Sabiha Ünlü: “Dünyadaki her zulümle ilgileniliyor ama buradaki zulüm görülmüyor”
15 Kasım 2012 Perşembe akşamı Emek ve Adalet Platformu’nun Fatih’teki bürosunda yaptığımız sohbet-söyleşi “İslamcılar ve Kürt Meselesi Sohbeti – Ne Yapabiliriz?” başlığını taşıyordu.
1955 Çankırı doğumlu ve Dilek Taşları (yazılar, 1984) ile Bizim Toprağın Dili (roman, 2012) başlıklı iki kitabın yazarı Ünlü, 1970’lerin son yıllarından itibaren bizzat içinde bulunduğu İslamcı çevrenin politik/uluslararası ilgilerinin kronolojik bir dökümünü yaparak başladı konuşmasına. Bu çevrede Kürt meselesine ilginin ilk uyanışına ve bunun nasıl karşılandığına ilişkin yaşadıklarını aktardı. Söyleşide, bölgedeki farklı siyasi ve sosyal aktörlerin; parti, dernek, cemaat ve tarikatlerin faaliyetleri değerlendirildi. Kürt meselesinin Osmanlı’nın son döneminden bugüne gelişimine nasıl baktığını kısaca aktaran Ünlü, bugünkü çatışmanın taraflarının bölgede ne tür etkinlikler yürüttüklerini anlattı. Son olarak açlık grevlerine ilişkin geniş katılımlı bir tartışma yürütüldü.
Bedri arkadaşımızın sohbetin sitemizdeki haberinin altına düştüğü not hepimizin hissiyatını özetliyor: “Söyleşi son zamanlarda dinlediğim en etkileyici olanıydı diyebilirim. Sabiha Abla pozitif enerjisi ile ve ahlaki vicdanının diriliği ile gerçekten nadir insanlardan biri. Ufuk açıcı ve hayatın ortasında bir muhabbetti.”
Aşağıda Ünlü’nün konuşmasının ses kaydından derlenen özet metni bulabilirsiniz. Okunurluğu kolaylaştırması açısından sohbetin akış sırasını izlemek yerine tematik bir derleme yapmayı tercih ettik.
Sorunun askeri ve siyasi yönünün boyumuzu aştığı ortada. Umarız, boyumuzu aşan bu acil ve yakıcı sorun karşısında kısa, orta ve uzun vadede, meselenin sosyal ve ahlaki yönlerini de hesaba katarak, Türkiye’de yaşayan bütün topluluklar için hayırlı bir şeyler yapabiliriz. Bu söyleşi bunun ufak bir parçası olursa, ne mutlu bize.
İSLAMCILARIN İLGİLERİ VE KÜRT MESELESİ
1980’lerin gençliğiyiz, bize dünya, Türkiye sorunları ve din anlayışı olarak devredilen bir miras vardı. Biz bu devredilen geleneksel din anlayışına karşı çıkmıştık. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali (1979), Hamas’ın kuruluşu ve Birinci İntifada (1987), Bosna Savaşı (1992-1995) gibi olaylar, dünyanın dört bir tarafında Müslümanların maruz kaldığı adaletsizlikler, Türkiye’deki İslamcıların Afganistan, Filistin, Bosna, Moro, Patani gibi coğrafyalarla ilgilenmesine vesile oldu.
Buna karşılık, Diyarbakır Cezaevi’nde (1981-1984) yapılan işkenceler hakkında hiçbir şey bilmiyorduk o dönemde. Kürt meselesiyle ilgili olarak, Eruh ve Şemdinli baskınları (1984) ve Şırnak olayları (1992) gibi gelişmeler sonrasında tersten bir bilgilenme oluyordu.
Diyarbakır Cezaevi’nde olanlarla ilgili ise ancak, o dönemde bir uçak kaçırma hadisesi dolayısıyla Diyarbakır Cezaevi’ne konulan Ömer Yorulmaz ve Yılmaz Yalçıner’in aileleri vasıtasıyla haber alıyorduk. Fakat onların diğer mahkumlardan ayrı şartlarda tutulduklarını, farklı bir muameleye tabi tutuldukları öğrendik. Hatta bir taciz yolu olarak bizim arkadaşlarımıza diğer mahkûmlara şeriat dersi verdirilmiş.
İslamcılıktan gelen olumlu bir özellik olarak, anaakım medyaya güvensizlik zikredilebilir. “Fasık birinden gelen haberi tetkik etmeden inanmayın” mealindeki ilahi uyarı bunda önemli bir role sahiptir. Doğru habere ulaşma noktasında iki yol izleniyordu: 1) Yine güvenilemez bir kaynak olarak, çapraz bilgiye ulaşmak amacıyla BBC ve Amerika’nın Sesi gibi yayın kuruluşlarının yayınları takip ediliyordu. 2) Bölgeden gelen ya da bölgeye gidip gelen güvenilir kişilere ulaşılmaya çalışılıp onların tanıklıklarına müracaat ediliyordu.
Bölgede olup bitenlerden haberdar olmak için kişisel tanışıklıkları devreye sokmak ve bir tür muhabir ağı kurmak çok önemli. Hiçbir haber kaynağı meseleyi tam anlamıyla kuşatıcı biçimde görmek için yeterli değil. Farklı kaynakları sürekli taramak gerekiyor. Afganistan ve Filistin’den gelenlerin misafir edilmesi gibi bir gelenek vardı. 1992 Şırnak olaylarından sonra, Şırnak’tan göç edip Gaziosmanpaşa’ya yerleşen bir aileyle temas kuruldu ve onlardan bölgede olup bitenlere ilişkin bilgi alındı.
Şırnak olaylarında çelişkili haberler vardı. Bir taraf karakollara ateş açıldığını, diğer taraf ise evlere ateş açıldığını söylüyordu. Sonradan ikinci haberin gerçeği daha çok yansıttığını öğrendik ve Mete Sayar’ın ismi, yanan evleri seyredip halkı tahrik eden bir komutan olarak hafızalarımıza kazındı. Biz de bu işin medya yoluyla falan öğrenilemeyeceğini anladık. Böylece Mazlumder olarak hem güneye hem de Türkiye Kürdistan’ına gittik.
İHD’nin Kürt meselesiyle ilgili düzenlediği bir panele gittiğimizde çevremizden bize “solcuların paneline niçin gidiyorsunuz?” denmişti. Yargılanmam sırasında bir savcı da “kızım, bu konular solcuların konuları, bunlarla niçin ilgileniyorsun” şeklinde nasihatte bulunmuştu.
Bu yıllarda İslamcıların Kürt meselesine ilişkin olarak düzenlediği önemli bir etkinlik, Mazlum-Der’in 1992’de Ankara’da organize ettiği Kürt Meselesi Forumu’dur.
Bir Müslüman Bosna’da yaşanan zulümlerden bahsettiğinde kimsenin aklına bu kişinin “Bosna millyetçiliği” yaptığı gelmezken, bir Müslümanın Kürt meselesine duyarlı olduğu için “Kürt milliyetçisi” olarak yaftalanması çelişkili bir tavırdır.
Kavmiyetçilik, yaradılışlarından dolayı insanların kendini üstün görmesi, başkalarını küçük görmesidir ve dinen şeytanî bir davranıştır. Allah “ben sizi bir tarağın dişleri gibi eşit yarattım, renk renk, kavim kavim yarattım, dillerinizi çeşit çeşit yarattım ve bunlar benim ayetlerimdir” diyor. Bu yüzden kavmiyetçilik direk Yaradan’a bir itirazdır.
İslami camiada bu tarz konular siyasî, devleti rahatsız eden konular sayıldığı için yokmuş gibi davranıldı ve uzak duruldu. Sistem Şeyh Sait isyanından sonra Kürt bilinci ile İslami bilinç bir araya gelmesin diye elinde geleni yaptı. Kürt isyanları acımasızca bastırılınca zihinlerde de bir korku ve tedirginlik oluştu.
Şimdi ise İslamî kesim iktidar oldu ve farklı bir uzak tutma metodu uygulanıyor. Bu sefer sistem, içine çekerek absorbe ediyor. Böylece Müslümanların sistemle olan sorunları da kalmıyor. Devlet eşittir Müslümanlar oldu ve devam eden zulümler de Müslümanlık adına yapılıyor mesajı zihinlere işlendi. Dünyanın her yerindeki zulümler ile ilgileniliyor ama buradaki zulüm görülmüyor. Ülkedeki haksızlık ve zulümlerin üstünün örtülmesinde din bir araç olarak kullanılıyor.
Biz kendi söylediklerimiz ile samimiyet sınavını veremedik. Aleviler, Ermeniler, Yahudiler üzerinden sistemin söyledikleri ortada, ilkellik had safhada. Bu sistemde iktidar olunca biz, biz olmaktan çıktık. Sistem 28 Şubat’ta dikilince karşımıza bükemeyeceğimiz eli öpmeye kalktık. Sisteme uyum sağladık ve entegre olduk. Siyaset bizim kimyamızı bozdu. Kürt sorununa karşı zaten uzaktık, birikimimiz yoktu ve bu konuda iyice sınıfta kaldık.
Kürdüm dediğiniz zaman Müslüman camiada Kürtçü olarak etiketleniyorsunuz. Kürtlük zamanla kabul gördü ama şimdi de aynı cehalet, eğitim dili konusunda devam ediyor. Sonunda zorlamayla bu aşamaya geliniyor. İnançlı bir insan Kürtçe seçmeli ders olsun veya olmasın diye tartışmaya bile girmemeli. Bir kavmin doğal hakkıdır. Bu kadar zorlamayla, bu kadar bedelle bu hakkın veriliyor olması çok üzücü. Anadilde eğitim için şunu diyebilirler: “Ortam hazır değil, biraz zaman lazım.” Artık üç sene beş sene bir zaman koyarlar ve bu işi yaparlar.
Maalesef STK’ların pek çoğu siyasetçilerden bile daha geriler. Rehberlik etmeleri yol göstermeleri gerekirken bakıyorsunuz “bu Kürtlere ne kadar çok hak veriliyor” diye kızıyorlar. Başbakan da hesap yapıyor, sahiller mi Kürdistan mı diye. Sözlerini de ona göre ayarlıyor. Bakıyor ki STK’lar ve bu taraf o kadar geride ki ne söylese onu takip eden ona inanan insanlar var. Onu korkutacak hizaya sokacak STK yok ki, satın alınması çok kolay bir sürü kurum var.
BDP, MUZTAZAF-DER, AZADİ İNİSİYATİFİ VE BÖLGEDEKİ DİĞER AKTÖRLER
Türkiye’de yaşayan Kürtler inançları ve etnik kimlikleri arasında tercih yapmaya zorlanıyorlar. Bu hiç iyi bir şey değil. Kürt ve Müslüman ya da Kürt ve İslamcı olanlar en zararlı kişiler olarak görülmektedir ve Kürtlükleriyle ilgili Müslümanca bir siyaset yürütme imkânından yoksun bırakılmaktadır. Halk şu ikilemi yaşıyor, inancı ile etnik kimliği konusunda tercihe zorlanıyor. İnancından da kavmî kimliğinden de vazgeçmek istemiyor. Ben birkaç sene önce AKP’ye oy verenlerin daha rahat oy verdiğini görmüştüm ama şimdi insanlar daha kararsız.
Meleler için imam olarak 1000 kadro açıldı. Meleler halkı dini konuda bilinçlendiren çeşitli sorunlarda başvurulan danışılan bağımsız kişilerdi. Medrese çıkışlı ve herhangi bir yerden maaş almayan kişilerdi ve bu yüzden görüşleri daha objektif olabiliyordu. Şimdi bunlara kadro verildi, tabi kınamamak da lazım çünkü bölgede 200-300 TL’lik bir gelir o kadar önemli ki. Fakat melelerin konuşma özgürlükleri elinden alınmış oluyor. Sultanların ulemaları gibi melelerin de artık sözlerine dikkat etmesi gerekiyor.
Bölgede ulusal ve bölgesel çapta faaliyet gösteren sosyal ve siyasi örgütlenme (STK), cemaat ve tarikatların faaliyetleri ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Ulusal çapta faaliyet gösteren İslamcı STK’ların bölgedeki şubeleri merkezden, çoğunlukla da İstanbul’dan belirlenen gündemlerle uğraşıyor. Bölgede fakirlik ve Kürt meselesiyle ilgili sorunlar can yakıcı bir seviyede yaşanırken, insanlar merkezden gelen organizasyon doğrultusunda başka ülkelerdeki Müslümanlar için kermesler düzenliyor.
Din Alimleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (DİAY-DER) tarafından organize edilen ve BDP tabanının katılımıyla gerçekleştirilen sivil cuma eylemleri ile Mustazaf-Der’in düzenlediği kutlu doğum etkinlikleri, eylem stili ve kitleselleşme imkanı açısından birbiriyle karşılaştırılabilir.
2008 Nevruzu çok acı bir tecrübe olmuştur. Mazlum-Der bu tarihlerden itibaren bir manevra yapmış ve Kürt meselesiyle samimiyetle ilgilenen bağımsız STK pozisyonuna geri dönüş yapmıştır.
Azadi İnisiyatifi de olumlu temayüller barındırmaktadır.
Hizbullah tecrübesi bölgede acı bir tecrübe olmuştur. Mustazaf-Der Hizbullah tecrübesinden sonra, silahları gömme sözü vermiş ve şiddet içermeyen bir çizgide kitleselleşme çalışmalarına ağırlık vermiştir. Bölgede irili ufaklı pek çok yerel STK bu paralelde faaliyet göstermektedir.
Yüksekova’da Mustazaf-Der’e yakın önemli bir kişinin öldürülmesi sonrasında PKK ve Mustazaf-Der çatışmasının eşiğine gelindi fakat örgütlerin basiretli davranışları sonucunda böyle bir çatışma ortaya çıkmadı.
Örgütün alanı kimseye kaptırmama gibi bir durumu da var. Hâkim olma, başka sesleri bastırma çabaları da var. Genelde tek ses çıkar diğer seslerde temkinli çıkar. Düğünde nelerin söyleneceğini bile örgüt belirler.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ İLE PKK
“Ne yapabiliriz?” sorusunun kısa ve net cevaplarından biri, en azından Osmanlı’nın son döneminden itibaren Kürt meselesinin seyrini iyi bir şekilde öğrenmeliyiz şeklinde verilebilir.
1920’lerde Mustafa Kemal’in bölgenin geleceğiyle ilgili vaatkar ve ılımlı beyanları dikkat çekicidir. 1920’lerde yaptığı konuşmalarda Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde kendisini yönetmesinden bahsediyor. Büyük Millet Meclisi’nin tek bir unsurdan ibaret olmadığını, Kürdü, Lazı, Çerkezi ve tüm İslamî unsurlardan oluşan bir meclistir, hiçbirinin diğerinin üzerinden bir üstünlüğü yoktur diyor.
Lozan Anlaşması sonrasında ve 1930’larda Avrupa’da yayılan ırkçılık dalgasıyla birlikte Kürtlerin talepleri bastırılıyor, faşizan anlayış hakim oluyor. 1930’lardaki açıklamalar çok daha korkunç. Türkiye’de sadece Türkler vardır, Kürtlerin bir tek hakkı vardır o da Türklere hizmet etmek gibi. Sistem bunların üzerine kuruluyor işte.
Tabi bunlara ilk defa itiraz eden Şeyh Sait oluyor. Biz ayrı bir kavimiz bizi bir arada tutan İslam’dır diyor. Onu da bir komployla hemen erken bir şekilde savaşın içine çekerek susturuyorlar. Sistem bir daha Şeyh Sait düşüncesi dirilmemeli diye bir hedef belirliyor. İslam’la Kürt sorunu hiçbir araya getirilmiyor. Ayrı ayrı ele alınıyor hep.
Halkı İslam’dan uzaklaştıramıyorsunuz. Kemalizmin bir din gibi sunulması, ibadethanelerimizin değiştirilmesi, dinin bizi geri bırakan unsur olarak gösterilmesi gibi düşünceleri kabul ettirmeye çalıştılar. Devlet böylece dini kendi denetimine aldı ve ona zarar vermeyecek bir din anlayışını halka empoze etti. Örgüt de baktı halk dinden vazgeçmiyor o da bazı manevralarda bulundu. Liderin melelerle videolarını hatırlıyorum, onları desteklediğini göstermek için. Örgüt de diyanet teşkilatına benzer bir örgüt kurdu.
Müslümanların çok devletçi bir yapıları da var. Kürtler bu konuda daha avantajlılar, sistemi çok daha temelden tanıyorlar. Mesela devlet anlayışı batıda ve Kürdistan’da hiç birbirine benzemez. Kürdistan’da köklü bir devlet güvensizliği vardır, devletin iyi diye getirdiği bir şeye bile şüpheyle bakılır. Çünkü iyilik görmemiş, temkinli davranılır. Batıda da devlete duyulan bir güven vardır, devleti ve sistemi tanımaz. Bu yüzden muazzam bir fark var. Bu yüzden maalesef Türkleri anlamasını da Kürtlerden bekliyoruz. Yani Kürtler sistemi daha iyi bildiği için bu tarafın nasıl kandırıldığını daha iyi anlayabilirler.
Halkları meseleleri anlamaktan o kadar uzaklaştırdılar ki KCK anlaşılamadı mesela. Hiçbir şiddete karışmamış, eline silah almamış ve hiçbir belge yok ama buna rağmen içeri alınıyor insanlar. KCK tutuklamaları halkta büyük bir öfke oluşturuyor. Legal siyaset yapan sivil kişiler alınıyor. Tutuklayanların iddiası da bunlar şehir uzantısı…
Bir de Kürt sorunu ayrı PKK ayrı diyorlar. Şimdi sayılar ortada ve sürekli yenilenen bir örgüt ve “PKK halktır halk burada” olayı var. Devlet bunu bir kabullense halkın neden dağa gittiğini ve bu desteği düşünmeye başlayacak. Ancak bu şekilde anlayabilir.
Mesela örgüt Hakkâri’de Lübnan Hizbullah’ı gibi çalışıyor. Halk sorunlarını örgüte götürür, hatta bir kuma meselesi bile örgütün sorunudur. Alacak verecek işlerinde, evlilik, kız kaçırma gibi sorunlar örgüte gider ve örgüt de çözer. Ancak bu sosyal boyutu hiç bilinmez. Sanki sürekli bir savaş ortamı varmış gibi gösterilir. Oranın gerçekleri bu tarafa hiç sağlıklı yansımıyor maalesef. Bölgede devletin bu tür alanlarda faal olamadığı görülmektedir. Kimi bölgelerde güvenliği sağlama işi de devlet tarafından üstlenilememektedir.
AÇLIK GREVLERİ
Açlık grevlerini çokça düşünüyorum. Talepler hükümete yönelik ve bu hükümetin davranışları belli. O insanların bu merhametsiz yaklaşımlarından merhametli bir yaklaşım beklemek çok gerçekçi gelmiyor. Bana sorsalar farklı bir mücadele yolu seçin derim. Müslüman camia daha bu talepleri anlayabilmiş değil. Bu talepleri meşru görmediği için bir de eylemin tarzı da ona hitap etmiyor.
Açlık grevleri ile ilgili nasıl sistemin merhametsizlik damarları devrede, örgütünde merhametsizlik damarlarının devreye girdiğini düşünüyorum. Yani hükümet gururu dediğimiz olayın örgüt gururu gibi de bir karşılığını olduğunu düşünüyorum.
Taraf olmadan tartışmak, konuşmak lazım ki zihinlerimiz olgunlaşsın. Yabancı olduğumuz bir konu var karşımızda. Ölüme yatma olayının inceliği kavranabilmiş değil. Ölen hangi taraftan diye bakıyoruz, ona göre üzüleceğiz. Bu çok marazî bir haldir.
Güzel bir söyleşi. Birkaç ilave yapmak istiyorum.
1980 Darbesi’nden sonra İslamcılaşan ülkücü kökenli insanların, İslami çevrelerin Kürt meselesine yönelik duyarlık kazanmasına ciddi bir katkıları olmuştur. Kendi geçmişlerinde bizzat ırkçılık benzeri poziyonlar benimsedikleri için, bu konuya duyarlı olmuşlardır.
Tabii ki ülkücü geçmişi olmayan İslamcıların da Kürt meselesinin çözümüne yönelik çabaları olmuştur. Örneğin Risale-i Nur geleneğinden gelen Köprü dergisinde 1988 yılında “milliyetçilik” konulu çalışmalar yayımlanmış, buradaki tartışmaların bir kısmı Metin Karabaşoğlu’nun Kertenkele Çukuru –Milliyetçilik, Dünyevileşme, Kemalizm– kitabına (1992) da yansımıştır. Yine Babanzade Ahmed Naim’in İslam’da Davayı Kavmiyet başlıklı kitabının 1979-1980 yıllarında İslam’da Irkçılık ve Miliyetçilik –Irk Ayrımı Politikası İnsanlığa Karşı Suç– adıyla yeniden basılması (yay. haz. Ömer Lütfi Zararsız, İkbal Yayınları) gibi yayın faaliyetleri konuya İslamcıların doğrudan ve dolaylı ilgisini yansıtmaktadır. Yine Dünya ve İslam dergisinde (16 sayı, 1990-1993) milliyetçilik ve Kürt meselesine dair bazı çalışmalar yer almıştır.
İslamcı geleneğin radikal kanadının, halkın İslam anlayışıyla, gelenekleriyle ve devlete bakışıyla eleştirel bir ilişki kurduğu bilinmektedir. Bu konuda bazen aşırılaşan eleştirellikler ve “gerçek İslam”ın halka götürülmesi önceliği, radikal İslamcı örgütlerin bazı durumlarda “büyük ve acil adaletsizliklere karşı mücadele”yi ikinci plana atmasına yol açması söz konusu olmaktadır. Halkla ilişki kurma ve kitleselleşme konusunda radikal İslamcıların sahip oldukları ve 1990’lı yılların ikinci yarısında ülke çapında tecrübe edilen başarısızlıkların, bölgede tekrarlanması üzücü olacaktır. Bu sebeple, radikal İslamcı ajandanın geri plana çekilerek, bölgenin sorunlarına halkın kendi anladığı anlamda Müslümanca nasıl çözüm aranabileceğine odaklanılmalıdır. Bu gereklilik bölgesel kuruluşlar için geçerli olduğu kadar, ülke çapında faaliyet gösteren kuruluşlar için de geçerlidir.
“Halkın devlete bakışı” konusu, radikal İslamcı ajanda açısından önemli bir noktadır. Muhalif olmak, anarşist ya da liberal olmakla eş anlamlı değildir. Devleti eleştirebilecek bir pozisyonda durmak her durumda gereklidir. Ama bu anarşist, liberal ya da devlet düşmanı olmayı gerektirmez. Devletin reflekslerini tanımak gerekir. “Kürtlerin devlete güvensizlikleri çok köklü” gibi bir tespit yapıp, bu durumu olumlu bir şey olarak görmek, eğer devlet karşısında eleştirel mesafeyi koruyabilmek anlamına geliyorsa, buna bir şey denemez. Fakat kasıt bu değilse, Ortadoğu coğrafyasında devlet ihtiyacının tarihte ve bugün nasıl giderildiğine ilişkin farklı görünümleri bir kere daha gözden geçirip Türk devletini bu gözle değerlendirmekte yarar var.
Türkiye Cumhuriyeti devlet ve ordusunun 1990’lardaki davranış kodlarıyla 2000’lerdeki davranış kodları aynı değildir. Örneğin bir karakol bombalamasından sonra karakolun çevresindeki yapılan köylere muamele değişmiştir. Kürt meselesi üzerine düşünürken, devleti ve orduyu statik yapılar olarak görmemek, bunların yaşadığı dönüşümü es geçmemek lazım.