Orhan Gazi Ertekin ile Söyleşi: “Erdoğan bu anayasa önerisiyle düşmanlarına karşı değil bizzat AKP’nin örgütsel yapısına karşı hazırlanmaktadır.”

 

Demokrat Yargı adına hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Sadece yazıp çizen birisi değilim. Aynı zamanda hakimlik yapıyorum. Hakim ve savcıların örgütlendiği, avukatların da üye olduğu Demokrat Yargı Derneği’nin eşbaşkanlığını yürütüyorum.

Sizinle beraber kararlaştırdığımız konu son derece önemli. Bugün en acil siyasal gündemlerimizden bir tanesi. Bir tarih meselesi gibi düşünülüyor ama aynı zamanda güncel de bir mesele. Dolayısıyla tarih üzerine kurduğumuz her cümle aslında güncel olana taşınacak gibi görünüyor. Söz konusu başlık -İslamcılığın adalet, müsavat ve meşveret serüveni- altında değerlendireceğimiz üç temel husus var. Bunlardan biri siyasal ideolojiler meselesi. İkincisi anayasacılık meselesi. Anayasacılık hareketlerinin 19. yy’dan bugüne geliş sürecini daha doğrusu Baki Tezcan’ın II. Osmanlı dediği dönemden itibaren alacağımızı söyleyebiliriz. Üçüncü olarak günümüzde de devam eden anayasa tartışması. Bu üç maddede bizim konuşacağımız meseleyi biraz hüzünlü hale getiren noktalar var.

Siyasal ideolojiler bağlamında şunu söyleyebilirim. Siyasal ideolojilerin olağanüstü ölçüde çözüldüğü, siyasal teorilerin önemsizleştiği bir dönemden geçiyoruz. Kamunun siyasal teori ve siyasal ideoloji talebi çok az. İslamcı gelenek ve örgütsel yapılar da kendi içinde söylemsel ve pratik olarak kendi tutarlılığını kaybediyor. Dolayısıyla İslamcılık üzerine konuşmanın böyle bir sınırlılığı var.

[pullquote]Siyasal ideolojileri bundan sonraki süreçte farklı gruplara yönelik nasıl bir hak vaadinde bulundukları ve kendi siyasal pratiklerinin toplumun genelinin hak tecrübesine dönük ne getirdiğiyle sorgulamak lazım.[/pullquote]

Maalesef Türkiye’de siyasal tarih çok zayıf bir yargı ve hukuk vurgusuna sahip. Hukuk, adalet ve parlamento üzerinden Türk siyasi tarihinin değerlendirildiği pek az örnek var. Türkiye’de hukuk ve yargı bağlamında bizzat bu kurumsal gelenekleri takip eden bir siyasal tarih okumamız yok. Anglosakson dediğimiz gelenek aslında bizim kamu hukuku, hukuk tarihi olarak bildiğimiz gelenektir. Fransızlar’ın kamu hukuku dediği, Almanlar’ın devlet kuramı, İngilizler’in ise siyaset bilimi dediği şeydir. Bu siyasal tarih aslında farklı siyasal öznelere vaat edilen hakların tarihidir. Hakların ve yurttaşlığın somut olarak nasıl tecrübe edildiği göz önünde bulundurularak anlatılır. Türkiye’de böyle bir gelenek ve külliyat yok. Teorik birikimimiz ve tartışma girişimimiz zayıf. Bundan dolayı Türkiye’de siyasal ideolojiler hak, hukuk, yargı ve parlamento meselesinde yargılanmıyorlar. Pek az sorumlu tutuluyorlar. Siyasal ideolojileri bundan sonraki süreçte farklı gruplara yönelik nasıl bir hak vaadinde bulundukları ve kendi siyasal pratiklerinin toplumun genelinin hak tecrübesine dönük ne getirdiğiyle sorgulamak lazım.

Siyasal ideolojileri hukuk ve yargı nosyonu üzerinden anlamaya çalışmak gerekir. Demokrat Yargı bunu tamamlamaya çalışıyor. (Derneğimiz Türk siyasi tarihini avukatlık tarihi üzerinden yazma girişiminde bulundu.) Siyasi tarihi ve siyasal ideolojiler meselesini bu bağlamda tüketmek son derece anlamlı olacaktır. Bu İslamcıların sosyalistleri, liberallerin muhafazakarları tanıma protokolüyle de alakalı bir durum. Birbirimize sosyal hayatın içinde nasıl bir yer vaat ettiğimizle alakalı. Bu çalışmaları geliştirmek bizim ortak yaşam pratiklerimiz açısından da anlamlı olacaktır.

Bugün yapılan anayasa tartışması tam olarak apolitik şekilde yürütülüyor. Dünyanın her yerindeki anayasa tartışmaları politiktir. Kendi politik ideolojilerini bulurlar. Liberalizmin, sosyalizmin, islamcılığın veya diğer demokrat kanalların aktığı yerler vardır ve kendi kavramlarını kurarlar. Türkiye’deki son yapılan anayasa tartışması son derece zayıf. Bu da bugün İslamcı ideolojinin içerisinde yapacağımız adalet (hukuk), müsavat (eşitlik) ve meşveret (parlamento) tartışmalarımızın kısıtlanmasına neden oluyor.

Güncel anayasa tartışması için üç temel şey söyleyeceğim. Türkiye’deki anayasacılık tartışmalarının karşı karşıya geldiği noktaları yakalamak lazım. Türkiye anayasacılık tarihi henüz yazılmadı ama biz biliyoruz ki 19. yy’ın başından itibaren anayasacılık geleneklerinin kendilerine ait çatışmaları ve vurguları vardır. O vurgularla politik tarafgirleşme süreci yaşanmıştır zaten. AKP’nin son anayasa önerisi son derece despotik, absürt ve gülünç bir öneridir. Yürütmenin güçlendirilmesi bağlamında 1982 anayasasına benzer. İkincisi bu anayasa önerisi gerçekte hukuksal ve anayasal değildir. Güçlü iktidarlar anayasa veya yasalarla oynamazlar. Çünkü onlar anayasaları istismar edebilecek yetkinliğe ve güce sahiptirler. Güçlü olmayan iktidarlar ise sürekli olarak yasaları değiştirmeye ve oradan bir güç oluşturmaya çalışır. Gerçek bir yönetim tekniği ve aracı geliştirmeyen, mevcut yönetim teknik ve araçlarını kendi siyasal çıkarı lehinde kullanma becerisi geliştirmeyenler yönetim sisteminde değişiklik yapmaya çalışırlar. Bu da anayasacılık tarihinin bir başka dersidir. Mevcut öneri Erdoğan’ı fiziksel olarak farklı kurumlara bölerek, onu bütün kurumların içerisinde var ederek devleti yönetme iddiasını taşıyor. Bu fiziksel olarak mümkün değil. Aristo mantığına göre ya A’da olursunuz ya da B’de olursunuz. Siz hem yürütmede hem yargıda hem de yasamada olamazsınız. Bu kendi siyasal ideoloji ve kadrolarına duyulan olağanüstü bir güvensizliği içeriyor. Erdoğan’ı bütün farklı yapılarda fiziksel olarak var ederek siyasal egemenliği tesis edebilmek mümkün değil. Zaten modern devleti var eden şey fiziksel olarak var olmadığınız yerde kamu alanını kurabilmektir. Modern devlet fiziksel olarak var olmadığı yerde varlığını tesis etme çabası içerisindedir. Erdoğan bugün sadece fiziksel olarak var olduğu yerde egemenlik kurabileceğini düşünmektedir. Bu da aslında şu an Türkiye’de ne anayasanın ne hukukun ne de devletin olmadığı anlamına gelir. Bu da bir çeşit itiraftır.

[pullquote]Cumhuriyet 1960’tan sonra kendisini Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üzerinden inşa ediyordu, denetliyordu ve onarımını yapıyordu. Şimdiki öneri ise sadece Cumhurbaşkanlığı’nda daraltılmış bir siyasal egemenlik önerisidir.[/pullquote]

Erdoğan’ın anayasa girişim ve tecrübelerine bakarsak bugünkü dördüncü ya da beşinci büyük anayasa girişimidir. Erdoğan’ın bugüne kadarki bütün anayasa girişimleri düşmanlarına -kendi politik hareketini engelleyen kişi ve kurumlara- karşı bir politik inşa idi. Bugünkü anayasa tasarısının en önemli özelliği Erdoğan’ın artık düşmanlarına karşı değil dostlarına karşı savaşmaya başlamasıdır. Erdoğan bugün bu anayasa önerisiyle düşmanlarına karşı değil dostlarına karşı hazırlanmaktadır. Bizzat AKP’nin örgütsel yapısına ve hatta kendi tabanına karşı hazırlanmaktadır. Örneğin birkaç aydır anket açıklamıyorlar. Tabana sürekli kendisinin tehdit edilmekte olduğu duygusunu yaymaya çalışıyor. Bir türlü başaramıyor. Bunu Kılıçdaroğlu’na söyletmeye çalışıyor ve yapamıyor. ‘Beni düşürmek istiyorlar’ alarmını tabana vermeye çalışıyor. Taban ise ortada düşman görmüyor. Alarm verilecek bir politik ana şahit olmadığı için neden sandığa gitmesi gerektiğini algılayamıyor. Bu sebeple anketleri çok yüksek açıklama geleneği olan AKP bir türlü anket sonucu açıklamıyor. Çünkü bir alarm duygusunun var olmasını istiyor. Kendi tabanını kendisinin yokluğuyla tehdit ediyor.

Diğer önemli nokta ise 15 Temmuz sonrası oluşan ittifaklar meselesidir. Bu aslında 17-25 Aralık’tan sonra oluşan ve dışarıdan görülemeyecek bir ittifaktı. Ancak 15 Temmuz sonrası Yenikapı Ruhu’na evrildi ve resmileşti. Bu anayasa 15 Temmuz sonrası oluşturulan bu ittifaka karşı yapılmış bir tasarıdır. Devletin bütün kurumları AKP, ülkücüler, devletin Aleviler’i ve devletin Kürtler’inden oluşan ittifakla yönetilmeye başlandı. 15 Temmuz’dan sonra Cemaat’in kötü anıları Erdoğan’ı yeni ortaklarından uzaklaşması gerektiği konusunda ikna etti. Yeniden kazık yiyeceği ve kendisine karşı ayaklanılabileceği duygusu oluştu. Bu yüzden artık kendi ortaklarından boşanmak istiyor. Bu anayasa önerisinin oturacağı gerçek yer budur.

Türkiye’deki siyasi ideolojilerin hak ve anayasacılık meselesiyle ilişkisini analiz edebilmek için üç temel tarihsel dönem belirlemek kanaatindeyim.

1- 1850’lerden itibaren ortaya çıkan İslamcılığın 1920’lere -Cumhuriyet’in ilanına- kadar olan süreci

Bu süreçte iki büyük keşif olduğu kanaatindeyim. Bunlardan bir tanesi 1868 yılında Hürriyet Gazetesi’nde Reşat Bey’in yazdığı yazıdır. Gazete ilk kez Haziran ayında çıkmıştır. Orada çok güzel bir şekilde Türkiye anayasacılık ilkelerini tek tek ortaya koyar. Bütün o ahval ve şeraiti ortaya koyduktan sonra getirdiği temel öneri şudur: Çare adalettir. Adalet de müsavat-ı hukuki -hukuki eşitlikle- ile olur. Hukuki eşitlik ise meşveret -parlamento- ile olur. İlk büyük keşif ve öneri budur. Ondan sonra Ali Suavi’ye, Namık Kemal’e -ki bu isimler İslamcılığın temel figürleridir- uzanan bir söylem ve pratik alanı doğmaya başlar.

İkinci önemli anayasacılık dersi Mustafa Fazıl Paşa’nın Abdulhamit’e yazdığı mektupta vardır. O mektupta Paşa nizam-ı serbesthaneden bahseder. Yani serbestlikler düzeni. Serbestliği özgürlük gibi ele alacak olursak -bazı düşünceler serbestliğin daha apolitik özgürlüğün ise daha politik olduğuna kanaat getirir- kavramın karşılığı olarak özgürlükler düzeni ifadesini kullanabiliriz. Türkiye’de anayasanın ilk adlandırması budur. Mustafa Fazıl Paşa Abdulhamit’ten bir özgürlükler düzeni talep eder. Cemiyetlerin kurulmasını, yayın hayatına baskı yapılmamasını, yavaş yavaş parlamentonun inşa edilmesini ve bu çerçeveden Türkiye’nin siyasal düzeninin yeniden belirlenmesini ilk anayasacılık şartı olarak bir kenara yazabiliriz.

Reşat Bey’in 1868’de Hürriyet’e yazdığı yazıyla Mustafa Fazıl Paşa’nın Abdulhamit’e yazdığı mektuptaki bu iki büyük talebi bir araya getirdiğimizde Türkiye’de İslamcılık gibi bütün siyasal ideoloji ve hareketlerin temel sloganlarını belirginleştirebiliriz: adalet, müsavat ve meşveret. Sonraki süreç içerisinde bakarsak İslamcılığın ve diğer siyasal hareketlerin de hem söylemlerinin hem pratiklerinin bunların inşa edilmesine dönük olduğunu görmek mümkün. Mehmet Akif Ersoy’un sonraki müdahaleleri de bu yöndedir. 1850’lerden itibaren adalet, müsavat ve meşveret mücadelesinin verildiğini, bunun pratiğinin ve söyleminin hayata geçirildiğini söylemek mümkün.

Ali Suavi Abdulhamit’e parlamentoyu açtırmak için bir grubu topladı ve Çırağan Sarayı’nı bastı. Ali Suavi İslamcılığın temel figürlerinden biridir. Siyasi bir talep olarak parlamentoyu açtırmak üzere harekete geçti. Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın sopasıyla öldürüldü. Benzer hareketler Namık Kemal ve Cemaleddin Afgani için de geçerli. Bu isimler Türkiye İslamcılığının temel referanslarıdır. Devam eden süreç içerisinde Mehmet Akif de bu dili yeniden inşa etmiştir. Ancak siyasi ideolojilerin ve hareketlerin kendi yönelimleri, amaçları ile Türkiye’de 19. yy’daki temel egemenlik anlayışı içerisinde daima bir çelişki olmuştur. Gerçekte 19. yy’ın sonunda Türk siyasi egemenliği saray, hafiyelik teşkilatı ve ulufe sistemi üzerine kendisini inşa etmiştir. Parlamento olduğunda dahi egemenlik sistemi değişmemiştir. Abdulhamit’i deviren ittihatçılar da bir özgürlük ve liberal düzen vaadiyle geldiler ama çok kısa zamanda onlar da kendi darbelerini yaptılar. Tıpkı Cumhuriyet döneminde olduğu gibi parlamentoyu işlevsiz hale getirdiler.

2- 1920’lerden 1990’lara kadar gelen süreç

[pullquote]Ben Türkiye’deki hukuk, yargı, parlamento mücadelesine giren herkesin 1921 anayasası ve meclisini sürekli olarak gündeme getirmesi; kendi politik mücadelesinin, hak ve yurttaşlık mücadelesinin önemli referanslarından bir tanesi olarak görmesi gerektiğini düşünüyorum.[/pullquote]

Cumhuriyet döneminde de 1921 meclisini hatırlamak zorundayız. Ben Türkiye’deki hukuk, yargı, parlamento mücadelesine giren herkesin 1921 anayasası ve meclisini sürekli olarak gündeme getirmesi; kendi politik mücadelesinin, hak ve yurttaşlık mücadelesinin önemli referanslarından bir tanesi olarak görmesi gerektiğini düşünüyorum. 1921 meclisi güçler dengesinin oluşması bakımından olağanüstü demokratik bir meclisti. Anayasa olarak gerçek bir anayasa niteliği taşımıyor olabilir ancak 1921 anayasasının kurucu iktidarı toplumun tüm farklı kesimlerini içeren gerçek bir iktidardı. Fakat zaman içerisinde 1923 ile birlikte yeni bir darbe yapıldı ve o darbe sonrası Cumhuriyet’in ilk kadroları tarafından sosyalistlerin, İslamcıların, Kürtler’in iktidar alanının dışında tutulduğu yeni bir devlet alanı yaratıldı. 1924 anyasası son derece liberal bir anayasadır. Kurumların inşası ve özgürlükler bakımından özgürlükçü bir anayasadır. Fakat 1924’teki Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra anayasa tamamen işlemez hale getirildi. 1923 sonrası ikinci gurp olan muhalifler, Kürtler, sosyalistler ve İslamcılar tamamen tasfiye edildi. 1923’ün Ocak ayında Kocaeli Gazetesi’nde Ahmet Emin Yalman’a Mustafa Kemal bir mülakat vermişti. O mülakatta Kürtler’e özerklikten bahseder. Kürt meselesini onlara özerklik vererek çözeceklerini söyler. Birkaç ay sonra bir darbe yapar ve bunun gereksiz olduğunu söyler. Yeniden o politik tekeli oluşturmaya dönük girişimlerde bulunur. Parlamento, hukuk, yargı var olmasına rağmen bunların hepsi sadece biçimsel icatlar olarak vardır. Onun dışında gerçekten siyasetin ve egemenliğin tesis edildiği bir alan olarak işlevleri yoktur. Özelikle 1960’tan sonra bunun değiştiğini de görüyoruz. 1960’tan sonra da çift meclis, yargı ve hukuk var. Fakat egemenliği kullanan asıl güçler Milli Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanı ve Anayasa Mahkemesi’dir. Muhalif siyasi hareketlerden gelen bütün tehditlere bu üçlü mekanizma karşı koyar.

Mehmet Akif Ersoy’dan sonra anayasacılık konusunda İslamcılığın içinden en fazla düşünen isimlerden bir tanesi Necip Fazıl’dır. Baş Yücelik adında bir formulasyonu vardır. Bu Necip Fazıl’ın deyişiyle Cumhuriyet’e karşı bir eleştirinin, politik duruşun bir ifadesidir aynı zamanda. Baş Yücelik Devleti’nde aydınlar tarafından bir kurul oluşturulmasını ve Baş Yüce’nin o aydınlar tarafından seçilmesini önerir. Bir tür anayasa önerisidir bu. Necip Fazıl anayasa, hukuk ve yargı üzerine düşünmüş bir isimdir. Son derece aristokratik ve Durkheim’cı -mesleklerin temsilinin söz konusu olduğu korporatif bir sistem olarak düşünebiliriz- olabilir. Ancak beni en çok çeken Reis Bey kitabında ortaya çıkan hukuk ve adalet düşüncesidir. İslamcılığın hukuk ve adalet konusundaki önerisi Necip Fazıl’ın Reis Bey kitabında çok net olarak ortaya çıkar. Orada çok net bir biçimde Cumhuriyet hakimine eleştiri getirir: Bir masumu kurtarmak için bin suçluyu salıverebilirim ben. Ama siz bir tek kişiyi mahkum etmek için masumların da harcandığı bir hukuk ve yargı sistemi inşa ediyorsunuz. Kurunun yanında yaş da yanar diyorsunuz. Reis Bey’deki bu tipik eleştiriyi siyasi ideolojilerin bu meselelerle karşı karşıya geldiği noktalar açısından değerlendiriyorum. Siyasi hareketlerin hak ve yargı meselelerindeki tecrübelerinden konuşmaya çalışıyorum.

Bu dönemde İslamcılığın parlamento tecrübesi pozitiftir. Cumhuriyet eleştirileri önemlidir ve güçlüdür. Çünkü Cumhuriyet’in içerisinde İslamcılar kendilerine politik bir yer bulamamışlardır. Türkiye’de egemenlik alanının İslamcılar karşısında Cumhurbaşkanlığı’nın, Milli Güvenlik Kurulu’nun ve Anayasa Mahkemesi’nin edindiği yere bakıldığında bir tür düşman kategorisinde inşa edilmişlerdir. Türban meselesindeki tavırlarını hatırlayın. Milli Güvenlik Kurulu’nun İslamcı hareketleri kriminalleştirme eğilimini, Cumhurbaşkanı’nın İslamcı figürleri rektör atamama eğilimini ve tekdir etme tecrübelerini hatırlayın. Şiddetin karşılaştırması olmaz tabii ki ancak tarihsel karşılaştırma yaparsak Kürtler’e ve sosyalistlere de bu siyasal alanın içerisinde sadece uysal çocuk olarak var olabilme hakkının tanındığı uzun bir dönem yaşadık. İslamcıların da kendisine dayatılan bu kontenjana karşı tepkisi güçlüydü ve anlamlıydı. Ben 2006 yılında İmam Hatip Mezunları Derneği’nin adliyenin önüne çıkıp Terörle Mücadele Yasası kaldırılmalıdır dediğini hatırlıyorum. Cumhuriyetin egemenlik inşası ve söylemine karşı kendi egemenlik yapı ve söylemlerini oluştururken iddiaları buydu. Nitekim AKP’nin ideoloji ve söylemini bu eleştirilerden aldığını söylemek mümkün.

3- 1990’lardan 2000’lere evrilen süreç

[pullquote]Yaklaşık 50-60 yılını Cumhuriyetçilere, laiklere yönelik getirdiği anayasa ve siyasal egemenlik eleştirisiyle geçirmiş bir İslamcı hareket bugün o önerinin çok daha gerisinde bir siyasi egemenlik alanı inşa etmeye çalışıyor.[/pullquote]

Özellikle AKP’nin iktidarda olduğu, kendi politik söylemini, anayasal söylemini ortaya koyduğu döneme ilişkindir. AKP bu üçüncü dönemde Cumhuriyet, Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi eleştirisiyle ciddi ölçüde meşgul oldu. Kendi siyasal analizlerinin ve eleştirilerinin hedefine koydu. Bunların hepsinin farklı siyasal güçlerin kamu alanında var olmasına karşı örgütlendiğini Türkiye’nin adalet, hukuk ve parlamentoya açılmasının önünde engel teşkil ettiğini vurguladı. Hem Cumhurbaşkanlığı sistemi hem Milli Güvenlik Kurulu sistemi hem de Anayasa Mahkemesi Türkiye’de siyasetin son derece dar temellerde geliştirilmesi için sayısız eylemlerde bulunmuş ve ilişkiler geliştirmiştir. Bunun oluşturulmasıyla sayamayacağımız kadar anti-demokratik kararlar çıkmıştır. Toplumda var olan türbanlı kadınların mecliste ve diğer kurumlarda olamayacağını iddia ediyorsunuz ve buna karşı toplumun genelini teyakkuza geçiriyorsunuz: Tehlikenin Farkında Mısınız?

AKP’nin anayasa perspektifinin örgütlenmesi farklı gruplara yönelik ittifaklara, vesayet ve darbe söylemine dayanıyordu. Bunlara karşı direndikçe Türkiye’de demokrasinin daha geniş temellerde geliştirilebileceğine dair vaatleri vardı. Anayasa önerilerini gözden geçirirseniz 2002’de Avrupa müktesebatının önerilmesine yönelik girişimleri hatırlayın. 2007’de 367 formulasyonu ve İslamcı bir Cumhurbaşkanlığı talebine karşı kurumların direnişiyle Cumhurbaşkanlığı seçim yönteminin değiştirilmesini düşünün. 2010’da yargının hukuk alanının birbirinden çok farklı güç merkezleri tarafından inşa edilmesine dönük önerisini düşünün. Ben o dönemde evet demiştim. Ne kadar iyi demişim diye hala düşünüyorum. O dönemde evet diyen birisinin bu dönemde hayır demesi gerekir. O dönemde evet denilen şey yargının birbirinden çok farklı güçlerle inşa edilmesi önerisiydi. Nitekim cemaat 2010 HSYK seçiminde hakim ve savcıların belli bir kısmını ikna ederek iktidara gelebildi. Bu çok önemli bir şey. Bu seçimin kendisi anlamlıydı zaten. Daha önce yargıtay ve danıştaya cumhurbaşkanı tarafından atanmış kişiler HSYK’yı belirliyordu. Onlar da kendi içlerinde kapalı bir sistem inşa ediyordu. 2010 önerisi önemli bir öneriydi ben hala arkasındayım.

Cumhuriyet 1960’tan sonra kendisini Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üzerinden inşa ediyordu, denetliyordu ve onarımını yapıyordu. Şimdiki öneri ise sadece Cumhurbaşkanlığı’nda daraltılmış bir siyasal egemenlik önerisidir. Yaklaşık 50-60 yılını Cumhuriyetçilere, laiklere yönelik getirdiği anayasa ve siyasal egemenlik eleştirisiyle geçirmiş bir İslamcı hareket bugün o önerinin çok daha gerisinde bir siyasi egemenlik alanı inşa etmeye çalışıyor. Sadece Erdoğan’ın varlığı üzerine kurulmuş ve Erdoğan’ın o varlığının her yere temerküz ettiği varsayımına dayalı bir iktidar önermeye çalışıyor.

2010’a kadar Türkiye’de İslamcıların hukuk ve yargı eleştirisi olağanüstü güçlüydü. Yargı ve hukukun belli bir ideolojik temelde hareket ettiği eleştirisi cumhuriyetin hukuk ve yargı inşasının halka karşı olduğu tek bir politik ideoloji temelinde hareket ettiği ve bunun toplumun farklı kesimlerinin dahil edilerek yeniden oluşturulması gerektiğinin önerisi getirilliyordu. 2010’dan sonra Erdoğan da dahil AKP yetkilileri yargının kurtulduğunu söylemeye başladılar. 7 Şubat’tan önce Erdoğan bir televizyon programında ‘yargıya milletin eli değdi’ dedi. 20 gün sonra o el Erdoğan’a değdi. 1 yıl geçmeden 17-25 Aralık çıktı. Bu defa yargıyı kurtardığını zannedenler yargının yabancı bir ajan tarafından ele geçirildiğini söylemeye başladılar ve Erdoğan’ın üçüncü dönem iktidar inşası yargı ve polise karşı silah çekerek gerçekleşti. Zekeriya Öz’ün emniyete gelmeye çalışmasını ve silahla durdurulmasını hatırlayn. Kurtardığınız şeye karşı silah çekiyorsunuz. 2013’te yargı ele geçirilmiştir denmeye başladı. 2014’te HSYK seçimi kazanılınca yargı birdenbire bağımsız hale geldi. 2016 yılında aniden yargının içinde 4000 tane terörist olduğu anlaşıldı. Sonrasında içinden 4000 tane teröristin çıktığı bir yargı HDP’nin milletvekillerini ve başka kesimlerden insanları tutuklamaya başladı ve yine AKP yargı bağımsızdır demeye başladı. Böyle bir ortamda yapılan anayasa tartışmasının asık suratla yapılan bir geyik türünden öteye geçmesi zaten beklenemez. Türkiye’de İslamcı ideolojinin iç tutarlılıkları, gelenekleri maalesef artık ciddiye alınmıyor, çözülmüş durumda. Normal bir ülkede yeni anayasa tartışmasında böyle bir duruma düşerseniz size Mehmet Akif’i, Necip Fazıl’ı geçmiş söylemlerinizi hatırlatırlar. Tüm bu mantıksızlıkların, tutarsızlıkların ortaya serildiği yer kamu alanıdır. Ancak maalesef Türkiye bir kamuoyu ülkesi değil.

1 Response

  1. 15 Nisan 2017

    […] Orhan Gazi Ertekin: “Erdoğan Bu Anayasa Önerisiyle Düşmanlarına Karşı Değil Bizzat AKP’n… (Emek ve Adalet – 10.04.2017) […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir