Muammer Bilgiç – Hukuk ve Demokrasi Krizi

MUAMMER BİLGİÇ

Öncelikle “Türkiye’de Hukuku ve Barışı Aramak” konulu paneli tertip eden Emek ve Adalet Platformu bileşenlerine ve gönüllülerine teşekkürlerimi arz ediyorum.

3 Kasım 2019 tarihinde Saadet Partisi 7’nci Olağan Büyük Kongresini yaptı. Milli Nizam Partisi, 26 Ocak 1970’de kuruldu.  Partilerimiz kapatılmasaydı bu bizim beşinci partiyle 7’nci Olağan Kongremiz değil, iki yılda ya da üç yılda bir yaptığımızı varsayarsak 16’ncı ya da 24’üncü Olağan Kongremiz olacaktı.

Hemen şunu da belirtmek istiyorum, sadece canımız yandığında ve kendi acılarımıza karşı duyarlı olmak yetmez. Herkesin kendi acıları etrafında kenetlenmesi çok bir anlam ifade etmez. Mesele başkalarının acılarını hissedebilmektir. Mesele başkalarının mağduriyetlerini görebilmektir.

Yine en başta iki hususu belirteyim, şiddet ve baskı kimden gelirse gelsin karşısındayız. Yargının siyaseti kuşatması da siyasetin yargıyı kuşatması da kabul edilemez.

Yeryüzünde yaşayan tüm insanların iki temel isteklerinin olduğunu düşünüyorum. Birincisi daha kolay bir yaşam. İkincisi de daha güzel bir yaşam.

Yaşamın daha kolay ve daha güzel olmasını istemek herkesin hakkıdır. Ancak, yaşamın kolaylaşması ve güzelleşmesi, zorluklar ve kötülükler karşısında organize olmakla mümkündür.

Devlet, yaşamı kolaylaştıracak ve güzelleştirecek en etkin örgütlü yapıdır, organizasyondur. İnsanlar devlet için değillerdir ama devlet insan içindir.

Ben, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” cümlesini doğru bulmuyorum. Doğru olan cümle şudur:  “Devletin görevi, insanı yaşatmaktır. Devletin görevi,  insanın yaşamını kolaylaştırmak ve güzelleştirmektir. Devletin görevi insanın temel hak ve özgürlüklerinin teminatı olmaktır.” 

Devletin varlığı, insan varlığının, insan yaşamının, yaşamın daha kolay ve daha güzel olmasının önünde bir tehdide dönüşüyorsa, bir tehdit haline gelmişse, yaşamı zorlaştıran ve kötüleştiren en organize yapı devlet olmuştur demektir.

Yasama, yürütme, yargı devlet denilen organizasyonun belirli yetki ve görevleri olan organlarıdır.

Hukuk, toplumun en zayıf bireyinin kendini en güçlü organizasyon olan devlet karşısında güvende hissetmesinin teminatıdır. Bir düzenin anayasal olması, elbette orada evrensel bir hukukun işletildiği anlamına gelmez. Hukuktan kastımız, evrensel temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı düzenlemelerdir.

Hukuka dayanan bir düzende öngörülebilirlik vardır. Haklar bellidir, hak arama yolları bellidir, suçlar bellidir, cezalar bellidir. İnsanların bireysel ya da topluca taleplerini dile getirme yöntemleri bellidir. İnsanların bireysel ya da topluca karşı çıkışlarını dile getirme yöntemleri bellidir. Hiçbir mekanizma baskı ve tahakküm aracına dönüşemez.

Hukukun gücü değil de gücün hukuku söz konusuysa, öngörülebilirlik yoktur. Hukuk rafa kalkmıştır. Kuvvetli olanlar, çok olanlar, kendini imtiyazlı görenler ya da çıkar ilişkisi olanlar yaşamı kendileri için daha kolay ve daha güzel hale getirmek için başkalarının yaşamlarını cehenneme çevirebilirler.

Hukuk ve demokrasi krizi dediğimiz durum aslında birilerinin kendi cennetleri için başkalarının yaşamlarını cehenneme çevirmeleridir. Hukuk ve demokrasi krizi olarak nitelendirdiğimiz durum, kendi tutkularını başkalarının ihtiyaçlarının önüne geçiren güç merkezleri yüzünden yaşanan bir ahlak krizidir.

Kendi tutkuları ve çıkarları için insan yaşamını hiçe sayan organizasyonların insanlara kan ve gözyaşından başka verecekleri bir şey yoktur. Dünyadaki hiçbir altın rezervi, hiçbir uranyum rezervi, hiçbir petrol rezervi, hiçbir doğalgaz rezervi, bir damla insan kanından, bir insanın yaşamından daha değerli değildir.

Türkiye’de yaşanan sıkıntıları, Türkiye-ABD ilişkilerinden, Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerinden, Türkiye- İsrail ilişkilerinden tamamen izole düşünmek mümkün değildir.

Ancak Türkiye’de yaşanan sıkıntıları dış güçlere bağlamak da bu ülkenin hakikat arayışındaki insanları için ikna edici olmayacaktır.

Diğer taraftan, “Amerika iyi, Avrupa iyi; insan hakları, özgürlük ve demokrasi konusunda tutarlılar ama Türkiye kötü, Türkiye’de bir hukuk ve demokrasi krizi var” demek de gerçekçi olmayacaktır.

Tutarsızlık ve kriz hemen her yerde. Çifte standart, çıkarları önceleme, kuvveti üstün görme anlayışı hemen her yerde.

Ben inanıyorum ki yaşamın daha kolay ve daha güzel olması için Amerika’da ve Avrupa’da ve dünyanın başka bir yerinde, insan hakları, özgürlük ve demokrasi söylemlerinde samimi olan her grupla, her toplulukla işbirliği yapılabilir.

Hepimizin tanıklık ettiği gerçek o ki Amerika’yı ve Avrupa’yı yöneten akıl, kendi çıkarları söz konusu olduğunda, insan hakları, özgürlük ve demokrasi söylemlerini rahatlıkla rafa kaldırıyor.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD’nin eliyle, Guantanamo’da, Ebu Gureyb’de,  Diego Garcia’da, Camp Bucca’da, CIA’nın işkence uçaklarında insan haklarının, demokrasinin, özgürleşmesinin buharlaşmasına tanıklık ettik.

İspanya’da Katalanların 2017’de tek taraflı bağımsızlık ilânıyla sonuçlanan genel seçimlerin ardından 9 Katalan siyasetçiye toplamda 100 yılı bulan hapis cezaları verilişine tanıklık ettik.

AİHM, sadece 2017 yılında Türkiye’den gelen 30 bin 63 başvuruyu, OHAL İnceleme Komisyonu’nun varlığı gerekçesiyle geri gönderişine tanıklık ettik.

2019 Nobel Edebiyat Ödülü’nün “kasap” lakaplı Sırp lider Milosevic’e duyduğu hayranlıkla tanınan Avusturyalı yazar Peter Handke’ye verildiğine tanıklık ettik.

İktidar sahiplerinin ve servet sahiplerinin çıkar ilişkileri, çok kolay bir biçimde, insan hakları, özgürlük ve demokrasi kavramlarının söylemde kalmasına yol açmaktadır.

Diğer taraftan Türkiye’de yaşanan demokrasi ve hukuk krizi, – çok şiddetli bir kriz olduğu yadsınamaz-, sadece bugünün meselesi değildir.

1808 Sened-i İttifak’tan, 1839 Gülhane Hattı Hümayunundan sonra 23 Aralık 1876’da Osmanlı ilk kez Anayasal düzene geçti.

Kanun-i Esasi’de devletin resmi dili Türkçe, başkenti İstanbul’dur. Saltanat ve hilafet hakkı Osmanoğulları soyuna aittir.

1909’da yapılan değişikliklerle Meclis-i Mebusan en önemli kurum haline gelmiş, Padişah, Meclis-i Umumi önünde anayasaya bağlılık yeminini etme yükümlülüğü altına girmiş, ödenekleri yasaya bağlanmıştır.

Osmanlı Devleti’nin 1909’da parlamenter anayasal bir monarşiye geçtiği söylenebilir.

1918 sonrası da bu topraklarda yeniden bir devlet örgütlenmesi sorunu yaşanmıştır.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, kurtuluş mücadelesinin bir anayasa ile hukuki zeminde sürdürülmesi iradesinin ürünüdür.

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 68’inci maddesi şöyledir: “Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır.” 88’inci madde Türk’ü tanımlar: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. Türk olmanın inançsal ve ırksal bir anlam taşımadığı, coğrafi (Türkiye ahalisi) ve siyasi (vatandaşlık bağı) anlama geldiği vurgulanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, kendisine vatandaşlık bağı olan herkese yeni bir kimlik vermiştir.

1961 Anayasası’yla Milli Güvenlik Kurulu, yani yarı askeri bir kurul, anayasal organ haline getirilmiştir.  Askeri mahkemeler ve Askeri Yargıtay, anayasal organlar haline getirilmiştir.

1971 Muhtırasından sonra Milli Güvenlik Kurulu’nun kuruluşunda ve yetkilerinde yapılan değişikliklerle TSK’nın yürütme üzerindeki ağırlığı artırıldı.  Askerlerle ilgili idari işlem ve eylemlerin yargısal denetimi Danıştay’dan alınıp ilk kez oluşturulan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne verildi. Hak ve özgürlükleri sınırlama nedenleri çoğaltıldı. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü gibi soyut muğlak sınırlamalar getirildi.

1982 Anayasası, devleti yücelten, bireyi korumasız bırakan, devlet otoritesini ve askeri vesayeti pekiştiren, hak ve özgürlükleri sınırlamalarla kullanılmaz hale getiren bir anayasa olmuştur.

Neticede anayasal bir düzende yaşıyoruz.

12 Eylül 1980 Darbesi’nin ardından 7 Kasım 1982’de yapılan halk oylamasıyla %91,37 oranında evet oyuyla kabul edilmiş bir anayasamız var.

Bu anayasa, başlangıç bölümünde de belirtildiği üzere,  -başlangıç bölümü de Anayasa’ya dâhildir-,  “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” olunmuştur.

“Demokrasiye âşık Türk evlatları” tabiri farkında olmadan yasa yapıcıların demokrasiyle toplum arasındaki platonik ilişkiye göndermedir. Demokrasi aşkı hep platoniktir, demokrasiye bir türlü kavuşulamaz, bu durumda da hukuk ve demokrasi krizi kaçınılmazdır.

Yine Anayasa’nın başlangıç bölümünde belirtildiği üzere, topluca Türk vatandaşlarının, -anayasal olarak hepimizin-, “huzurlu bir hayat talebine hakkımız” vardır.

1982 Anayasa’sında birinci madde şöyledir: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” Cumhuriyetimizin nitelikleri de ikinci madde de belirtilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

Üçüncü maddeye göre devletimizin resmi dili vardır: “Dili Türkçedir.”

Devlet organlarımız ikinci bir dille konuşmaya,  bu anlamda dil öğrenmeye de karşıdır. Çünkü dördüncü madde ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini söyler.

42’inci maddeye göre Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.

66’ıncı maddeye göre de Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.

15 Temmuz Kalkışmasının ardından ilan edilen OHAL döneminde ve sonrasında kanun hükmünde kararnamelerle ya da bizzat güce dayanan uygulamalarla Türkiye’de siyasetin yargıyı kuşattığına tanıklık ettiğimiz doğrudur. Ancak bir hukuk ve demokrasi krizi varsa bunu son beş yılda ya da son yirmi yılda aramak, geçekçi olmayacaktır.

Zaman zaman kesintiye uğrasa da 1876’dan itibaren işletilen anayasal süreç bir toplumsal uzlaşmadan ziyade gücün hukuku şekillendirmesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu süreçte toplumu tek tipleştirmek hedeflenmiştir.  Devletin öngördüğü kimlik, tek resmi dilin yanına, tek anadil, tek din, tek mezhep, tek kültürle, tek ulus anlayışıyla inşa edilmeye çalışılmıştır.

Aleviler, Caferiler, Şafiiler, Kürtler, Zazalar, Arnavutlar, Çerkezler, Gürcüler, Boşnaklar, Lazlar gibi farklı mezhepler ve etnik gruplar yol sayılmıştır.

“Olağan Şüpheliler” oluşturulmuştur. Rum ya da Ermeni olmak iyi görülmemiştir.

Baskı ve şiddete dayalı asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Tedip ve tenkil kelimelerinin işaret ettiği gerçeklik birçoklarının kaderi olmuştur. Yine de asimilasyon süreci başarılı olamamıştır.

Düşünce ve ifade özgürlüğü yoktur. Olduğunu düşündüğünüz dönemlerde de söylediğiniz her cümle yakın gelecekte aleyhinizde kullanılabilmektedir.

Çifte standart vardır. Muktedir eleştirir, hakaret eder, itham eder. Muhalif ne söylediğine dikkat eder.

Kültürel çoğulculuk yoktur. TRT Kurdî açılır, dil verilir, tandır alınır. TOKİ’yle, Diyarbakır Cadde 75’le kültür alınır.

Siyasal temsil ve katılımda sınırlamalar vardır.  %10 barajı birçok düşüncenin ve fikrin TBMM’de temsil edilmesinin önünde engel olmuştur.

Hak talepleri güvenlik sorunu olarak kabul edilmektedir. Anayasal haklar olan basın açıklaması, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı çok kolay bir şekilde yasadışı ilan edilebilmiştir.

Doğu illeri hep ayrıcalıklı olmuştur. Umumi Müfettişlikler, Tunceli Kanunu, OHAL Valiliği, Kayyımlar bölgeden eksik olmamıştır.

Devlet, toplumun her kesimine, farklı inançlara, farklı mezheplere, farklı siyasi oluşumlara, farklı etnik gruplara karşı adaleti tesis etmede olmasa bile mağduriyet oluşturmada eşit davranmıştır.

Bütün bunları dile getirmek, tarihe tanıklığımız açısından önemlidir ama daha önemlisi, hak ve hakikat arayışındaki insanların çözüm için organize olmalarıdır.

Tüm insanlar için yaşamı daha kolay ve daha güzel hale getirebilmek için organize olmamızda, gayret etmemizden,  çabamızı ve umudumuzu her yeni gün artırmaktan başka çaremiz de yoktur.

Biz almazsak kimse bize haklarımızı ve özgürlüğümüzü vermeyecektir.

Herkese teklifimizdir:

1-Bir değerler hareketi oluşturmalıyız.

Ahlakı öncelemeliyiz. Ahlak, kendimiz için istediğimizi başkası için de istemek, kendimiz için istemediğimizi başkaları için de istememektir.

Erdemliliği öncelemeliyiz.

Erdemli insanlar doğruyu söylemek için riskin geçmesini, cömert olmak için zengin olmayı, bir insanı sevmek için kendilerine benzemesini beklemezler.

Çıkarı değil hakkı gözetmeli, güçlüyken kendimizi kontrol edebilmeliyiz.

Dünyadaki tüm petrol rezervleri, doğal gaz rezervleri ya da altın madeni bir damla kandan daha değerli değildir.

2-Bir insanlık hareketi oluşturmalıyız.

Bir insanı ırkı rengi dili iyi ya da kötü yapmaz. Bir insanın neye inanıp inanmadığını da bilimsel bir gerçeklik gibi bilemeyiz. Biz insanların tutum ve davranışlarına bakarız.

Biz bir ailenin, bir bölgenin, bir ülkenin değil bütün insanlığın saadeti için çalışmalıyız.

3-Yürüyüşümüz bilgi ve hakikatin ardından olmalı.

Hamaset ve hurafelerin ardından gittiğimizde duvara toslamak kaçınılmazdır. Kulaklarımızı tıkadığımızda, gözlerimizi kapadığımızda, birbirimizi duymayı, görmeyi bıraktığımızda duvara toslamak kaçınılmazdır. Veriler, gözlemler, bilimsel yöntem olmadan, ezberlerle problemleri çözemeyiz. Elbette erdem sahibi olmak, bilimi insanların hayrına kullanmayı gerektirir.

4-Hak ve adaleti ayakta tutmalıyız.

Hak ve adalet, bizim gibi inanmayan, düşünmeyen, yaşam tarzı bizim gibi olmayan insanların haklarını koruduğumuz yerde başlar. Kuvvet, çoğunluk, çıkar ve imtiyaz hak ve adalet gerekçesi olamaz.

5-Bilginin, servetin, iktidarın, toprak kullanımının temerküzüne karşı olmalıyız.

Bir yerin yurt olmasının nedeni toprağın insanı beslemesidir. Anadolu boşalıyor. Toprak insansızlaştırılıyor, insan topraksızlaştırılıyor. İnsanların İstanbul’da istiflenmesi bir krizdir. Bu istiflenme süreci devam ederse, sermaye, bilgi ve iktidar tek elde toplanacaktır.  Toprağını yitiren insanlar ücretli köleler olacaktır.  İstanbul tahliye olunmalıdır. Temerküze karşı bir hareket oluşturmalıyız.

6-Her türlü sömürüye karşı olmalıyız.

Emek, beden, din, zihin ve vicdan sömürüsüne izin vermemeliyiz.

Faizin bir sömürü aracı olduğunu unutmamalıyız.

Bizi kutsallarımızla aldatmalarına müsaade etmemeliyiz.

Sürekli ezan, bayrak, vatan, millet diyen ama hiç matematiği, istatistiği, verileri gündemine almayan insanlara dikkat etmeliyiz.

7-Bir umut ve ufuk hareketi oluşturmalıyız.

İnsan insanın yurdudur. İstersek yaparız. Yapamıyorsak yeterince istemiyoruzdur.

Her yeni gün yeni bir imkândır. Her farklı insan yeni bir imkândır.


* Editör Notu: Bu yazı Muammer Bilgiç’in Türkiye’de Hukuku ve Barışı Aramak Sempozyumu‘nda yaptığı konuşmanın, yazar tarafından düzenlenmiş halidir. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir