Metin Karabaşoğlu ile Söyleşi
Öncelikle Kur’andan bir sûreye atıfla başlayarak, oradan Bediüzzaman’a geçmek istiyorum. Kur’an’a atıf derken, ben kendi iç dünyamda Bediüzzaman’a da otomatik olarak atıf yapmış oluyorum. Çünkü hayat ve düşünce yolculuğum itibariyle, medrese görmemiş, seküler eğitimden geçmiş birisi olarak eğer Kur’an’a atıf yaparak konuşabiliyorsam bunu Bediüzzaman’a borçluyum. Allah ondan ebeden razı olsun. Benim gibi modern hayatın şartları içinde yaşayıp seküler eğitim şartlarında yetişen nice insanı Kur’an’la muhatap olup, Kur’an’la düşünebilir hale getiren bir eser miras bıraktığı için ona bir gönül borcum var. Hepimizin ona bir gönül borcu var diye düşünüyorum.
Cenabı-ı Hak Hz. Musa’yı Firavun’a gitmekle görevlendirdiğinde, malum olduğu üzere, iki emirle Firavun’a gitmesi emrediliyordu. Yine bilindiği üzere Mısır firavunları, Hz. Yusuf’tan sonraki dönemlerde Benî İsrail’i köleleştirmiş durumdaydı ve Hz. Musa’dan Firavun’a gidecek iki emirden ilki “Benî İsrail’i serbest bırak” emriydi. Yani: Kula kulluğa son ver, kulun kulu kul edinmesine veya kulun kula kul olmasına son ver.
İkinci emir olarak da, Firavun’a rububiyet,yani ilahlık iddiasından vazgeç diyor. Daha sonra Zuhruf suresindeki âyetleri okuduğumda beni çok çarpmıştı. Firavun kavmini topluyor ve onlara “Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?” diye soruyor. Ve onlar da cevaben “Evet, sen bizim en yüksek rabbimizsin” dediler. Devamında “Firavun onları tahkir etti ve aşağıladı ve onlar da ona itaat ettiler.” Ki bu bana insanlık onuru, izzet-i nefis denilen şeyin iman yolculuğu açısından da ne kadar önemli olduğunu gösteren çok manidar Kur’ani bir mana idi. Bir insan izzet-i nefsini, insanlık onurunu yitirmişse, aşağılanmanın karşılığında, aşağılayana tâbi ve teslim olabiliyor. Bir kavim kendileri gibi etten kemikten ibaret, üç gün yemese içmese hayatı mahvolacak bir insana tutup “Sen bizim en yüksek rabbimizsin” diyebiliyor. Çünkü insanlık onuru yitip gitmiştir.
Bu bakımdan, bulunduğumuz mekan itibariyle söylüyorum, Mazlum-Der gibi, insanlık onurunu muhafazaya, bu noktada bir mücadeleye kendi adamış kurumların ne kadar önemli olduğunu bu yönüyle çok daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. Bu mücadele, bu çaba insani düzlemde bir mücadele, bir çaba olduğu kadar sağlam ve sahih bir imani zemin oluşturmak gibi bir boyuta da sahiptir.
İşte Said Nursi’nin hayatındaki hürriyet ve adalet mücadelesindeki hem dikey, hem de yatay boyutun, Hz. Musa’nın mücadelesine bakan bir tarafı var. Yani 1. Rabbini bileceksin ona tabi olacaksın. Ve bunun bir uzantısı olarak, kendini rab edinmeyeceksin, kula kulluğa izin vermeyeceksin. Yani Allah’ın kullarını kendine kul edinmeye kalkmayacaksın. Dönüp bu çerçeveden, Musa aleyhisselam kıssasından aldığımız bu dersle, Taha suresi üzerinden Beled suresine geldiğimizde, bu suredeki sarp yokuşa aşanların vasıflarına dair sıralama bana çok manidar gelir.
Beled sûresinde “sarp yokuşun aşılması”nın ilk göstergesi olarak, “fekku rakabe,” yani “boyunduruğu çözmek, kırmak” vardır. Bu ifadede, köleliğe karşı mücadelenin, özgürlüğe kavuşturmak fikrinin önemine atıf vardır ki, asıl olarak insanın dikey düzlemde Allah’a kul olup, yatay düzlemde diğer insanlarla eşit olması gerektiği fikrine güçlü bir vurgu vardır. Yani “boyunduruğu çözmek” manasından insanın aslına rücu etmesi, diğer insanlarla eşit bir alana intikal etmesi, özgürlüğe kavuşması, sarp yokuşu aşmanın birinci göstergesi haline geliyor
İkinci göstergesi de, bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmak. Buradan da şu dersi çıkarıyorum: Sarp yokuşu aşmanın asgari düzlemdeki şartları boyunduruğu çözmek ve yoksul ile yetimi doyurmaktır. Onlardan sonradır ki, üçüncü sırada şu geliyor: “Sonra iman edenlerden birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden ve birbirine merhameti öğretenlerden olmaktır”
Sırasıyla boyunduruğu çözmek, yoksulu ve yetimi doyurmak ve iman edenlerden olmak… Ben bunu şöyle anlıyorum: Birinci şart, siyasal düzlemde özgürlüğü esas alarak yol almak. İkinci düzlemde salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmak ki, bu da ekonomik özgürlüğe işaret ediyor. Yani insanların siyasal düzlemde de, ekonomik düzlemde de özgür olmalarını, insanlık onuruna yakışır bir halde olmalarını sağlamak. Yani yatay bir düzlemde bir çaba gibi yine, fakat yatay düzlemde bu insani altyapı neyi sağlıyor: “Sümme kane minellezine amenu…/ sonra iman edenlerden, birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak.
Oradan da şu dersi çıkarıyoruz yine: bir adalet duygusu, bir adalet tesisi için bir çaba kalpte yürekte olmadan bizim imanımız da tam, sağlam ve sahih bir iman haline gelmiyor ve imanımızda bazı arızalar sözkonusu oluyor.
Şimdi bu çerçeveden ele alırsak, Bediüzzaman’ın hayatında bir yandan Eski Said, Yeni Said, bu ikisinin farkları dönüşümler konuşulabilir. Ama Bediüzzaman’ın hayatının tamamında bu ikisinin buluşmasını görüyoruz. Said Nursi’nin hayatının bu iki boyutunda bu dikey ve yatay düzlemin bir buluşmasını görüyoruz. Yani Bediüzzaman’a dikey düzlemde bakarsak, Allah’a boyun eğmiş, Allah’a kul olmuş, yalnız ve ancak Ona kul olmuş, yani insan olarak onu var ediş amacını yerine getirmeyi hedefleyen, bu gayeye adanmış bir hayat yaşadığını görürüz. Bunun bir uzantısı olan yatay düzlemde bakarsak, yani insan-insan ilişkilerini gözlemlersek, orada zulmedenlerden olmamak, zalimlerden olmamak, zulme buyun eğenlerden veya zulme seyirci kalanlardan olmamak veya kula kul olmamak ve kulu kul edinenlerden olmamak çabasını görürüz.
Bediüzzaman daha 1911 yılında yazdığı Münazarat’ta hayatının bu veçhesini çok harikulade bir şekilde anlatıyor. Yani imanın bir boyutu olarak bunu ifade ediyor. Bediüzzaman’da bu bütünlüğü, yani Musa (a.s) kısaasındaki tebliğin o iki boyutunu dikey boyutu ve yatay boyutu görebiliyoruz.
Bediüzzaman da kendi zamanının firavunlarına, veya bir bütün olarak yaşadığı zamana hakim olan Firavuniyete karşı dik bir duruş ve mücadele sergiliyor. Onu Allah’ı bilip Allah’tan başkasına kul olmamak ve kul edinmemek anlamında hem dikey ve hem de yatay özgürlüğü içeren, Beled suresinin içerdiği mana ile, hem yatay hem de dikey düzlemde bir özgürlük ve adalet mücadelesini içeren bir hayat yaşamış olarak görüyoruz. Bediüzzaman’ın hayatını buaçıdan önemli görüyorum.
Şimdi bu iki boyutu birbirinden kopuk bir biçimde ele alıp sonra yatay düzleme dönüp baktığımızda orada bir özgürlük, bir hak mücadelesi ideolojik ve dünyevi bir şey olarak algılanabiliyor. Hem bizzat o mücadelenin içinde olanlar, hem de mücadeleye muhatap olanlar, o mücadeleyi görenler açısından. Bu boyut gözardı edildiğinde iman, Allah’a kul olma çabası, hayata temas etmeyen, gündelik hayatta bir karşılığı olmayan, bilhassa gündelik hayatta muktedirler karşısında bizi edilgenleştiren, pasifleştiren bir şey haline de gelebiliyor. Bu sebeple bu ikisini buluşturuyor olmak, Kur’an’ın Hz. Musa kıssasında bize öğrettiği üzere ve Beled suresinin bize öğrettiği üzere “sarp yokuşu aşmak” anlamına geliyor ve bu iki boyutu buluşturmak kritik bir öneme sahip oluyor. İşte bu anlamda bu buluşmanın gerçekleştiği önemli adreslerden biri olarak Bediüzzaman’ı görüyoruz.
Vaktimiz sınırlı olduğu için bu noktada Bediüzzaman’ın hayatı üzerinden çok fazla örnek veremiyorum. Fakat çoğumuz Bediüzzaman’ın hayatı üzerinde bu örnekleri görüyoruz. Aşağı yukarı herkes Bediüzzaman’ın bu ülkenin muktedirlerine karşı mücadelesini ve yaşadıklarını biliyor. Genel anlamda dünyaya dair okumaları üzerinden de bunu biliyoruz. Bediüzzaman’ın “Avrupa dinsizleri ve Asya münafıkları” denklemi üzerinden yaptığı değerlendirme bile bana yeterince öğretici gelir. Dünyaya ve özelde de bütün Müslümanlara mevcut sıkıntıları yaşatan arkaplana geçtiğimizde Avrupa dinsizleri ve Asya münafıkları denklemini görüyoruz. Yukarıda da söylediğim üzere Bediüzzaman’ın hayatını çoğunuzun aşağı yukarı bildiğinizi düşünerek ona çok teferruatlı girmiyorum. Bediüzzaman’ın mücadelesini, teslim olmayan bir şahıs olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bizim Fred Reed diye bir abimiz var. Yaşça bizden büyük olduğu için ona abimiz diyorum. Allah bu abimize hidayet nasip etti. Bu abimizin Türkiye’de Bediüzzaman üzerine bir kitabı var, daha doğrusu bu kitap Türkiye’yi anlatan bir kitap. Fred Reed, çalışmaya başladıktan sonra “Ben Bediüzzaman’ı gözardı ettiğim bir Türkiye anlatısının eksik kalacağını farkettim” diyor ve Bediüzzaman’ın hayatı ile Türkiye’nin yakın tarihini sentezleyen bir anlatıyla “Gizli Türkiye’ye Yolculuk” altbaşlığıyla Anadolu Kavşağı kitabını yazıyor. Kendisi aslen Amerikan vatandaşı, ama Vietnam savaşına katılmamak için Amerika’yı terkediyor ve vatandaşlıktan çıkarılıyor. Daha sonra Kanada’ya geçiyor, akabinde Yunanistan’a geliyor ve uzun müddet Yunanistan’da yaşıyor. Bir süre bir Kanada gazetesinin muhabirliğini yapıyor vs. Hülasa zor ve karışık bir hayatı var. Biz de bahsettiğimiz kitabının yayını vesilesiyle kendisiyle muhatap olmuştuk. Aradan bir veya iki sene geçtikten sonra Allah nasip etti ve bu abimiz Müslüman oldu. Kendi ifadesiyle “uzun süren tereddüt yıllarından sonra” İslam’a teslim olmaya karar verdi ve bir Ramazan ayının ikinci veya üçüncü günü kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu. Zaten bu arada iki üç senedir oruç tutuyordu. Yani Müslüman olduğu gün oruçluydu.
Bu abimiz hakikaten ilginç birisi. Ben ona “Vietnam savaşına katılmayı reddederek zaten İslam’a yolculuğunuzu başlattınız ve 30 senedir süren yolculuğunuz nihayet tamamlandı” dedim. Daha sonra ona Beled sûresinin bize söylediklerini aktarabildiğim kadarıyla aktardım. Zira bu süreçte Beled sûresi üzerine uzun süredir devam eden bir anlama çabam vardı. Bir grup arkadaşla bu sûrenin bir müzakeresini yapmıştık. Yani sarp yokuşu nasıl tırmanırız, ya da boyunduruğu çözmek; yani hem siyasi anlamda hem de ekonomik anlamda bir özgürlük ve adalet mücadelesi ve sonra iman edenlerden olmak nasıl mümkün olur? Fred Reed’in “Gizli Türkiye’ye Yolculuk” isimli kitabı Müslüman olmadan önce yazdığı bir kitap. Ve bu kitabında Bediüzzaman’ı şöyle tarif eder: “O, satın alınamayan bir adamdı.” Karşısına çıkan hiçbir muktedir onun karşısındaki mücadelesinde onu satın alamadı. Fred Reed’den bahsederken konuyu biraz dağıtmış olduk kusura bakmayın. Bunu bir kenara koyuyoruz.
Bu noktada, Müslümanlar arası ilişkide Bediüzzaman önümüze nasıl bir şey koyuyor diye düşünürken bu noktaya atıf yapan önemli bir âyet var. O da Tevbe sûresinin 122. ayeti. Bu âyet müminlere cihadı emrederken bir yandan da hepiniz cihada gitmeyin diyor. Bir kısmınız geride kalsın ve dinde “tefakkuh” etsin. Ola ki uyarılmanız gerekir. Buradan Allah’ın dinine hizmetin üst üste iki boyut içerdiğini ve iki grubun beraberliğini içerdiğini anlıyoruz. Yani bir tarafta bilfiil dışa dönük hizmetle meşgul olanlar, cihatla meşgul olanlar; ki bu noktada cihat meselesini biraz daha açabiliriz. Cihat, yani Allah yolunda savaşmak anlamına geldiği gibi, em siyasal hem ekonomik hem de sosyal düzlemdeki Allah’ın rızasını gözeterek gerçekleştirilen dışa dönük çabaları da içerir bir şekilde yorumlayabiliriz diye düşünüyorum. Yani yine ayetin kastettiği manayla, Müslümanlara cihadı emrederken, bir kısmına da Medine’de kalmaları uyarısı yapıyor. Çünkü uyarmak vazifesini görmeleri gerekebilir.
Bu durum bir yaralanma veya başka bir durumla karşılaşma riskine karşı bir tedbirdir. Bildiğiniz üzere o dönemde Şam Bizans hakimiyetinde bir yer ve Şam o dönem Bizans’ın ikinci büyük şehri durumunda. Ve Şam’da saraylar, görkemli yapılar vs. mevcut. Ve siz bu şartlar altında o bölgeye savaşmaya gidiyorsunuz. Bir tarafta savaşta bir yaralanma şu, bu tehlikesi mevcutken, öbür tarafta Bizans’ın saraylarına ve görkemine bakarak belki bir imrenme hali, yani Bizans’ın yaşadığına benzer bir hayata geçme arzusu uyanabilir. Veya fikri bir mücadelede yaşadığınız sorgulama karşısında hem zihinsel hem de manevi bir yaralanma yaşayabilirsiniz. Yani hem fikri ve hem de fiziki bir yaralanma tehlikesi mevcut.
Bir taraftan da ihmal edilemez durumda olan cihat emri, ama öbür taraftan içe dönük cihat da dinde tefakkuh edin emri.
Yani bu iksinin uyumu ve beraberliği ile Müslüman topluluğu bir yandan genişlerken öbür yandan da özünü koruma şansı buluyor.
İşte Bediüzzaman’a bu çerçeveden baktığımızda, tam da bu âyetin öğrettiği şekilde iki boyutlu bir mücadele görüyoruz. Bediüzzaman hem dışa dönük bazı vazifeler ve hem de içe dönük vazifelerden bahsediyor. Bediüzzaman bizzat kendi hayatında da her iki boyutu tecrübe etmiş. Mesela Eski Said döneminde daha ziyade harice bakan şeylerle meşgul olduğunu görüyoruz. Kendi memleketinde bir taraftan yaşanan fakr uı zaruret, öbür taraftan özgürlüklere yönelik sınırlamalar gibi sıkıntılara karşı bir Medresetüzzehra kurmak istiyor. Daha sonra İstanbul’a gittiğinde ise daha geniş çaplı bir mücadele görüyoruz. Yani Osmanlı Devleti’nin, İslam coğrafyasının yüz yüze olduğu meseleleri görmesi, siyasal düzlemde bir çaba olarak ittihad-ı Muhammedi Cemiyetini oluşturan kişilerle beraber mücadele etmesi, Ahrar Fırkasıyla işbirliğine girmesi ve hatta meşrutiyet yolunda İttihad ve Terakki ile temas içinde olarak “bir sarp yokuşu aşma” çabasına giriştiğini görüyoruz.
Hayatının daha sonraki dönemlerinde bu süreçlerde edindiği bazı dersler ve tecrübelerle dışa dönük bir sorumluluk boyutundan ziyade daha içe dönük bir sorumluluğa geçiyor. Ve Risale-i Nur hizmetini de bu çerçevede oluşturduğunu görüyoruz.
Bediüzzaman ilk kez 1919’da “euzu billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase”diyor ve devam eden hayatındaki mücadelesini de bu ölçü üzerinden inşa ediyor. Emirdağ Lahikası’nda söylediği bir sözün ve kurduğu denklemin hem onun açısından ve hem de Müslümanların siyasete bakışı açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i sâlihin hariç”–burada bir kısım sahabi demesi de oldukça manidar–siyasete girenlerin, bu imtihanın tehlikelerinden masun kalamayacaklarını düşünüyor.
Burada bir kısım sahabeler demesi, siyaset söz konusu olduğunda Muaviye, Amr. b. As ve Muğire b. Şube gibi bazı sahabilerin de siyasetle olan sınavlarını veremediklerini düşünmesinden kaynaklanıyor. “Güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i sâlihin hariç, siyasetçi tam müttaki bir dindar olamaz. Tam müttaki bir dindar da siyasetçi olmaz.” İlk kısımdaki “olamaz” ifadesinden şunu anlıyoruz. İstisnalar hariç, bir siyasetçi istese de tam müttaki bir dindar olamaz. Sahabelerin önde gelenleri arasında yaşanan hadiselerde, siyasetin tehlikeleriyle ilgili önemli dersler olduğunu söylüyor. Çünkü bu hadiselerde sahabelerin bazılarının da bu sınavı veremediklerini görüyoruz. Ancak sahabenin bazı önde gelenleri böyle bir imtihanı aşabiliyor. Müslümanlar tarih boyunca güç ve iktidarla sınandıklarında takva noktasında bir deformasyon yaşamışlardır. Bu tarihsel süreçten hareketle, öbür tarafta Bediüzzaman’ın siyasetçi istese de tam müttaki dindar olamaz manasındaki sözünü alırsak, takva odaklı bir yaşayış ve hizmet daha önemli, daha öncelikli gözükeceği için, müttaki bir dindarın böyle bir yolu seçmeyeceğini düşünüyor. Bediüzzaman da Yeni Said olarak bu düşünceye muvafık şekilde siyasetin içinde olmayı tercih etmiyor.
Ben Bediüzzaman’ın siyasete bakışı konusunda durduğu çizgiyi şöyle görüyorum: Siyasal düzlemde, yani dışa dönük hizmette sorumluluk alacak isimler olacaktır. Ama onlar bilmelidirler ki, bu alan takva sınanması açısından riskli bir alandır. Dolayısıyla Tevbe sûresi 122. ayeti hatırlarsak, siyasetle uğraşacakların sürekli iğvalarla, sınanmalarla yüz yüze geleceklerini bilmeleri gerekiyor ve böyle sınanmalarla yüz yüze geldiklerinde, kendilerini doğrultabilmeleri için dinde tefakkuh etmiş, üakva odaklı bir düşünüş ve işleyişi merkezine almış bir Müslümanlar topluluğunun olması gerekiyor. Bu durumu, bir taraftan bir siyasal iktidar bilinci üzerinden hareket eden Müslümanlar, öbür taraftan da toplumsal iktidar bilinciyle hareket eden Müslümanların varlığı olarak ifade edebiliriz. Zaten bu ikisi beraber olduğunda bir denge yakalayabiliriz. Toplumsal zemininiz zayıf olduktan sonra, siyasal iktidarınızın ne kadar güçlü olduğu önemli değildir. Çünkü bu durumda din adına bir tahakküm ortaya çıkmış olur. Dini zor için kullanmak durumu ortaya çıkar
Toplumsal zemin oluştuğunda ise, ki toplumsal zemin önemlidir, toplumsal düzlemdeki bazı hedeflerin gerçekleşebilmesi için bunun siyasal düzlemde bir karşılığının olması gerekiyor. Bahsettiğimiz iki alanda bir denge kurulduğunda, ümmet müstakim bir çizgiye gelmiş oluyor.
Bediüzzaman’ın bizzat siyasi iktidarı ele geçirmek veya ona talip olmak gibi bir hedefi olmadığını görüyoruz. Risale-i Nur hizmeti dinde tefakkuh boyutunu, yani toplumsal hizmeti hedefleyen takva boyutunu hedefliyor. Daha toplumsal hizmeti içeren, daha takva merkezli boyutu içeriyor.
Peki Bediüzzaman bunu yaparken tamamen apolitik bir duruşa mı sahip diye sorabiliriz. Bediüzzaman’ın hiçbir zaman apolitik bir duruşa sahip olmadığını görüyoruz. Siyasete tamamen yüzünü çevirdiği tek parti döneminde bile hiçbir zaman tamamen apolitik olmamıştır. Çünkü siyasete uzak olmak veya tamamen apolitik olmak, olan bitenin farkında olmamak, yöneten kitle tarafından yönlendirilmek sonucunu içeriyor. Bediüzzaman hem uluslararası düzlemde hem de yerel düzlemde olan bitenin farkında. Fakat zaten birileri totaliter bir düzlemde iktidara sahip oldukları için, burada siyaset üzerinden gidilebilecek bir yol, bir kanal söz konusu değil. Bu sebeple de siyasetle doğrudan doğruya bir ilişki kurmuyor. Çok partili dönemde ise, Bediüzzaman’ın siyasetçilere sorumluluklarını hatırlatmak, uyarılar yapmak yoluyla bile olsa siyasetle bir temas halinde olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman’ın özellikle Emirdağ Lahikası’nın ikinci cildinde karşımıza çıkan siyasilere, Başbakan Adnan Menderes’e mektupları, bu durumu anlatan boyutudur. Bediüzzaman’ın siyasilere verdiği mesajı üç temel başlık üzerinden okuyabiliriz.
(1) Kur’an’da 5 defa zikredilen “ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ” ayeti kanalıyla Hz. Ali’ye ve oradan da adalet-i mahzaya geliyor söz. Yani birinin hatasıyla başkasının sorumlu tutulmaması mesajıyla bir adalet mesajı veriyor. Bu âyet üzerinden, en başta, adaleti gözetmek ve adaletsizlikten uzak olmak uyarısı yapıyor.
(2) “Seyyidül kavmi hâdimuhum” hadisi üzerinden, makamlar, mevkiler, iktidarlar millete hükmetmek için değildir, millete hizmet etmek içindir mesajı veriyor. Dolayısıyla; bulunduğunuz makamları tahakküm aracına dönüştürmeyin, hizmet için orada olduğunuzu unutmayın diyor.
(3) “Mü’minler birbirine yaslanan tuğlalar gibidir” hadisi üzerinden de bir ümmet bilinci mesajı veriyor. Mü’minlerin kardeş olduğunu hatırlatıyor.
Bediüzzaman’ın bu üç temel nokta üzerinden siyasilere uyarılar yaptığını görüyoruz.
Bediüzzaman’ın siyasetçilerle kurduğu ilişkinin bir “al gülüm ver gülüm” ilişkisi olmadığını, onları uyarmak noktasında bir ilişki olduğunu görüyoruz. İşte tam müttaki dindar olmayan bir siyaset adamının bulunduğu alanın sürekli olarak takva alanı tarafından bir gözetim ve murakabe altında tutulmaya ihtiyacı olduğu fikrinden hareketle kurulmuş bir ilişki. Zira siyasetçi kötü niyetli de olsa, iyi niyetli de olsa bu uyarı ve murakabeye ihtiyacı vardır. Bu sebeple bu uyarıyı yapan kişilerin yaptığı uyarının bir anlamı olabilmesi için, bu uyarıyı yapanların “Biraz da bana versene” durumundan uzak olması gerekiyor. Yani siyasetin ve iktidarın nimetlerinden istifade etmek gibi bir tutumdan kesinlikle uzak olmaları gerekiyor ki, sözleri yerini bulabilsin. Pazarlık yapılabilir damgası yemiş, satın alınabilir biri olmaktan uzak biri olması gerekiyor.
İşte Bediüzzaman’a bu görev ve sorumluğu yüklenmiş biri olarak bakmamız gerekir. Fred Reed’in “satın alınamaz” olarak tanımladığı Bediüzzaman’ın bu noktada verdiği mesajı ve dersi iyi algılamamız gerekir. Bugün Türkiye, belki de Bediüzzaman’dan alınması gereken bu dersi almadığı için, içinde bulunduğumuz süreci yaşıyor.
Moderatör: Evet arkadaşlar, soru cevap faslına geçiyoruz. Yarım saat vaktimiz var, ona göre yorumları kısalım, sadece soru-cevap şeklinde yapalım.
Soru: Tabi ben hepsini dinleyemedim. Said-i Nursi’nin talebeleri çıkıp konuşmuşlar, ‘devletin işine karışmayın.’ filan. Ben hakikaten o konuşmadan çok yara aldım. Yani ben çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Neticede onun talebelerine yakışacak bir açıklama değil, çünkü siyasetten uzak olmak demek, hükümetin işlerine karışmamak demek değildir, bir sivil toplum örgütü gibi çalışmak, aslında başta burada da değinildi. Allah razı olsun, onu özellikle belirttiniz, benim dikkatimi en çok orası çekti. Herhalde, benim anladığım kadarıyla söyleyeyim; belli bir siyasi partinin kuyruğuna takılmadan, belli bir paradigmaya, ideolojiye kapılmadan, rant devşirmeden bir sivil toplum örgütü rolünü üstlenmiş, yani o anlamda bir siyasallaşma… Yoksa zulmün karşısında olmak başlı başına siyasallaşmaktır zaten.
Cevap: O sanırım Bediüzzaman’ı görmüş isimlerden birine aitti, yani topluca bir şey değildi anladığım kadarıyla. Kırkıncı Hocaydı sanırım.
Soru (devamı): Üstadın talebeleri neden bu kadar parçalandılar ve neden sadece ‘imani’ meselelere yöneldiler, sosyal hadiselerden bu kadar uzak duruyorlar?
Cevap: En başta o açıklamada hükümetin işine karışmayın derken, kime söylüyor? Dikkat ederseniz, burada seçilmiş hükümete vesayet oluşturmaya çalışanlar var, ortak yöneticeğiz, millet sizi seçecek ama bizim dediğimizi yapacaksın diyenler var ve bunu da Risale-i Nur’u da bir anlamda istismar ederek söylüyorlar. O yüzden elbette dediğiniz şekilde bir şerhe/izahe ihtiyacı var ama, Kırkıncı Hocanın söyledikleri muhatap itibariyle doğru bir sözdür. Bilmem ifade edebildim mi? Yani ‘paralel devlet olmayın, vesayet oluşturmayın’ şeklindedir. Ben bunu anladım ve bu anlam itibariyle bu uyarı Risale-i Nur ve Bediüzzaman’da yeri, karşılığı olan bir ifadedir.
Peki Nurcular niye böyle farklı farklı kısmına gelirsek; elhamdülillah ki farklı. Ben böyle Risale-i Nur hizmetinde çok farklı grupların olmasını bir problem olarak görmüyorum. Elhamdülillah ki diyorum, tek merkezden, bir kişinin eline/diline bakar halde değil Nur talebeleri. Çünkü bir kişinin eline/diline bakar haldeki hareketlerin ne hale gelebileceğini gözümüzün önünde görüyoruz. O bir kişi üzerinden bütün bir yapıyı istediğiniz şekilde evirip çevirebilirsiniz, ama bu farklı atıf noktaları olan bir hareket. Birincisi; bir kişi üzerinden bütün bir yapıyı yönetme/ yönlendirme imkanına sahip olamazsınız. İkincisi; diyelim ki içlerinden birini-ikisini bir şekilde elde ettiniz/ etkilediniz, ama diğerleri bu defa atıf kaynağı, yani Risale-i Nur üzerinden, ona, onun duruşuna getirdiği eleştirilerle gene sizin o bir kişi, iki kişi, üç kişi üzerinden veya üç grup üzerinden bütün bir yapıyı etkilemeniz imkanı ortadan kalkar.
Ben o yüzden bunu Risale-i Nur talebeleri açısından bir dezavantaj, problem, zafiyet olarak görmüyorum; aslında o ayrı ayrı gruplara ayrılmış olma halinin, içinde nasıl bir imkan ve avantaj barındırdığını düşünüyorum. Bunu bugün, çok daha güçlü bir kişiye bağlı olduğu için, çok daha büyük işler yapıyor gibi gözüken yapının haline bakarsak daha iyi anlarız.
İki; o farklılık diğer taraftan bir geçişliliği sağlıyor. Şimdi Bediüzzaman’ın şu sözü çok önemli; maksatta ittifak diyor. Müslümanlar açısından aslolan nedir; maksatta ittifak, vesilelerde ihtilaftır. Allah yolunda, rıza-yı İlahi yolunda, alemler Rabbinin Kitabında ve Peygamber’inin sünnetinde istenileni yapmaya, yerine getirmeye çalışmak beraberce. Maksatta ittifaka karşılık, “vesilelerde ittifak lazım olmadığı, gibi caiz de değildir” diyor. Çünkü vesilelerde, yani Allah’ın dinine hizmetin vesilelerinde bir teklik sağladığımızda, şimdi ayrı ayrı istidatlar var, ayrı ayrı kabiliyetler var, ayrı ayrı mizaçlar var, kişilikler var, meşrepler var. Ama siz neticede tekil bir yapı oluşturmuşsunuz ve bu yapıya hakim olan bir özellik, bir renk var. Kendisini o özelliğin, o rengin içerisinde görmeyenler bu defa o dini hizmetin kapsama alanı dışında kalıyorlar. Ama ayrı ayrı yapıların varlığı burada bir geçişlilik, bir avantaj sağlıyor. ‘Burada kendime uygun bir mecra bulmadım.’ Ama şurayı deneyebiliyorsun, orayı deneyebiliyorsun veya onlar arasında kendine göre bir kombinasyon oluşturabiliyorsun. ‘Şu noktada bunu dinlerim, bu noktada bundan istifade ederim veya bakarım onlara, ona göre karar veririm’ şeklinde.
Bu bence birbirlerini dengelemelerini sağlıyor. Hem dışarıdan, dinin düşmanı güçler tarafından, belli isimler üzerine bir bütün olarak yapının yönlendirilmesi riskini ortadan kaldırıyor, hem de çok ayrı donanımlardaki insanların hepsinin aynı hizmet ve aynı dini beslenme kanalına girebilme, ondan yararlanabilme imkanını sağlıyor. Bu bakımdan ben sorun olarak görmüyorum.
Ama geçmişte şöyleydi; birbirine kapalı, birbirine kör bir durumdaydı. 80’li yıllarda mesela böyleydi ve o bir problemdi. Nur talebeleri bölüne bölüne, bölünmeleri içerisinde birbirleriyle beraber olmayı, birbirlerini o haliyle kabul edebilmeyi öğrendiler ve dün bunun dezavantajlarıyla yüz yüzeyken, ben önümüzdeki dönemde bunun avantajlarının tecrübe edileceğini düşünüyorum. Yeter ki işte dediğim gibi, farklılık içerisinde, o farklılıkları kabul edebilen bir uyum ve bir müzakere adabı/dili geliştirebilelim. Bu hem Nur talebeleri içerisinde olması gereken bir şey, hem de ümmetin yekünü içerisinde olması gereken bir şey.
Bediüzzaman’dan benim öğrendiğim bir şey; Allah’ın dinine hizmetin tek bir tarzı yok, tek bir mürşidi yok, tek bir grubu yok. Hepsi birden, birbirine zıt şeyler söylüyor gözükseler bile, mü’minlerin hepsinin birden, beraberce varlığından Allah bir rahmet çıkarıyor. Yeter ki o farklılıklar birbirini tahribe, birbirini yok etmeye kilitlenmiş bir intikama, bir düşmanlığa, çatışma ahlakına dönüştürülmesin.
Soru: Ben çok derin bir soru soracağım. Bediüzzaman’ın bu iman, hayat, şeriat kavramsallaştırması var ya, bu mehdiyet meselesiyle alakalı. Bu yaşadığımız krizin mehdiyet meselesiyle alakalı bir boyutu var mı? Çünkü buna dair işaretler de biz alıyoruz. Yani ilk iman kısmını Bediüzzaman halletti, hayat kısmını cemaat işte ‘Biz hallediyoruz, Erdoğan geldi, bizim önümüzü kesti.’ Diyor. İşte buradan belli bir bürokratik yapılanma ve Risale-i Nur’dan benim anladığım kadarıyla batıni yorumlar çıkartıyorlar. Yani işte ‘asker kıssası anlatması bir şey ifade ediyor’ gibi, bazı ifadeleri tevil ediyorlar. Bunu nasıl görüyorsunuz? Daha direk bir soru sorayım; Mehdi’ye inanmazsak kafir olur muyuz?
Cevap: Bir kere sorun şu; Fethullah Gülen hareketini Risale-i Nur çerçevesinden değerlendirirsek, Risale-i Nur hizmetinde bir ileri adımı temsil etmiyor. Risale-i Nur ilkelerinden bir gerilemeyi temsil ediyor. Dolayısıyla gerilemeyi temsil eden, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ölçüleri, ilkeleri çiğneyen bir hareket nasıl bir sonraki adımın taşıyıcısı ve temsilcisi olabilir?
Bu, onların kendilerine biçtiği, ama Risale-i Nur terazisine koyduğumuzda asla taşıyamayacakları bir yük.
Kendileri işte ‘ Bediüzzaman iman hizmeti yaptı, biz onu hayata taşıyoruz’ filan diyorlar. Bediüzzaman’ın iman hizmeti bu şekilde hayata taşınmaz, çünkü Bediüzzaman’ın hayatı ortada. Bizzat kendi hayatı ortada ve kendi talebeleriyle kurduğu toplumsallık ortada. Bediüzzaman mirası üzerinden bir kişinin her şeyi bildiği iddiası içeren ve herkesin iradesini onun önünde sıfırlaması beklenen ve diğer taraftan Allah’ın dinine hizmeti bir kişinin inhisarındaki bir grubun tekeline veren bir anlayışı çıkarmak zaten başlı başına Risale-i Nur hizmetine karşı büyük bir ihanet ve büyük bir ayıp. Bu ayıbın üzerine bir de ‘ Biz bir ileriki safhayı temsil ediyoruz’ demeye Fetullah Gülen hareketinin asla ve asla hakkı yok. Bir kere bunu ifade etmek isterim.
Belki bu yaşananların bir önemli hayrı; Risale-i Nur duruşuyla Fetullah Gülen duruşu arasındaki farkın konuşulur hale gelmesi oldu. Bu musibetin içerisinden en acil hayr olarak ne görüyorsun dersen, ben bunu söylerim şahsen.
Mehdiyet meselesine gelirsek diğer taraftan… Bir kere benim Bediüzzaman’dan öğrendiğim bir ders; Bediüzzaman ta Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığı sırasında ilk bu hadislerle ilgili yazmış. Çünkü bazıları bu hadisleri ret veya inkar ederek, bu hadisleri diline dolayarak din aleyhine birtakım propagandalar yapıyor oldukları için, bu Deccal, Mehdi, Mesih hadisleri, Ye’cüc, Me’cüc, Süfyan vs. hadisleri üzerine o zaman ilk risaleyi yazıyor. Sonradan Beşinci Şua’da daha da genişletiyor.
Bediüzzaman’dan öğrendiğim bir kere şu; Bediüzzaman bu anlamların ete kemiğe bürünmüş olarak tek bir kişiye indirgenmesinin doğru olmadığını düşünüyor. Daha ziyade bu meseleleri bir topluluk, bir şahs-ı maneviye olarak, bir duruş olarak anlamak gerektiğini düşünüyor. Mesela diyor ki; ‘ Ümmetin Mehdi manasına her zaman ihtiyacı vardır.’ Niye? Çünkü; misal olarak Moğol istilası zamanını hatırlayalım. Bir taraftan Moğollar gelmiş, silmiş, süpürmüş, yıkmış. Ondan sonra o yetmemiş, öbür tarafın Haçlıları gelmiş, silmiş, süpürmüş, yıkmış. O günün şartlarındaki Müslümanları düşünelim. ‘Bundan sonrası kıyamet’ psikolojisine düşmeleri ve dolayısıyla sorumluluklarını bırakmaları–artık hani ‘ne yapsak boş’ diyerek–çok rahatlıkla mümkün. Diyelim ki o günün Müslümanları Deccal’i Moğollardır diye yorumlamış. Ama öbür taraftan da Deccal’in çıktığı zaman da Mehdi de çıkacak diye biliniyor. İşte o zaman da Allah bunun antidotunu, panzehirini de çıkaracak ümidiyle gene vazifelere devam etmişler. İşte Bediüzzaman bu manaya bir kere her zaman ihtiyaç vardır diyor. Tek bir kişiye atıfta bulunmaktan ziyade, bu bir duruş, bir kavramsal anlam taşıyor.
Böyle anladığımızda zaten yerli yerine oturtuyoruz. Böyle anlamadığımızda ya reddediyoruz; çünkü bundan dolayı birileri eğri büğrü, saçma sapan işlere giriyor diye, bu hadisleri ret gibi bir tutum geliştiriyoruz; veya o hadisleri kendi gözümüzde büyüttüğümüz, bir numaralı Müslüman olarak gördüğümüz kişinin üzerine yüklüyoruz. İkisi de yanlış.
Gelirsek soruya; Gülen hareketinde mehdiyet manası var, böyle bir yüklenme var şeklinde bir kanaat, yapı içerisinden aldığım duyumlar ve kendi gözlemlerim itibariyle maalesef hafif kalır diye düşünüyorum. Ondan daha ötesinde bir mesihiyet yüklemesi olduğunu görüyorum. Tabir-i caizse ben bir mehdiyet yüklemesine razıyım. Maalesef…
Şimdi Bediüzzaman’ın öğrettiği bir şey var; dinin bir esasatı var, zaruriyatı var; bir de nazariyatı var. Dinin esasatı, zaruriyatı nedir; işte imanın esasları, İslam’ın şartları, Kur’an’daki bütün emirler. Bunlar üzerine artık, ‘onu şöyle mi anlayalım, böyle mi anlayalım’ tartışması olmaz. Mesela sarhoşluk veren her şey haram kılınmışsa bunun üzerine bir teorik tartışma yapalım olmaz. Sarhoşluk veren her şey haram. Bunlar zaruriyat kısmı. Bir de nazariyatı var. Misal; “Allah arşı istiva etti.” Bu, dinin zaruriyatını, tevhid başta olmak üzere bize bildiren muhkemat ayetlere karşılık, müteşabih bir ayet. Allah’ın arşı istiva etmesi ne demektir, ne anlama gelir? Burada hepsi Allah’ın varlığında, birliğinde müttefik olan, dinlerinin en temel esası olarak bu noktada müttefik olan mü’minler, ‘Allah arşı istiva etti’ ayetinin manası nedir, bu konuda çok fikir yürütüp farklı şeylere girebilirler. Elbetteki o zaruriyatıyla değerlendirmek, onları çiğnememek şartıyla.
Şimdi birinci kısmı ret ve inkar eden, yani dinin zaruriyat kısmını inkar eden dinin kapsama alanından çıkar; ama dinin ikinci kısmında farklı düşünceler geliştiren insanlar dinin dairesinden çıkmazlar.
Sual: Mehdi meselesinde ayet yok sanırım zaten, değil mi; hadis var?
Cevap: Evet, evet… Yani şunu dese bir insan mesela; “Peygamber de söylese, yanlış söylemiştir.” Haşa. Faraza, böyle söyleyen, Peygambere yalan ve yanlış izafe ettiği için iman dairesı dışına çıkmış olur. Ama ‘Ben Mehdi hadislerini zayıf buluyorum, o yüzden o hadisleri kendi düşüncemin kapsama alanına almıyorum’ diyorsa biri, dinin dışına çıkmış olmaz. Bilmem ifade edebildim mi? Bizim dinimizin esası değil Mehdiyet meselesi.
Soru: Son on yıldır Müslümanlar Türkiye’de hiç olmadığı kadar sosyal ve siyasal bir güç kazandı, ama bu sırada kötü bir örnek olarak Cemaat taassubu ortaya çıktı. Bu aslında aşağı yukarı tüm Müslüman camialarda var, ama bir örnek olarak; ne kadar yargı yoluyla ispatlanmasa da bu sınavlarda soru alma hikayesi var ve bunun belirli bir kitle arasında paylaşılması var. Belli kesimlerin sistemin dışına itilmesi söz konusu ve ben de Gülen Cemaati’nden biriyle görüştüğümde, ‘nasıl yaparsınız bunu?’ dediğimde, kendisi çok samimi bir şekilde, ‘Müslümanlar bir yerlere gelsin, diğerleri gelmesin’ gibi yuvarlak cevap veriyorlar. Tabii kendileri İslam adına yaptıklarını düşünüyorlar. Benzer bir olay aşağı yukarı, siyasi bir parti olan Ak Parti hükümetinde de geçerli, onlar bunu daha çok ihaleler üzerinden yapıyorlar. Şimdi ben şunu merak ediyorum; Said-i Nursi için Müslüman ve diğerleri meselesinde, ‘diğerleri’ne yaklaşımı nasıl olurdu mesela, böyle bir siyasal gücü görmüş olsaydı? Görmese bile, o diğerlerine nasıl bakardı?
Cevap: Bir kere, Said Nursi’den benim aldığım, kendi duruşunda gördüğüm en temel derslerden birisi şu; bizim iktidarımız mı, ilkenin iktidarı mı? Müslümanların iktidarı mı, İslam’ın iktidarı mı? Eğer cevabı Müslümanlar diye veriyorsak, ‘biz’ diyorsak, o zaman bizim farklı bir asabiyet oluşturmamız, bir Müslüman asabiyeti ile bakmamız sözkonusu olabilir. Ancak asabiyet oluşulan her yerde Bediüzzaman diyor ki; “unsuriyet ve milliyet esasları adalet üzere gitmediğinden zulmeder.” Yani mesela bir Müslümancılık milliyetçiliği oluşturabiliyoruz.
Bugün biz bunun sınavını yaşıyoruz. Daha hani şu hadisenin sıcaklığı yüzünden bunları konuşamadık, bunların üzerine konuşmamız lazım. ‘Bizdensin’ diyerek başkalarına buyurmak; böyle bir Müslümancılık acaba İslam’da var mı? Siyasal iktidar Müslümancılık yapmış, Cemaatle dün ittifak halinde, fakat bu Müslümancılık İslam’a aykırı. Ne olması gerekiyordu? Bizim Müslümanlar olarak bu toplumu dindar-seküler, Türk-Kürt, Müslüman-gayriüslim, mü’min-ateist ayrılmaksızın, veya sağcı-solcu, sosyalist-Kemalist ayırmaksızın bu ülkenin insanları bizden şu ilkeyi takip ettiğimiz, şu ahlaki duruşa sahip olduğumuz manasını çıkarmalıydılar: “Adamlar adaleti gözetiyorlar! İşe ehil olan kim ise, ideolojisine, siyasi görüşüne, rengine, milliyetine vs. bakmadan emaneti ehline teslim ediyorlar.” Ayetin emri bize, ‘Emaneti ehline teslim ediniz.’ Efendimiz (s.a.v.)’in malum Mekke’nin fethinde vermiş olduğu çok temel bir ders bu, yani Mekke’yi fetheden ordunun komutanı olarak Efendimiz, Mekke’de Abdüddar ailesinden Kabe’nin anahtarı sökülüp alındığında Efendimiz Kabe’ye girsin diye “Gidin,” diyor, “Abdüddar ailesinin hakkı anahtar, anahtarı ailesine teslim edin.” Mekke’yi fetheden ordunun kumandanı olarak Efendimiz bunu yapıyor ve anahtar teslim edildikten sonra haber yolluyor, ‘Namaz kılmak istiyorum, gelip Kabe’nin kapısını açabilirler mi?’ Bu ahlaka sahip olmamız gerekiyordu bizim.
Dolayısıyla devlette, bürokraside, üniversitelerde, ihalelerde, ekonomik ilişkilerde filan her alandaki insanların, dindar olsun olmasın, bizden bunu görmesi gerekiyordu.
Birinci olarak dindarların şu dersi alması gerekiyordu; bizdensin diyerek daha az ehliyetli olduğum halde bir yere yerleşemeyeceğim. Bir yere yerleşmem için o işin en iyisi olmam lazım.
İki; dindar olmayanların da; en iyisiysen bu işin, bu adamlar adaleti gözeten insanlar, benim hakkımı yemezler, diye düşünmelerini sağlamamız gerekiyordu.
İki açıdan da biz bu sınavı veremedik bugüne kadar. Veremediğimiz için de bu defa, bu sınavda en büyük hatayı yapan iki yapı boğaz boğaza bugün. Buradan inşaallah bu dersi çıkarırız. Önemli olan bizim egemenliğimiz değil, önemli olan ilkenin egemenliğidir. Ben Bediüzzaman’dan bu ahlakı, bu dersi görüyorum ve Bediüzzaman da kendi başına bunu çıkarmıyor; Kur’an’dan, sünnetten ve Hulefa-i Raşidin çizgisinden bu ahlak, bu ders çıkıyor.
Soru: Hocam şimdi bu sivillik meselesinde; biz Adem Çaylak hocayı da ağırlamıştık da, tarihte aslında İmam-ı Azam’dan bir örnekten yola çıkarak, iktidara belli bir mesafe koyup eleştirme hakkını, uyarma hakkını elinde bulundurmak. Bediüzzaman’da da bunu görüyoruz. Siyaset denilen şeyi aslında olaylarla, meselelerle ilgilenmeyip, bunlar hakkında böyle yorumlar yapmamak olarak değil; bir denge siyasetini gözetmemek olarak alıyor, bir maslahat üzerinden okumamak olarak alıyor. Şimdi böyle bir şey de var. Ben eleştirimi cemaatle hükümet arasındaki kavgada koşulsuz hükümeti destekleyen İslami cemaatler, vakıflara da yapıyorum. Şimdi böyle bir durum var, bir mesafe koymadan yanındayız mesajı vermek durumu var. Öte taraftan daha kötü bir şey var; bürokratik olarak bir kadrolaşma yaparak, biz hakim olalım, ama yönetimden kaynaklanan hiçbir riski de üzerimize almayalım. Burada mesela ben şunu merak ettim. Bediüzzaman’dan kaynağını aldığını söyleyen bir Gülen hareketi… Baktığımız zaman Bediüzzaman’ın hayatında da bir mesafe var. Devlete karşı, hükümet etmeye karşı bir mesafe var. Burada ise tam tersine devlette kadrolaşalım, makamlar elde edelim ve bunun üzerinden güç aktarımı sağlayalım. Bunu mesela nasıl meşrulaştırıyorlar Bediüzzaman üzerinden, ben merak ediyorum. Siz de belki bir şekilde aşina olmuşsunuzdur, böyle bir bakış açısı nasıl Bediüzzaman kaynaklı olarak, onun eserlerine işaret edilerek kuruluyor?
Cevap: Bunu Bediüzzaman üzerinden meşrulaştırmıyorlar, meşrulaştıramıyorlar zaten. Mesela geçmişte de, ben 15 yaşında Risaleler okumaya başladım, 1979’daki Fethullah Gülen o zaman – ki ben İzmirliyim aynı zamanda- İzmir bölgesinin işi olduğu için haberdarlığım vardı. Mesela bizim mahallede bir nine vardı. Onun torunu o yapı içerisindeydi. Bazen nineyi ziyarete gelirdi, görürdüm. Şunu duyardım; Risale-i Nur dairesi içerisindeki yaşı daha büyük insanlarda en temel eleştirilerden biri olarak, bunlar Bediüzzaman’ın imanla ilgili eserlerini okuyorlar ve kendileri yorumluyorlar; ama Eski Said’in eserlerini okumuyorlar. İki; Lahika mektuplarını okumuyorlar; Bediüzzaman’ın talebeleriyle olan mektuplaşmaları. Bediüzzaman yazmış olduğu eserlerin, ontolojik düzlemde söylediklerinin, insan-insan ilişkilerinde nasıl yaşanacağı meselesini mektuplarında gösteriyor ve öğretiyor. Bu mektuplarını okutmamaları çok büyük bir eleştiri konusuydu.
Dolayısıyla böylece Risale-i Nur’dan besleniyorsun, insanları bununla etkiliyorsun, fakat buna karşı sosyal düzlemde, insan-insan ilişkilerinde o birikimi alıp oradan kendi kafana göre kalıp bir model üretiyorsun. Bu anlamda, Bediüzzaman’dan hareketle böyle bir şey üretmeleri mümkün değildi, eklektik olarak sadece bir şey yapabilirsin.
Bu sadece Risale-i Nur için geçerli değil, aynısını Fetullah Gülen’in o dillere destan sünnet veya Asr-ı Saadet anlatısında da görebiliriz. Mesela ben çok duymuşumdur; ‘çok güzel anlatıyor Asr-ı Saadeti.’ Hayır diyorum, ben hiç etkilenemiyorum. Çünkü Allah’a şükür çok farklı kaynaklardan Asr-ı Saadete dair çok ciddi bir okuma—elhamdülillah–yapabildiğim için, o anlatırken ben içimden hep şu sesi duyuyorum; ‘şu tarafı niye anlatmıyorsun?’ Çünkü onunla birlikte anladığımızda sünnetteki dengeye ulaşıyoruz, ama yarı kısmını anlatmadığında o zaman insanların Asr-ı Saadete olan teveccühünden, sünnete, hadise olan teveccühünden hareketle aslında sen insanları kendi kafandaki bir modele doğru yönlendiriyorsun. Aslında burada hadise göre sen kendini yönetmiyorsun, yönlendirmiyorsun, hadisi kendi kafandaki model için araçsallaştırıyorsun.
Bu arada Fethullah Gülen Risale-i Nur’u da , Asr-ı Saadet anlatısını da, hadisleri de genel anlamda, eklektik bir biçimde araçsallaştırmıştır. Bir kere bunu net bir şekilde çizelim. Ama biz bunu bugüne kadar çok daha geniş kamuoyunda konuşamadık, ifade etmedik. Yani kitaplarımızda, yazılarımızda vardır bunun örnekleri. Niye? Çünkü zaten daha büyük bir meseleyle yüzyüzesin, mesela 90 senedir herkese ve özellikle Müslümanlara zulmeden bir yapı var. Şimdi burada ‘Müslümanlar kendi içinde bir kavgaya tutuşmuş olarak gözükürse onlara mı malzeme veririz?’ endişesiyle bunları çok kamuoyunda, ortalıkta dillendiremedik. Bu hassasiyeti de bu yapı gene kendi lehinde, alttan alta tabanını genişletmek için bir imkan olarak kullandı.
Özetle; Bediüzzaman’dan hareketle Gülen hareketinin oluşması asla ve asla mümkün değil. Bu ancak Bediüzzaman’dan beslenerek değil, Bediüzzaman’ı kullanarak olabilecek bir şeydi ve bunu yaptılar.
Soru: Said-i Nursi’nin eserlerinin tahrif edildiğini siz de düşünüyor musunuz?
Cevap: Şimdi bu çok konuşulan bir şey. Bir; Bediüzzaman daha önce yazdığı bazı şeyler için sonraki dönemde talebelerine, belli hassasiyetlerle kendisi bazı müdahelelerde bulunmuş. Mesela Osmanlı zamanında Kürdistan bir bölgeyi ifade ediyordu ve Bediüzzaman, Said-i Kürdi ünvanını kullanıyor, ama sonraki dönem malum Kürdistan kelimesini kullanmak başlı başına bir cürüm konusu olmuş ve buradan hareketle, düşünün ki bir yandan Kürt diye bir ırk yoktur diyen bir rejim aslında onlar dağ Kürtleridir diyen bir rejim, öbür taraftan Ankara’nın batısında yaşamaya sürgüne mahkum ettiği Bediüzzaman için kara propaganda yapıyor. “O bir Kürttür, Türklerin içinde bu kadar alim varken bir Kürdün peşine düşmeyin” diye.
Şimdi böyle bir hassasiyet zemininde Bediüzzaman, Kürtçülük damgası vurulacak, şu bu olacak vs.diye, dolayısıyla ülkenin üçte ikilik diliminde Risale-i Nur hizmetine engel olunacak diye, 50’li yıllarda Risaleler tekrar yayınlanırken bazı kelimeleri, bazı ifadeleri kendisi değiştirmiştir (Kürdistan ifadesini Şark Vilayeti, ya da Şark şeklinde) ve bu noktada da ağabeylere belli bir ruhsat vermiştir. Fakat bu ruhsatı ağabeylerimiz, kendileri Türk milliyetçiliğinden belli bir etkilenim içerisinde oldukları için,–ki bunu Tarihçe-i Hayat’ın dilinde, onu yazan ağabeylerin dilinde görüyoruz–Üstadın verdiği bu izni biraz haddi aşarak kullanmışlardır. Ben bunu kasıtlı bir tahrif olarak değil, kendi zeminleri, arkaplanları itibariyle, verilen bir izni haddi aşarak kullanmaları olarak görüyorum.
Çünkü tahrif dediğimizde kasıtlı olarak müdahale etme, hatta anlamı saptırma ithamı içerir, o yüzden bir haddi aşma var. Ama ben tahrif kelimesini çok ağır buluyorum.
– Hocam ağzınıza sağlık, çok teşekkür ediyoruz.
“Dikkat ederseniz, burada seçilmiş hükümete vesayet oluşturmaya çalışanlar var, ortak yöneticeğiz, millet sizi seçecek ama bizim dediğimizi yapacaksın diyenler var ve bunu da Risale-i Nur’u da bir anlamda istismar ederek söylüyorlar.”
satır arasına ilçe başkanı girmiş sanki. gavur bunlara “stakeholder” diyor ya, beklenti (veya çıkar) grubu işte. bu kadar basit mi ya bu iş, akp seçilmiş ama cemaat ben yönetecem demiş, vay be 🙂
akp, itirafçı milli görüş-bir kısım liberal ve cemaat 2002 koalisyonunun 3 sac ayağı idi. şimdi iktidar, cemaat sanki sürpriz yumurtadan çıkmış gibi davranabilir ama burada böyle bir analiz görmek üzücü.
ayrıca iktidar dururken, iktidarın karşısındakine çakılmasını, “gerçek nurculuk bu değil” minvalinde çıkışları da iktidara alan açtığı için yine yersiz buluyorum.