Abdülhamit Çelik: “Müslüman kamuoyu işkencelere karşı yeterli tepki göstermedi.’’
2000 yılında gerçekleştirilen ve 28 Şubat’ın uzantısı olan Umut operasyonuyla tutuklanıp, 5 buçuk yıl hapis yatan ve bu süreçte ağır işkenceler gören Abdulhamit Çelik ile Selam Gazetesi tecrübesini, Uğur Mumcu davasını ve cezaevinden çıktıktan sonra neler yaşadığını konuştuk:
“1989 yılında Şehadet Dergisi’ne gidip gelmeye başladım. Nurettin Şirin’lerin çıkardığı bir dergiydi. 89’un sonlarında Tevhid Dergisi’ni çıkarmaya başladık. Cemaat değildik ama ilke sahibiydik. Derginin ana minvali ‘İslam Devrimi’ idi. Dünyadaki İslami gelişmeleri yakından takip ediyorduk. Siyasi bir dergiye göre iyi bir okuyucu potansiyeline sahipti. Yaklaşık 3 yıl boyunca dergiyi çıkarmaya devam ettik. 1993 yılına geldiğimizde Tevhid Dergisini ‘Selam’ adıyla çıkarmaya başladık. Onun da tirajı çok yüksekti. Birçok tehdit almamıza rağmen Allah’a hamd olsun, kendi inancımızdan, düşüncemizden geri adım atmadık. O dönemde sıkça İrancı, PKK’ci olarak yaftalandık. Sizin sonunuz da Özgür Gündem gibi olacak dendi. Resmi ya da gayriresmi olarak defalarca gazetemiz basıldı. Polis kendi yetkilerinin dışında başka gruplarla da işbirliği yapıp, bizi karalama politikası yürüttü. Bu süreç Refah Yol dönemine kadar bu şekilde devam etti. 28 Şubat süreciyle ciddi psikolojik baskılar uygulanmaya başladı. Bu baskılardan biz de kendi payımıza düşeni aldık.
Bizim gazetemizin üzerinde durduğu iki temel nokta vardı: Birincisi İsrail’i düşman seçmiştik; ikincisi ise İran yanlısı olmamız idi. Polis bize sürekli bu iki konuyla karşılarına çıkmamamızı söylüyordu. Ancak biz hep bu iki konu üzerine gittik. Selam Vakfı olarak 16 şubemiz vardı. 2000 yılında bunlarla beraber bütün kurumları kapattılar. Birçok İsrail karşıtlığı yapan grup vardı ancak bizim hedefe alınmamızın sebebi siyasi bir gazete olarak 16.000 aboneye ulaşmamız olmuştur.
Bizim İslami camia kendisini hala Safevi-Osmanlı mirasçısı olarak görüyor. İran’a baktığınızda orada Sünnetullaha uygun bir devrim olmuş. Bu devrimi harekete geçiren güç tamamen peygamber sünneti odaklıydı. Bu da haliyle Batı’yı tedirgin etti. Mezhebi konular üzerinden de ayrışmaya gidildi. Birbirimizi dinlemedik, hala da dinlemiyoruz. Biz onlara baktığımızda yalnızca bir Şii dünyasını görüyoruz, onlar da bize baktığında Sünni Osmanlı’yı görüyor. Oturup birbirimizi anlamaya çalışmıyoruz.
KUDÜS GECESİ
‘Kudüs Gecesi’ 1989’da başlayan bir süreçti ve her yıl tekrarlanırdı. Onca yıl devlet tarafından gündeme getirilmeyen ‘Kudüs Gecesi’ 28 Şubat’ta birden Türkiye’nin gündemini değiştirdi. Ankara-Sincan’da yapılan, yaklaşık 400-500 kişinin katıldığı program sanki ilk kez yapılıyormuş gibi lanse edildi. Asılan afişler, pankartlar bizim daha önce de kullandığımız afişler ve pankartlardı. 28 Şubat süreci uzun süre önce hazırlanan bir senaryonun son noktasıydı.
İslami kesimde hiçkimse geri adım atmıyor; herkes ‘ben haklıyım’ diyordu. Bundan dolayı hala aramızda uzlaşı sağlayamadık. 28 Şubat sürecinde İstanbul’da da farklı gruplar vardı ve bu gruplar da kendi aralarında uzlaşı sağlayamadı. Doğu’dan Batı’ya göç edenler kendi topraklarında, köylerinde alim insanlardı. Çünkü o kültürü, dili biliyorlardı. Metropole gelince kendileriyle, aileleriyle, çocuklarıyla imtihan olmaya başladılar. Batı’ya göç edenler ise bu çarkın içerisinde yok oldular, varlık gösteremediler. 28 Şubat’a kadar içi boş bir kitle haline getirildik.
‘’Bugün iktidarda olan hükümet hala 28 Şubat’ın korkularıyla yaşıyor.’’
İşkencenin en korkuncu psikolojik işkencedir. Bugün iktidarda olan hükümet hala 28 Şubat’ın korkularıyla yaşıyor. Generali içeri sokmasına rağmen hala ondan korkuyor. Karşısındakini çok güçlü görüyor, o korkuyu yaşatıyoruz.
Aynı minvalde Umut Operasyonu’na bakarsak; o dönemde devlet bir şekilde kendisine muhalif olanları susturmak istiyordu. Düşünün 629 kişinin Uğur Mumcu’yu öldürdüğünü söylüyorlar. Akşam Gazetesi ‘Uğur Mumcu’nun katilleri yakalandı’ manşetini bir gün önceden atmıştı. Ertesi gün de biz katil ilan edildik. Umut Operasyonuyla devletin aleyhtarı olan bir kuruluşu bastırması gerekiyordu. Polisle ya da başka yollardan bastıramadığı hareketi böylesi bir iftirayla tasfiye ediyordu.
Sorun işkencenin korkunçluğu değildi. Her dönemde işkence gördüm ben. Ancak bu sefer ki gerçekten farklıydı. Hiç gitmediğimiz bir yerde tatbikat yaptırılıp, katil ilan ediliyorduk. 14 yıldır devam eden bu davanın savcısı hala değişmedi. İktidarlar, mahkeme başkanları değişti ama o savcı değişmedi. Bu davanın sona erdirilmesi iktidarların da işine gelmiyor. Çünkü bizi bıraktıklarında yüzlerce insanı da bırakmak zorunda kalacaklar.
AKP hükümeti tarafından hazırlanan yeni yasaya göre herhangi bir belge ya da bulgu bulunmadan eğer mahkeme örgüt üyesi olduğunuza karar verirse 24 yıldan 36 yıla kadar cezaya çarptırılabiliyorsunuz. Çünkü Türkiye Uluslararası mahkemelerde maddi delil yetersizliğinden dolayı çok ceza yedi. Bunun önüne geçebilmek için de böyle bir yasa çıkarıldı. Biz (Müslümanlar) sanıyoruz ki, iktidara geldik ve gitmeyeceğiz. Neyi değiştirirsek değiştirelim, insanların zihin yapılarını değiştirmedikçe hiçbir şeyi gerçek anlamda değiştiremeyiz.
‘’Müslüman kamuoyu işkencelere karşı yeterli tepki göstermedi.’’
28 Şubat tamamen menfaat meselesiydi. Güneydoğu’da 30 yıllık süren savaşı örtbas etmeye çalıştılar. Kamuoyunun gündemini değiştirmek istediler. Askeri ve sivil bürokrasinin yaptığı hırsızlıkları saklamak için başlattılar bu süreci.
Müslüman kamuoyu da işkencelere karşı yeterli tepki göstermedi. Hala da ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ mantığıyla hareket ediyorlar. Bizim başımıza gelmeden hiçbir kardeşimizin derdiyle dertlenmiyoruz. Yaklaşık 10 yıldır dışarıdayım, kimse gelip de niye tutuklandınız diye sormadı. Cezaevinden çıktıktan sonra devletin uyguladığı şiddetten ziyade çevremizdekilerin ilgisizliği ağır bastı. Eski Selam gazetesi çalışanlarından kimse selam vermedi. Dün beraber olduğumuz, omuz omuza çarpıştığımız insanlar bugün gözümüzün yaşına bakmadan aleyhimizde imza verebiliyor. Ancak bugün Türkiye’nin neresine gidersem gideyim gece yarısı kapısını çalabileceğim dostlarım da var.
Terörle Mücadele’de sizi alan ekip sizi mahkemeye teslim edene kadar değiştirilmez. Bizim başımızda üç ekip vardı. O ekiplerin başındaki kişilerden bir tanesi de şu anda Cumhurbaşkanı’nın baş koruması. Biz bunu kitapta yayınladıktan sonra Cumhurbaşkanı’nın basın danışmanı (ne yazık ki bizim bir arkadaşın oğlu) bunu Cumhurbaşkanı’nın korumasına yönelik bir iftira olarak nitelendirip mahkemeye başvurmuş. İslam tarihinde çok gördüğümüz bir şeydir bu. Makam ve mevki sahibi olunca kendi öz insanınızı bile çok rahat harcayabiliyorsunuz.
Bugünkü iktidar bile kendi siyasetini üretemiyor. Dışarıdan getirilen dosyalar doğrultusunda hareket ediyor. Cezaevi döneminde arkadaşlarımızın bir kısmını CIA yetkilileri cezaevi dışında yargılamak istedi. Düşünün bir ülkede Adalet Bakanı var ve başka bir ülkenin polisi gelip sizi yargılamayı talep edebiliyor. Böylesi bir küresel oyun içerisinde sadece birer figüransınız.
1 Response
[…] […]