Ömer Faruk Gergerlioğlu ile Söyleşi: “Ne Çektiysek Çifte Standart Hastalığından Çektik”
Ben İzmit’te oturuyorum. Mazlumder’de Kocaeli şube başkanlığı, daha sonra Mazlumder Genel Başkanlığı yaptım. 2009’da genel başkanlık görevini bitirdikten sonra yine farklı STK’larda ve oluşumlarda görev aldım. Aynı zamanda göğüs hastalıkları ve tüberküloz alanında doktorum. 2000 yılından beri İzmit SEKA Devlet Hastanesi’nde çalışıyorum.
Bu akşam, AB uyum yasalarından 15 Temmuz’a demokrasi mücadelesini, dindar toplum vechesinden anlatmam istendi. Önemli bir konu, sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Türkiye’deki demokrasi mücadelesi neden 14 yılda AB uyum yasalarından 15 Temmuz’a geldi ? Bunu iyi irdelememiz lazım. Neden bu çöküş oldu ? AK Parti iktidara geldiğinde sadece dindarlar değil toplumun farklı kesimleri umutlanmıştı. Hem ekonomik, hem özgürlükler ve demokrasi anlamında bir umut belirmişti. Tayyip Erdoğan’ın başarılı bir İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı dönemi vardı. Ben o dönem (1995-2000 arası) İstanbul’da yaşıyordum. Farklı kesimden insanlarla konuştuğunuz zaman, Erdoğan başa gelince bu işler düzelir gibi bir kredi tanıyorlardı. Erdoğan çok fazla bir şey yapmadan beklenildiği gibi iktidar oldu. AB uyum yasalarıyla başlayan bir süreç yaşandı. O günlerin aktörlerinden bugünlere geldiğimizde, genel bir kuş bakışı yaptığımız zaman, iktidarın daha sonra ikiz kardeşi Gülen Cemaati’nin ve diğer İslamî grupların demokrasiye bakış açılarıyla ilgili sorunlarından dolayı bu hale düştüğümüzü görüyorum. Başta AK Parti “demokratikleşeceğiz”, “AB uyum yasaları” dediği zaman 28 Şubat’ın baskılarından, Kürt ve Ermeni meselesindeki baskılardan bunalmış azınlık konumdaki her kesim bir kredi tanıdı. AK Parti özgürlüklerinönünü açacak diye düşündü.14 yılın sonunda gördük ki AK Parti böyle bir süreci başlattı ama kendine demokrat, kendine Müslüman bir bakış açısıyla yürüdü. Yani kendi önünü açacak kadar demokrasi istedi. Başkalarının hakkını, hukukunu, özgürlüğünü tanımaya sıra geldiği zaman çark etti. Gülen Cemaati de kendi iktidarı için uğraşıyordu. Fethullah Gülen 30-40 yıllık bir mücadele içinden gelen ve birçok farklı grupta, cemaatte olduğu gibi gözünü iktidara dikmiş ve ona ulaşmak için her yol mubah diye düşünen biriydi. Herkesle kol kola girebiliyordu. ABD olsun, Tayyip Erdoğan olsun, askerler olsun güçlü olanla kol kola girip yürümeyi düşünüyordu. Onun da en çok dilinde olan kelimeler biliyorsunuz demokrasi, diyalog idi. Hep söylemde bu vardı ama sonradan ortaya çıkan tablo son derece kötüydü. Güya yıllarca darbeyle mücadele etmiş bir grup idi. Zaman gazetesinin çizgisi yıllarca “aman darbe olacak, darbeye karşı olalım” şeklindeydi. En önemli telaşları buydu. Bu telaştaki bir grup samimiyetinin derecesini gösterdi kendi darbe yaptı. Diğerİslamî gruplar da aslında demokrasi konusunda çok samimi değillerdi. Kendi haklarını talep edecek düzeyde demokrasi istiyorlardı. Demokrasi, özgürlük, emek, adalet gibi kavramlar yabancı geliyordu. İslamcıların zihninde İslami bir hükümet, iktidar kurulacak mı soruları, İslami iktidara kadar demokrasi, hak adalet olsun ondan sonrası başka düşüncesi vardı. Bundan dolayı farklı camiadaki dindar Müslümanlar için demokrasi anlamında bir gelişme olmadı maalesef. 2002’de yola çıkıldığı zamanları hatırlıyorum. Geldiğimiz yerde bir çöküş yaşandı. Türkiye’de, şu anda her gün bir felaketle uyanıyoruz. Birileri tutuklanmış, gözaltına alınmış, televizyonlar kapatılmış. OHAL sonuçlarını vermeye gerek yok. Son derece vahim bir tablo var karşımızda. Yüzlerce gazeteci tutuklanmış, 2500 civarında gazeteci işsiz kalmış durumda. Birçok medya kuruluşu kapatılmış, yüz bin civarında insan işinden atılmış. Özel sektörde de vahim bir tablo var.
Ülkede demokrasi diye bir şey kalmadı
Gelinen noktada demokrasi yok. Halk açısından baktığınız zaman, halk zaten demokrasiye inanmıyordu. Dünyayı ve Türkiye’yi bir güçler çıkarlar çatışması olarak görüyordu. Sonunda kardeşim bu yaptığınız adalete, demokrasiye, insan haklarına uymaz dediğinizde sokaktaki vatandaş bunu normal olarak görüyordu. Çünkü Türkiye de dünya da hep çıkarlar üzerine kuruludur diye düşünüyordu. Hiç kimse demokrasi, hak, adalet konusunda samimi olmadığı için bu noktaya geldiğimizi görüyorum. Gerçek anlamda bir demokrasi talebi olsaydı şu hale düşmezdik. Bu bir düşkünlük, bir felaket halidir. Toplum olarak sadece şu bu kesim toplum olarak ilahi bir azaba uğramıştık. Çünkü maalesef bunu hepimiz hak ettik. Başımızdakileri bir şekilde kolladık, onların yaptıklarına izin verdik. Onlar da bu yolun kendilerine açıldığını gördükçe ilerlediler. Şu an içte ve dışta felaket halini yaşıyoruz.
Meselenin anlaşılması için birtakım hatıralardan yola çıkarak devam edeyim. İnsanlarımızın ilkeler konusunda niye samimi olmadıklarıyla ilgili örnekler vermek istiyorum. Ben 2000 yılında Kocaeli’nde göreve başladım. Elimden geldiği kadar, hem dini anlamda hem siyasi anlamda insanlara nasıl faydalı olabilirim, iyiyi nasıl tebliğ edebilirim gibi bir gayretim vardı. Mazlumder Şubebaşkanı arkadaşımız bana şubebaşkanlığını teklif etmişti. Tabi kolay bir görev değildi. Aynı zamanda memuriyetim vardı. Ama eşim ve ben bu işin içine girdik. O günler yaptığımız çalışmalarda AB uyum yasaları gündemdeydi. Bizde bu yasalara karşı ne yapalım diye bir soru işareti vardı. İslami camiada AB bir Hristiyan, batı projesidir diye bir söylem vardı. Aynı zamanda bizi darbelerden kurtaracak demokratikleşmeyi sağlayacak bir akımdır bunu destekleyelim şeklinde düşünenler vardı. 2003 yılında Türkiye yavaş yavaş AB uyum yasalarındaki ev ödevlerini tamamlayıp imzalıyordu. Biz de şube olarak sürece destek vermek için İstanbul Mazlumder’deki hukukçuları çağırarak AB uyum yasalarında değişen nedir, ne gibi haklar gelecek, demokratikleşme adımları neler olacak gibi çeşitli konularda konferanslar verdik. Tabi burada, İslami camia biraz bu işe soğuk bakıyordu. Bunları diyorsunuz ama biz AB’ye girip hristiyanlaşabiliriz diye bir tedirginlik vardı.
Ben şahsen bunun AB’ye girip girmeme meselesinden ziyade bir demokratikleşme, her kesimden ezilenin hakkını araması ve klasik bir diktatöryal devlet anlayışından hakkını soran vatandaş anlayışına geçiş için bir fırsat olduğunu sürekli söyleyerek bu süreci destekledim. Mazlumder üyelerinin çoğu dindarlardan oluşan bir dernektir. Herkes dini açıdan bir şeyler yapmamızı istiyordu. Ama insan hakları meselesinin sadece Müslüman hakları meselesi olmadığını, tüm insanların hakları meselesi olduğunu söyleyerekçerçeveyi geniş tutmaya çalıştık. İşçi haklarının son derece önemli olduğunu söyledik. Kocaeli bir sanayi şehridir. Pirelli ve Ford vb fabrikalarla ilgilenmeye başladık. Grevdeki taşeron işçileri ziyarete gittik. Kimi işçi için, mesela Ford’dan atılan bir arkadaşımız için basın açıklaması yaptık. Namaz kıldığı için bir işçiyi işten atmışlardı. Mesai saatine uymuyor diye kitabına uydurmuşlardı. O arkadaşımız için bayağı mücadele verdik. Gazetelere açıklamalar yaptık, baya ortalığı hareketlendirdik. Tabi insan hakları alanındaki zorlukları görmeye başladık. Çünkü Ford’dan reklam alan yerel gazete temsilcileri bizim açıklamalarımıza pek itibar etmiyordu. Maalesef o arkadaşımız bütün çırpınmalarımıza rağmen haksız bir şekilde işten atıldı. Bu yüzden demokratikleşme son derece önemlidir. Hakkımızı, hukukumuzu koruyacak bir devlet yapısına sahip olabilmek için hepimizin gayret sarf etmesi gerekir diyorduk.
O günler başörtüsü konusu bayağı gündemdeydi. Ama nasıl gündemdeydi yani 2003 yılında artık insanlar başörtüsü meselesinden umudu kesmiş durumdaydı. Biz yeniden başörtüsü meselesine el atarak imza kampanyaları, yürüyüşler yapmaya başladık. Gündemi canlandırmaya başladık ki o dönem birçok İslami STKortalıklarda yoktu. Biz yoğun bir şekilde olayı gündeme getirdiğimizde umutsuz bir şekilde davranıyorlardı. Ama ben meselenin sadece başörtüsü meselesi olmadığını, herkesin hakkı hukuku olduğunu, hepimizin hakkına hep birlikte sahip çıkmamız gerektiğini söylemiştim. Kocaeli İHD başkanı bir abimiz vardı. Kendisi Alevi öğretmen biriydi. O zaman insan hakları örgütleri arasında bile sıcak ilişkiler fazla yoktu. Başörtüsü konusunda bir açıklama yapmak istediğimizi kendilerinin destek verip vermeyeceklerini sorduk. Kendisi destek vereceğini söyledi ve dernekte İHD Kocaeli başkanıyla beraber bir açıklama yaptık. Daha sonrasında başörtüsü için Ankara’da, 2005 yılında 80 bin kişilik bir miting yapmıştık. Bayağı etkili bir mitingdi. Ama miting sonrasında herkes evine döndü. Bu tabi bana biraz garip gelmişti. Hak talebi böyle göstermelik mitinglerle olacak bir şey değildi. Dedim ki bu böyle olmaz bir miting yaptık ama bunu sürekli bir şekilde talep etmeliyiz. İnanılmaz bir yasak, çok büyük bir insan hakkı ihlali vardı. Boyun eğilecek bir şey değildi, o yüzden sürekli gündem etmeliydik. Yani bir kere 70-80 bin kişilik bir miting yapıp sonra bunu gündeme getirme.Var mı böyle bir şey dedim. Benim hak hukuk arama mantığıma uygun bir şey değildi. İzmit merkezde basın açıklamalarının yapıldığı, insan hakları parkı denen bir yer var. Orada her hafta cumartesi günü bir basın açıklaması yapalım dedik. Zor bir iş. Çünkü 1-2 hafta yaparsın sonra bıkarsın, kimse de gelmez. Ama 5 yıl, 250 hafta boyunca devam ettik. Her hafta 3-5 kişi de olsak, 500 kişi de olsak mutlak surette yaptık. Hepimizin hakkını hep birlikte arayalım dedik ve tüm kesimlerden insanları çağırdık. Ateist olsun, farklı dinden olsun, başı açık olsun gelin burada hep beraber hak mücadelesi verelim dedik. Bu tabi İslami kamuoyu tarafından biraz soğuk karşılandı. Başörtüsü mücadelesi veriyoruz farklı kimlikten insanlar niye olsun gibi karşı çıkışlar oldu. Mesela ben o zamanlardan hatırlıyorum Haksöz camiası “Sen ne yapıyorsun kardeşim. Biz burada İslami mücadele veriyoruz. Başörtüsü Allah’ın emri ahiretin yolunu açmaya çalışıyoruz. Sen kalkmışsın başı açıklarla şunlarla bunlarla özgürlük mücadelesi, demokrasi mücadelesi veriyorum diyorsun. Böyle şey mi olur ?” diye bizi bayağı aşağılıyorlardı. Ben de bu bir özgürlük meselesiyse bunu çifte standartsız yapmalıyız diye itiraz ediyordum. Sonuçta gelinen noktada köprülerin altından çok su geçti. Her geçen gün farklı olduğumuz ortaya çıktı. Bir mücadeleyi insan hakları anlamında, herkesin özgürlüğü, eşit anlamda bir hukuk için yapmaya soyunmuşsanız çifte standart yapamazsınız kesinlikle. Böyle bir çelişki olamaz. Buna dikkat edilmesi gerekiyordu ve tabi biz bu mücadeleyle ilgili farklı birçok macera yaşadık.
Yine din özgürlüğü anlamında demokrasinin hakkını veremedik ve bu durumlara düştük maalesef. O zamanlardan hatırlarım, 2003 yılında Türkiye’de ulusalcı bir akım vardı. Herkesin adresine şöyle bir ileti geliyordu: “Türkiye elden gidiyor, misyonerler cirit atıyor!” Misyonerlerin kimisinin evleri varmış, şu varmış bu varmış diye sanki memleket hristiyanlaştırıyormuş gibi bir hava oluşturuluyordu. Bunu ulusalcı kesim AB uyum sürecini bozmak, demokratikleşmeyi engellemek için vatandaşın dini duygularını kullanarak yapıyordu. “Misyonerler yüzlerce ev açmış, sen kalkmış özgürlük diyorsun. Din elden gidiyor kardeşim” deniliyordu. Bunu hiç tahmin etmeyeceğiniz birisi, Rahşan Ecevit bile söylüyordu. O da demokratikleşme adımlarından rahatsız olduğu için din elden gidiyor demiştir. Onun açısından unutulmaz bir cümledir.
Çifte Standart Olmadan Hak Mücadelesi
Biz o zamanlar, bu konuda çifte standartsız bir mücadele olması gerektiğini düşünerek dernekte her hafta seminerler yapıyorduk. Gündemdeki bu misyonerler konusunu çok fazla abartmayın, bunun arkasında derin güçlerin planları var diyorduk. Planları olmasa bile din özgürlüğü diyorsak, Hristiyanların da kendi dinini tebliğ etme özgürlüğü vardır diyorduk. Ama tabi derdimizi çok fazla anlatamıyorduk. Bu konuda zorlandığımı itiraf edeyim. İzmit’te bir Protestan Kilisesi vardır. Bir gün bu kiliseye bir saldırı düzenlendi. Molotof kokteyli atıldı, taşlandı. Zaten tehdit altındalarmış. Biz de “Herkesin din, ibadet etme özgürlüğü vardır. Bu yüzden kimse kimseyi taşlayamaz.” diye açıklama yaptık. Gazetelerde yayınlandı.Akşama doğru Kilisenin görevlisi beni arayarak “Ben sizi dindar bir dernek olarak biliyordum. Ama siz bizim uğradığımız saldırıyla ilgili bir açıklama yapmışsınız. Buna şaşırdım hem de sevindim.” dedi. Ben de “Biz böyle bir açıklamayı yapmasaydık asıl o zaman şaşırmanız gerekiyordu. Bu bizim görevimizdir. Sonuçta hak örgütüysek, size din özgürlüğü anlamında bir saldırı varsa, bu konuda ilk açıklamayı yapması gereken biziz. Bu konuda şaşırılacak bir şey yok.” dedim. Ardından kendisi derneğe geldi. Bu konuları konuştuk. Hatta din konusunda, medeni ölçüler içerisinde karşılıklı fikir tartışması yaptık. Çok da iyi oldu. O İslam’ı nasıl tanıdığını söyledi. Kafa kesen, cihad edin, savaşın diyen bir din değil mi, dedi. Ben Kuran’daki savaş ayetleriyle ilgili bilgiler verdim. İslam’da aslında barışın esas olduğunu ancak savaş anında savaşılması gereken yerde savaşıldığını, genel amacın barış olduğunu söyledim. Daha sonra kendilerine hak ihlali konularında hukuki yardım yaptık. Sonrasında bir 14 yıl geçtiğinde benimle ilgili açığa alınma gibi haksızlıklar olduğunda beni ilk arayan kendisi oldu.. Kendisi sanırım Türkiye’yi takip ediyor. Bunu çok önemli buluyorum. Çünkü biz de hak paydasında onunla bir şey paylaşmıştık ve o da aynı paydada bizimle bir şey paylaştı.
Yine Irak’ta savaş konusu gündemdeydi. O günlerde “Irak’ta Savaşa Hayır” mitingleri yapıyorduk. İstanbul’a gelerek büyük mitinglere katılıyorduk. İslami taban Iraktaki savaştan rahatsızdı ve Tayyip Erdoğan savaşa girmek istese de savaşı durdurmak istiyorlardı. Ordu da pek savaşı istemiyordu. O günlerde savaşa veya ABD’nin Irak’taki müdahalesine hayır diyen insanlarımız daha sonra bunu ilkesel anlamda anlamamış olduklarını göstermiş oldular. Çünkü Suriye’deki savaşa alkış tuttular. Irak’taki savaşa hayır diyorsun Suriye’deki savaşa niye evet diyorsun. Yani insani hassasiyetinden daha çok, ideolojik anlayışın ön planda olursa Suriye’deki savaşa evet dersin. Böyle bir çelişkiye düşersin. Bunlar bence önemli. İnsan önce insandır daha sonra ideolojileri vardır.
Yine 2003’lerde yoğun bir şekilde ulusalcı paşaların darbe hazırlıkları vardı. Üzerinde farklı tartışmalar yapıldı ama belli ki bu insanlar bir araya gelip bu Erdoğan’ı nasıl yıkarız yönünde toplantılar yapıyorlardı. Onların hazmedemeyecekleri belliydi. Daha 3 gün önce 28 şubat 1000 yıl sürecek diyen insanlar karşılarında farklı bir iktidar görüyor ve bunu düşürmeye çalışıyorlardı. Ama AK Parti halk desteği olan bir partiydi ve toplumun hadi bir darbe olsun da şu iktidarı düşürelim diye bir düşüncesi yoktu. Toplum desteği tamdı. Çünkü her seçimde AK Partinin oyları yükseliyordu ve toplumun demokrasi beklentisi vardı. Ama darbeci paşalar halkı hesap etmeden darbe peşinde koşuyorlardı. Biraz evvel dedik ya kimsenin demokrasi konusunda ilkeli bir duruşu yoktu askerlerin hepten ilkesiz bir duruşu vardı. Askerin muhalif gördüğü her farklı kesim büyük bir tehlikeydi ve yıkılması gerekiyordu. Burada bizler yıllarca anti darbeci bir söylemi dillendirdik.
2007’de Hukuk Adeta Amuda Kalkmıştı
2007’ye geldiğimizde zaten gergin bir yıl olacağı belliydi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri vardı. Ahmet Necdet Sezer görevi bırakacak ve eşi başörtülü birisi mutlaka cumhurbaşkanı olacaktı. Senenin başında önemli provakasyonlar başladı. 2007 yılının Ocak ayında Hrant Dink katledildi. HrantDink’in katledilmesi gündeme bomba gibi düştü. Çünkü onu katleden anlayış devletin kendi anlayışıydı. 301’nci maddelerle onun mezarı hazırlanmıştı. “Türk’ün kirli kanı” sözüyle Türkün kirli kanı olduğunu değil, iki tarafın da birbirine karşı damarlarında kin ve nefretin dolaştığını ifade etmişti. Ancak bu anlatımı Türk’ün kirli kanıyla ifade etmeye çalışan bir medya vardı. İnanılmaz mahkeme kararları vardı. Mahkeme edebiyat fakültesinden, oradan buradan bilirkişiler raporlar alıyordu. Adam burada edebi anlatım kullanmış, iki tarafın birbirine karşı kin ve nefretini kastediyor diye bilimsel bilirkişi yazısı geliyordu. Mahkeme hayır diyerek bunu kabul etmiyordu.
2007 yılında, o dönemler hukuk amuda kaldırılmıştı. İnanılmaz işler yapılıyordu. Herkes öfkeleniyordu. Bir AK Parti çevresi ve onun karşısında gösteri yapanlar ulusalcı kesimler vardı. İnsan şimdi bu değişime üzülüyor. Çünkü ilkesel anlamda doğru yolda gitmediğiniz zaman sonrasında çok yanlış işler yapabiliyorsunuz. Bunu iktidardakilerle görmüş olduk. Biraz daha geriye dönmüş olduğumuz zaman Filistin olaylarını hatırlıyorum. İslam dünyasında şu anda çok önemli bir olay var. IŞİD, El Kaide gibi yapılar başımızın belası. Onlar yüzünden binlerce insan ölmüş durumda. İslam dünyası büyük bir kargaşayı, adeta orta çağını yaşıyor. Bu aslında bizim ilkesizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü zamanında Filistin’deki intihar eylemlerini doğru dürüst tartışmıyorduk. O zaman şehadet eylemi deniliyordu. Bu tür eylemler meşrudur, mübahtır yapılması gerekir deniyordu. Filistin’de bir intihar eylemi yapıldığı zaman “15-20-30 İsrailli gebermiş” iyi sayı diye mutlu olunuyordu. O zamanlar da biz arkadaşlarla bunu tartışıyorduk. Ben intihar eyleminin kesinlikle insanî ve İslamî olamayacağını ve hangi ideolojiden olursa olsun buna kesinlikle karşı çıkmamız gerektiğini söylüyordum. Ama önemli bir muhalefetle karşılaşıyorduk. En aklı başında insanlarımız bile “Her yerde intihar eylemine karşı çıkılır ama Filistin’de karşı çıkmamamız lazım. Orada farklı bir durum var. İnsanlar orada haklıdır.” diyordu. Şöyle bir tarih ve mekanda haklıdır dediğiniz anda başka haklılıklar da başlıyor. Yani ilkesel olarak bir şeye ya evet ya hayır demek zorundasınız. Zaman ve mekansal olarak bir şeye evet ve hayır demeye başladığınız anda büyük bir problem çıkıyor ortaya. Ben Mazlumder Kocaeli başkanıyken Filistin’deki intihar eylemini eleştiren bir açıklama yapmıştım. O zamanlar dindar camialardan bayağı eleştiri almıştım. Niye eleştiriyorsunuz beni dediğimde kafirler İslam dünyasının canını okusun, sen bir intihar eylemi olduğunda onu eleştiriyorsun diyorlardı. Sonrasında bizim başımıza büyük işler açar. Hem insani hem de İslami açıdan doğru bir şey değil. Şu an belki senin içinin yağını eritir ateşini söndürür ama bunun yol açacağı şey doğru bir şey olmayacaktır diyordum.
İlkesizce Yapılan İşler Değerlerimizi Yok Ediyor
Aradan 2-3 yıl geçtikten sonra bu sözlerimiz son derece önem kazandı. Bir El Kaide eyleminde ise adete bütün İslami camiaya mesaj verecek bir ölüm oldu. O zaman da maalesef insanlar uyanmadı. Yine böyle bir çifte standartçı iş içindeydiler. El Kaide Beyrut’taki lüks bir otele saldırmıştı. Oradaki isimlerden biri önemli bir isimdi. Benim için de duygusal bir isimdir. Çünkü İslam dünyasına verdiği eserlerle büyük katkı yaptığına inanıyorum. Çağrı filminin yönetmeni Mustafa Akkadorada şehit oldu.Bu tür intihar saldırılarıyla aslında siz kendi değerlerinizi yok ediyorsunuz. Yani mesele sadece Mustafa Akkad’ınölümü değildi. Aslında ilkesizce yapılan işler bizim değerlerimizi yok ediyordu. O yüzden mutlak surette bunların durması lazımdı. Aynı duyarlılık maalesef olmadı.
İdeolojinin insaniyetin üstüne çıkması korkunç bir şey arkadaşlar biz bununla yüzleşmeden bir yere gidemeyiz. Suriye Savaşı’nın ilk yıllarında, 2013 yılında, Türkiye’de herkes orada bir cihad oluyor derken bir video izlemiştim. Videoda El Kaide ya da El Nusra militanları ana yolu kesmişler, kamyonları durduruyorlar. Şoförleri sıraya diziyorlar.Tabi şoförler korku içindeler. Belli ki şoförler Alevi cenahından geliyorlar. Onlar bunu tahmin ettikleri için İslam’ın, imanın şartı kaç, namaz nasıl kılınır bir göster bakalım diyorlar. Adamlar Alevi, yani namaz kılmasını bilmiyor. Dolayısıyla cevap veremiyorlar. Cevap veremeyince şoförleri kurşuna dizip, taradılar. İnsan bunu kendi vicdanına sığdıramıyor. Zavallı kamyon şoförü elinde silah filan yok, adamı kurşuna dizip öldürüyorsun. Hangi vicdan bunu kabullenebilir ?İnsanın vicdanı donuyor ama adam bunu reklam filmi olarak kullanıyor. Sonunda da diyor ki “Ne güzel cihad ediyoruz.”.
O zamanlar “Arkadaşlar siz bunu izlemediniz mi? Burada nasıl bir vahşet var? Burada İslami mücadele mi var Allah aşkına!” diye sosyal medyadan yazmıştım. Buradan kaos çıkar, kargaşa çıkar, anarşiçıkar başka bir şeyçıkmaz. Bunu yazdığım için işitmediğim laf kalmamıştı. İrancı, şucubucu, cihadı baltalayan gibi inanılmaz sözler. Sizin kriteriniz nedir, İslam neden gelmiştir, hak hukuk neden vardır ? İnsanı yüceltmek için vardır. Yani insanın üstünde insanı ezen bir ideoloji nasıl olabilir ve nasıl böyle bir görüntüye evet diyebilirsiniz ? Sonunda evet denildiği için orası tam bir arap saçına döndü. Ölü sayısı 500.000 insana ulaştı. Korkunç hadiseler yaşadık ve perde maalesef korkunç bir sonla kapanıyor. Bir özür dileyen bile yok. Hiçbir özeleştiri yapan yok. Sessizlikle karşılıyorlar.
Hükümete sorsan bugünü konuşuyor. İslamcı camiaya sorsan e napalım yenildik diyor. Hakan Albayrak geçen yazmış “Hudeybiye’de de Müslümanlar yenildi.” Ben Hakan beyle 2012 yıllarında Mavi Marmara meselesi için konuşmuştum. O zamanlar “Mavi Marmara davası çok kötü gidiyor, bu doğru bir yere çıkmayacak bir el yargıyı yavaşlatıyor. Yine Suriye meselesinde her geçen gün işler sarpa sarpıyor. Bir şeyler yapalım.” dedim. Hakan Bey o zaman döndü bana “Ömer bey Davutoğlu çok büyük işler yapacak. Yeniden bir Osmanlı bu topraklarda kurulacak. Yıpratmayalım bir şey demeyelim. Şimdi Davutoğlu’nu yıpratma zamanı değil” dedi. Ben daha sonra Filistin konusunda Suriye konusunda yazılarıma devam ettim ama o sözü de unutmadım. Yani kardeşim 500.000 insan ölüyor sen Hudeybiye diyorsun. Hudeybiye’de Allah Resulu bir insanın burnunu kanattı mı? Ortada savaş seçeneği de vardı. Hz. Peygamberin kriteri “Bu müşrikler belki yarın iman edecek. Onlar bizim kanımıza girmesin, biz onların kanına girmeyelim, araya düşmanlık girmesin” şeklindeydi. Kalkmış şimdi Hudeybiyeörneği veriyor insan utanır biraz sıkılır biraz yani. Peki neden bu haldeyiz arkadaşlar? Özeleştiri yapmıyoruz. Başta söylediğim şeyi tekrar söylüyorum. Hiçbir kesimde, Suriye konusunda var mı bir özeleştiri yapan? Yok. Hiç kimsenin umurunda değil. Çocuklar Akdeniz’de telef oldu gemilerden dökülüyorlar. Suriyelilerin hali ortada. Ser sefil durumdalar. Avrupa’ya salarım diye tehdit olarak kullanılan bir güruh. Bir Müslüman olarak İslam’da savaş konusunu, hak hukuk aramadaki ilkeleri sorgulamazsanız düşeceğiniz durumlar bunlardır maalesef.
Bunun dışında malum Kürt meselesi çok muzdarip olduğumuz başka konu. Kürt meselesinde de biz başörtüsü mücadelesi verirken arkadaşlarla bu konuyu çok tartışıyorduk. Mesele başörtüsü özgürlükler meselesinden Kürt meselesine gelince arkadaşlarımız hakkı hukuku unutup çifte standartla yaklaştı. En ummadığımız insanlara bile meseleyi anlatamıyorduk. Büyük bir çifte standart vardı Kürt meselesinde yıllardır. Hatta bir keresinde 2006 yılında Barış meclisi için Hakan Tahmaz, Ayhan Bilgen İzmit’e gelmişlerdi bir panel yapacaklardı. Bizim başörtüsü gösterisinden sonra onlar da bir açıklama yapacaklardı. o zamanlar Ayhan Bey bizim genel başkanımızdı. Biz Kürt meselesini daha çok Genel Merkez’de gündem ediyorduk. İzmit’te her hafta başörtüsü etkinliği yaptığımız için adımız başörtücüye çıkmıştı. Başka etkinlikler de yapıyorduk ama her hafta bi etkinliği yapınca adın ona çıkıyor. Yoksa İşçi hakları olsun, çevre hakları olsun hepsiyle ilgili çok ciddi çalışmalar yapıyorduk. Dilovası çevre gözlem raporu hazırlayıp meclise sunmuştuk. Alevilerle ilgili bir sürü çalışma yapıyorduk. Yine 301. maddeyle ilgili sokak gösterileri imza kampanyaları yapıyorduk.
2009’dan 2013’e sırf İktidar dedi diye
Başörtüsü etkinliği bittikten sonra barış meclisinin eylemi başladı. Orada Kürtçe pankartlar vardı. O zamanlar (2006) bir pankart bile olay oluyordu. Pankartta da hiç unutmam “Bijibratiyegelan” yazıyordu. Bunun fotoğrafını çekip “Başörtüsücü Ömer bir de Kürtçü oldu” diye gazeteye koymuşlardı. Oradaki yerel medya Kemalist olduğu için beni hiç sevmezlerdi. Nereden vuralım, en güzel yerden Kürtçü diye vuralım diye düşünmüşler herhalde. Bizim muhafazakar dindarların da gayet rahatsız olduğu bir durum. Kendi arkadaşlarımız da bu gösteriye neden katıldın dediler. Ama o zaman böyleydi ve ilkeli bir karşı duruşu maalesef insanlar gösteremiyorlardı. Kürt meselesi büyüyen bir hızla ülkenin gündemindeydi. Benim Kocaeli şubebaşkanı olduğum zamanlar ve genel başkan olduğum sırada, yoğun bir şekilde çatışmalar yaşanıyor ve insanlarımız hala bu çifte standardı devam ettiriyordu. Yani bir Türk için ya da bir dindar için istediğini kalkıp bir Kürt için istediğinde kıyametler kopuyordu. İnsanlar sizi Kürtçü, PKK’cı ilan ediyor hemen anında bu damgayı yiyiveriyordunuz. Tabi ben genel başkan olarak bu konuyu yoğun bir şekilde gündeme getiriyordum ve İslami camia bundan bayağı rahatsız oluyordu. Onlara da benim ilkelerim var, ben ilkelerime göre konuşuyorum, benim bildiğim İslamî ve insanî ilkeler Kürt meselesindeki 100 yıllık serencamı görür ve ona göre tavır alır diyordum. Bir keresinde hiç unutmam 2009 yılında İslami sağ cenahın dernek başkanları seninle bir oturup konuşalım senin söylemlerin bizi rahatsız ediyor demişlerdi bana. Şunu neden söylüyorsun filan diye soruyorlardı. Ben de onlara bu meselenin ne olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Tabi anlatamıyorsunuz. İnsanlarımız milli bir din anlayışıyla yetişmiş. Milliyetçilik dindenmiş gibi algılanıyor. Konuşmanın başında da söyledim biz ne çektiysek çiftestandartçılık hastalığından çektik. 2009’da bana Kürt meselesinde niye şöyle şöyle söyledin diyenler 2013’de çözüm süreci başladığında, hükümet süreci başlatıyoruz analar ağlamasın insanlar ölmesin dediğinde, daha ileri söylemleri bile duyduklarında gıklarını çıkarmıyorlardı. Ben de “Yahu kardeşim daha beni 2009’da sigayaçektiniz. Şu anda Öcalan süper lider yahut Kürtlerin hakları gibi laflar dolaşıyor, bunlara niye bir şey demiyorsunuz ? 2009’la 2013 arasında ne fark var ?” diyordum. Ama bakıyorsunuz adam sırf iktidar öyle dedi diye yelkenleri suya indirmiş. Maalesef bizim İslami camianın en büyük hastalığı iktidarı kollama hastalığıydı. İşte AK Parti, Tayyip Erdoğan karizması, büyük lider, dünya lideri büyük bir hastalık ve ilkesizlik getiriyor insanlara ve gerçeği görememeye başlıyorlar. Evet bir insan büyük bir lider olabilir, Hz Muhammed de büyük bir liderdi ama “Beni eleştirin, benşurda hata yaptım.” diyordu.
Abdullah Gül: Hrant’ı maalesef devlet olarak biz öldürmüşüz
Büyük liderler etrafında pervane gibi dönülecek insanlar değildir, eleştirilebilir. Bunu İslami camiaya anlatamadığımız içi demokrasi açısından bu durumdayız. Yani şu an Türkiye’deki OHAL düzeni inanılmaz bir anti-demokratik hukuksuzluk düzeni şeklinde seyrediyor. Bir kısım Tayyip sever AK Partili kardeşimiz içinse bir cennette yaşıyoruz şu anda. Tüm düşmanların kafası eziliyor, balyozla beyni dağıtılıyor. Ancak kimi provakasyonlar yapılmasına rağmen Erdoğan liderliğinde cenneti yaşıyoruz! İnanılmaz bir şey bu yani iki farklı dünya algılayan bir topluluk var. Bu insanlarımızın eleştiri noktasındaki problemlerinden kaynaklandı. Gerçekten ilkeli bir duruş sergileselerdi şu anda Türkiye çok iyi bir yerde olabilirdi. Biz de toplum olarak çok daha iyi bir yerde olabilirdik. Zamanında 301. madde ile ilgili HrantDink’in mağduriyetini anlatmıştım. İzmit’te sanat sokağı vardır. Orada etkinlikler yapılır. Biz binlerce imza toplamıştık 301. madde bu ülkede felakete yol açar bunu durdurmalıyız düşüncesiyle. Kocaeli’debilboardlara ilanlar asmıştık. Yani vatandaş bu 301. madde nedir bilmiyor. Milletvekilleri bile bilmiyor. Bir etkinlik Milletvekillerine basın mensuplarının önünde telefon açma etkinliği yapmıştık. Sırayla arayıp “Sayın vekilim 301. maddeyle ilgili sizden bir duyarlılık bekliyoruz.” diyoruz. Bir Mersin milletvekili “Ne 301’i, ne maddesi kardeşim bir açıklasan hele” diye cevap vermişti. Bunlar liderlerinin kulu kölesi olmuş insanlar, bu yasa neymiş ona bile bakmayan vekiller. E böyle vekil böylehalk…Biz bu etkinlikleri yapıyorduk ama dindar camia bunu çok önemsemiyordu. Adam diyor ki hak, özgürlük bunlar yabancı kavramlar batıdan gelmiş laflar sen İslami kavramlar kullan. Mazlumder’isekülerleştiriyorsun, napıyorsun sen filan… Yani kardeşim bu işin aslı budur sekülerleştirme filan değil. İnsanî ve İslamî olan budur zaten bunda tereddüdün nasıl olabilir ? Yani düşünüyorum, kaç yıldır ben bir hak derneğinin içinde bulundum. En şeytanlaştırıldığımız zamanlara bile bakıyorum sonrasında hep haklı çıktık. En haksızsın denilen zamanlardan sonra bugünlere geldiğimizde o çok konuşalamayan olaylarda bile… Mesela vicdan-i ret olayını savunmuştuk. Enver Aydemir vardır, tanır mısınız Kocaeli’nden arkadaşımız. Biz o zamanlar onu savunmuştuk. Hatta Enver gelip “Mazlumder vicdan-i reddi savunmaktan tedirgin olur mu? ” demişti. Yok dedim niye tedirgin olalım bu bir haksa biz bunun temsilcisi oluruz. Enverle beraber basın toplantıları yapmıştık. İlk biz ilan etmiştik kamuoyuna. Daha sonra 301. maddeyle ilgili ilkeli olmanın ne kadar önemli olduğunu AK Partililer de gördü. Hrant Dink öldürüldüğünde onlar çok rahatsız olmuştu. Hrant Dink öldürüldü ve bizden birinin cumhurbaşkanı olması engellenmeye çalışılıyor diyorlardı. Yani kardeşim Hrant Dink öldürüldüğü zaman mı aklın başına gelecekti? HrantDink’iöldürenşey neydi? Bu memleketteki Türklük sevdası, bu memleketteki düşünceözgürlüğünün katledilmesiydi, 301. maddeydi, hukuku paspas eden mahkeme kararlarıydı…
Korkunç kararlarla bir adamı göz göre göre öldürdünüz. Biz daha sonra “Adalet talebimiz var” grubunu kurmuştuk. 2007 yılında. Abdullah Gül’e bir heyetle beraber gitmiştik. Abdullah Gül’e konuyu anlattığımızda kendisi “Biz bu adamı göz göre göre devlet olarak öldürmüşüz açıkçası bu.” dedi. Yıldız Ramazanoğlu, ben, Cemal bey -o zaman Gülen cemaatiyle araları iyiydi- bir de Hilal Kaplan vardı. 4 kişi gitmiştik. Abdullah Gül’ün o zamanki sözünü unutamam. Tabii diyorsunuz şimdi herkes ayrı yerlerde. İlke olmayınca böyle oluyor arkadaşlar. O zamanlar “adalet talebimiz var” diye bir gurup kurup HrantDink’in cinayetinin sorgulamasını yapıyorduk hep beraber bakın düşünebiliyormusunuz ?Türkiye’de biz sürekli geriye gidiyoruz. Ben bakıp kahroluyorum o günlere! O günlerde bu insanlarla beraber olmuşuz. Birisi Gülen cemaatinden, birisi Hilal Kaplan, gitmişiz hak adalet talebinde bulunmuşuz.
2009’da “Henüz Özgür Olmadık” diye bir imza kampanyası vardı. Bunu buluşan kadınlar hazırlamıştıhatırlarsanız ve çok ses getirmişti. Çünkü başörtüsü konusunda 411 el AK Parti ile MHP bir girişim içerisindeydi. Buna niye MHP izin vermişti tek bir nedeni var. O zamanlar ben çok iyi takip ediyordum, MHP’li Tunca Tozkay şunu demişti: Başörtüsü meselesinin anayasada olmasına Kürt meselesi olmayacak diye izin veriyoruz. Yani Kürt meselesi kurban edilerek AK Parti ve MHP’nin ittifakı vardı. O yüzden henüz özgür olmadık imza kampanyası düzenlemişti Buluşan Kadınlar. Ben geçenlerde bir dönüp baktım aman ya rabbi! Kimler kimler buluşmuş. Metin o kadar temiz ve net ki hak diyor, adalet diyor, Alevilerin hakları Kürtlerin özgürlüğü diyen bir metin. O metnin imzacıları şimdi ne hallerdeler görüyorsunuz. Yani ilkesizlik insanı bu hale düşürüyor. Anlayışları yere vuruyor, hakkı adaleti perişan ediyor. Bu gidişle ben artık hakikaten umudu kesmeye başladım. Yani bu kadar ilkesizliğin hakim olduğu bir dünyada ne olacak insanlar çatışacaklar tabi ki. Amerika’da Avrupa’da her tarafta sağcılık faşistlik zirve yapıyor böyle bir ortamdayız.
Baldıran Zehirinin Sözünü Etmekle Yapmak Aynı Şey Değil
Çözüm süreci başladığı zaman da ben çifte standarttan, ilkesizlikten başımıza birçok şeyin geldiğini düşünüyorum Çözüm süreci başladığında akiller Kocaeli’ne gelecekti. Ali Bayramoğlu ile uzun süredir tanışırız.Kendisi Kocaeli’nde sen bize sahip çık, nerelere gideceğimizi sen belirle kamuoyu oluştur, demişti. Tamam demiştim ben de. En çok olaylar bizde olmuştu. Çünkü baya ulusal medyaya yansımıştı. Atatürkçüler, ulusalcılar ve MHP’liler çok hazırlıklıydı. Baya profesyonel hazırlanmışlardı. Bir keresinde bir basın toplantısı organize etmiştim. “Çözüm süreci başlıyor. Ey AK Partililer, ey HDP’liler gelin barışı sağlıyoruz” diye duyuru yapmıştık. Akiller gelmeden evvel bir gece öncesinden bir basın toplantısı yapmıştık. Bizim bu AK Parti’den gelenler ki cemaziyelevvelini biliyorum çoğu Türk milliyetçiliğinden gelme, AK Partiden olmasa MHP’den aday olacak arkadaşlar, adam zaten süreci hazmetmemiş…
Erdoğan ilkeli değildi ki baldıran zehri içeceğim demekle yani bunu sözü söylemekle fiilen yapmak arasında fark var. Sözünü söyledi fiilini yapmaya gelince yaklaşmadı bile. Kendi iktidarı için çözüm sürecinin devam ettirmenin faydalı olmadığını düşünerek yan çizmeye başladı. Türkiye 100 yıllık tarihi içinde bu 2.5 yıllık dönemini maalesef çok kötü bir şekilde bitirdi. Yani 100 yaşında bir insan olsam ben derim ki şu hayatımda 2.5 yıl gün gördüm. Hakikaten sorunların en aza indiği ölümlerin olmadığı bir zaman dilimi yaşadık ve ilkesizlikler yüzünden bitirdik. Yani Gülen Cemaati’ne bakıyorsunuz o dönem zaten baştan isteksizlerdi. Çünkü onlar “Bizim iktidar olacağımız bir zamanda, bizim formüllerimizle çözülmeli” kafasındaydılar. Çok umurlarında değildi yani süreç. Erdoğan da kendi iktidarını düşünüyordu. PKK da son zamanlarda Rojava’yı öne sürdü ve süreç bitmeden bir yıl evvel zaten bitme noktasına gelmişti. Uzatmaları oynuyorlardı ve bir müddet sonra da bitti gitti. Biz halk olarak Kürt meselesini gerçek anlamda bilseydik çözüm sürecinin arkasında dururduk. Bakın 2.5 yıllık mutlu bir hayat dilimi diyorum bundan dolayı çok önemli. Niye bu sürece sahip çıkamadık. Çünkü toplum olarak iktidara ve PKK’ya rağmen bu sürece sahip çıkma iradesi bizde de yoktu. Ben kaç kere Ankara’ya ve yahut Kocaeli Büyükşehir Belediyesi yetkililerine giderek “Bakın bu meseleyi halka anlatalım. Süreç aksarsa en azından vatandaş sürece sahip çıksın. Kürt meselesini nedir, devlet neden bu meseleyi ortaya çıkarmış ? Ey ümmet-i Muhammed, ey vatandaş, bu mesele bundan dolayı ortaya çıkmış ve bundan dolayı çözülmemiş diye anlatalım” dedim ama hiç kimsenin umurunda değildi. Herkes “PKK ile çatışmaları bitirir miyiz bitiremez miyiz” diyordu. PKK ile çatışmaları bitirsen ne olur Kürt meselesini düşünmeyen bir topluluk var. Savaşı bitirsen ne olur 3 gün sonra bir daha Kürt meselesi çıkar. Kürt meselesi anlatılsın bu insanlar çözüme sahip çıksın. Barış sağlanan yerde bu böyle olmuştur. Hani devlet, örgüt bozarsa bozsun sürece biz sahip çıkıyoruz, bu ancak böyle olur. Yani asker anneleri, PKK’lı militanların anneleri durun kardeşim bu iş artık böyle olmuyor dediği anda savaşı durduracağız. Başka çaresi yok ama bu ilkesizlik olduğu için çözüm sürecine de sahip çıkılmadı. Kimse çıkmadı yani hiçbir toplumsal kesim gereken aktiviteyi gösteremedi.
Çözüm Sürecinde Beni Mihmandar Yapanlar Şimdi Terörist diyor
Biz bundan 3.5 yıl önce, çözüm sürecinin 5. ya da 6. aylarında, sünni alevi sağ sol birçok kesimden insanla Barış Platformu’nu kurmuştuk. Sürekli süreci korumaya çalışan etkinlikler, paneller yaptık ama yetersiz kaldık. Çünkü %99’un Kürt meselesinden habersiz olduğu bir yerde sen entelektüel çalışmalarla bir şeyler yapmaya çalışıyorsun. İyi ama son derece yetersiz. Bunu tüm toplumun sahiplenmesi gerekiyordu ama maalesef bugünlere geldik. Çözüm sürecinin bittiği zaman barış dediğinizde terörist ilan edilmeye başlandınız. Artık biliyorsunuz korkunç bir süreç yaşamaya başladık, her yanı kan revan içinde bir Türkiye var. Hem iç kanama hem dış kanama geçiriyor, içerde ve dışarda kan akıtıyor. Barış dediğiniz anda başınıza gelmeyen kalmıyor. Ben kendi başıma gelen şeyi anlatayım size: Bir sosyal medya paylaşımı yapmıştım. Barış annelerinin, cumartesi annelerinin 1 Eylül barış gününde yapmış oldukları bir etkinlik vardı. Bir PKK’lının maket tabutuyla, bir Türk askerinin maket tabutu yan yana. Arkalarında anneler var. Fotoğrafın altında da bu savaş bu toplumu bitirmekten başka bir işe yaramaz, bu çocukların cesetleri yan yana duracağına dirileri yan yana kardeşçe dursa iyi olmaz mıydı diye yazmıştım. Tabi sonra kıyamet koptu Kocaeli’nde Büyük Birlik Partililer, ülkücüler kıyametleri kopardılar. Daha dün çözüm sürecinde beni akillerin mihmandarı yapan AK Parti Kocaeli İl Başkanı beni terörist ilan etti.
“Terörün yanında duranlar bizim karşımızdadır” diye demeçler vermeye başladılar. Yani ne olmuştu ki yine barış demiştim. Ardından hakkımda soruşturma açıldı, açığa alındım. Sonucu açıklanmadı daha ya ihraç ediliriz ya da devam ederiz bilemiyorum ama hakkımızda bir itibarsızlaştırma kampanyası başlatıldı. Sosyal medya hesaplarım hacklendi. Mahallemizdeki camii derneğineüyeliğim vardı. Ona da artık üye olamazsın dedi dernekler müdürü. “Yahu niye üye olamıyorum” dedim, “Açığa alınmışsın” diyor. Camii derneğine bile üye olamıyorum, böyle bir ortam. Yani hukukun bu kadar ayaklar altına alındığı bir ortam var şu anda. Yani bu kadar ilkesiz bir toplum haline biz nasıl gelebildik, bunlar nasıl sorgulanamıyor, bu ülke birileri için nasıl cennet olarak algılanabiliyor ? Gerçekten inanılmaz şu hale neden düştüğümüzün göstergesi işte bu. 2002’lerde ilkesiz olduğunuz için şimdi bu hale düştünüz. İktidarıyla, Gülen cemaatiyle dindar camialarla, farklı ideolojik gruplarıyla, vatandaşıyla hiçbirinde gerçek anlamda biz ilkelerimize sarılalım düşüncesi yok. Herkes kendi ideolojisi nispetinde bu işi sahipleniyor. Ermeni meselesinde bir laf söylediğinde adamın adını hemen Ermeniciye çıkarırlar. Kürt meselesinde bir laf söylediğinde hemen Kürtçü, şucu, bucu hemen bir etiket yapıştırıyoruz. Yani halka göre de bir medya var. Bakıyorsunuz işte Akit Gazetesi gibi bir gazeteyi dindar camiayı bozuyor. Bu kadar çamurluçirkef bir gazete ama bakıyorsunuz dindar insanlarımız Hasan Karakaya’nın küfürlü yazılarını, “kafirlere nasıl da giydirmiş” diye okuyor. Yani her insan bunu izah edemiyor anlatabiliyor muyum? Yahu İslamcılık adına adam ona buna belden aşağı pis pis küfürler ediyor. Sen de ohne güzel yazmış, içimin yağları eridi diyorsun. Bunu söyleyen de hacı abimiz, başörtülü ablamız filan. Yani bu İslamcılık maalesef böyle bir takı haline gelmiş. Siz bunu sloganik olarak kullanmışsınız ve böyle başa böyletarak.Bundan sonra da dibe düşersiniz onun bunun maskarası olursunuz. Şu anda Türkiye insani ve hukuki endekslerde dibe vurmuş bir ülke. Ekonomik anlamda, insan haklarında dibe vurmuş durumda. Neden buraya geldik ? Bu çiftestandartçılıktan buraya geldik. Nasıl buralardan çıkabiliriz ? Gerçek anlamda ilkeli olursak emek, adalet konularında ilkeli olursak, bu konularda adil bir mücadeleyi sergileyebilirsek çıkabiliriz. Aksi halde belki de 100 yıl daha biz bu çatışmaları yaşayacağız.
Ben hangi canlı bombada öleceğim diye artık insanlar sık sık bunu düşünmeye başladı çünkü Allah korusun bir güvenlik denen bir şey yok. Çok kolay bir şekilde insanlar kendi canını veriyor başkasının canını alıyor bu şekilde maalesef Suriyelileşen Iraklılaşan bir ülke olma halini aldık.
Şimdi toplumda şöyle bir kutuplaşma oldu Reisçiler ve Reisçi olmayanlar. Ben son zamanlarda Ak Partili olup da Tayyip Erdoğan’ın bu otoriter tavırlarından rahatsız olan çok kişiye rastlamaya başladım. Geçenlerde bir kestaneciyle bayağı konuştuk toplumun nabzı anlamında bu tür kişiler önemlidir. Taksiciler, kestaneciler, bakkallar aslında toplumu bunlar ifade eder, sen ben değil. Bakıyorsunuz insanlar şunu sorgulamaya başlıyor: “Nerede hak, adalet kardeşim biz tek adamcılığa gidiyoruz. Tayyip Erdoğan’ı severim ama herkesin kafasını balyozla eziyor. Ne oluyoruz ?” Yani böyle bir duruma gidiyoruz fanatik bir sevgi var ama o fanatik sevginin içinden de bir sorgulama başladı.
Asıl mesele herkesin kabul ettiği ortak paydaya nasıl çağıracağız herkesin kabul ettiği ortak ilkelere nasıl çağıracağız bence kafamızı yormamız gereken zor soru bu. Dünya’da eskisine göre katılımcılığımız çok yükseldi. Cep telefonları, kitle iletişim araçlarıyla beraber iletişimimiz inanılmaz arttı. Yani dezavantajlı bir durumda değiliz. Teknoloji bize büyük bir şans sağlıyor. Kullanamayan bizlerde becereksizlik. Vatandaşa hangi ideolojiden olursan ol ben senin ideolojini değiştirmeye gelmedim demeliyiz. Belki bu şekilde katılımcılığı artırabiliriz.