bu işe giriyorlar. Yerel yönetimlerin de zayıf olmalarından mütevellit onlar da bu konuda önemsiz kalıyorlar. Devlet böyle işleri özel teşebbüse bıraktıysa iyi denetlemeli. Fakat denetimin ve denetimin beraberinde alınması gereken tedbirlerin ne yazık ki müteahhitlerin ve müteşebbislerin insafına bırakıldığına şahit oluyoruz…