Sabiha Ünlü: “Kürtler, dindarların sessizliğine bir anlam veremiyor!”
Geçen ay “Bir arada yaşamak” Söyleşileri kapsamında davet ettiğimiz Sabiha Ünlü’yle söyleşimizin notlarını sizlerle paylaşıyoruz:
Öncelikle bu akşam vakti; Zaman ayırıp, istirahatını terk edip, bir araya gelme zahmetinde bulunan siz değerli kardeşlerimi, saygı ve hürmetle selâmlıyorum.
Esselâmu aleyküm!
Konumuz, farklılıklara rağmen bir arada yaşamanın imkânı.
Farklılıklara rağmen, bir arada yaşamak mümkün mü? Diye sorarak başlayalım konumuza. Mümkün ise, hangi şartlarda mümkün? Pratikten, yaşanmış örneklerden yola çıkarak, bir arada yaşamanın kurallarını hatırlamaya, tecrübelerimizi paylaşmaya çalışalım.
Meselâ, bu akşam biz de, belli bir süre için, bir arada yaşamak durumundayız. İçimizde farklı etnik gruba, farklı inanca, farklı kültüre, farklı ekonomik güç ve kariyere mensup arkadaşlarımız var muhtemelen.
Burada, bu kısa birliktelikte, eşit haklara sahip, eşit hukuka tabiyiz.
Hepimize ayrılmış bir sandalye var. Su ve çay ikramı hepimiz için. Kurallar da, özgürlükler de hepimiz için aynı ölçüde geçerli. Kendimize duyulmasını istediğimiz saygı kadar, biz de buradaki her arkadaşımıza, kimliğini sorgulamadan, aynı saygıyı duymak durumundayız.
Bizler, fert ve toplum olarak, farklılıkları kabullenmeyi ve saygıyı içselleştirebilirsek, ayrımcılık yapmaktan uzak adaletli bir birlikteliği hedeflersek, neticeye de ulaşırız. O zaman, farklılıklara rağmen bir arada yaşamak; külfet ve huzursuzluk kaynağı değil, bireyi ve toplumu olgunlaştıran ona seviye-düzey kazandıran bir zenginlik ve mutluluk kaynağı olur.
Bu beceri nasıl kazanılabilir, bu erdeme nasıl sahip olunabilir? Bu güven ortamı nasıl oluşturulabilir? Diye sorulduğunda iki şık geliyor aklıma. Birincisi; farklı kimliklerle –doğal ortamında- uzun süre bir arada yaşamış, dostluklar kurmuş olmak. Farklılıkları yerinde, zemininde tanımak. İkincisi; İnsanları yaradılışla ilgili farklılıklarından dolayı dışlamayan, üst alt diye sınıflandırmayan bir inanca sahip olmak.
“Farklılıklar” denince ülkemizde etnik kimliklerden -genelde- ilk akla gelen farklılık “Kürt” kimliği, inançlardan ise “Alevilik” inancı oluyor.
Bu iki kimliği bir arada taşıyan Dersim(Tunceli) ilimizde şahit olduğum ve birinci elden dinlediğim -bazı- bir arada yaşama pratiklerinden bahsetmek istiyorum. Bir sivil insan hakları kuruluşu adına, olayları yerinde gözlemlemek, yetkililerle ve halkla görüşmek amacıyla Dersim’e gitmiştik. Ambargonun ve operasyonların çok yoğun olduğu 90’lı yıllardı. Birçok ilçeye, Mazgirt’e, Ovacık’a, Hozat’a gidiş yoktu. Ortam çok gergindi. İmkan bulanlar özellikle de gençler terk ediyordu Dersim’i. Pertek’li emekli öğretmenlerle, yaşlı amcalarla –işin evvelini- konuştuk. Biz, Pertek ilçesinin Sağman köyündeniz ve Sünniyiz, diye söze başladılar: ’’Biz bunca senedir bir arada yaşadık, aramızda, Alevilikmiş-Sünnilikmiş böyle bir problem yaşamadık. Komşuyduk, arkadaştık. Bakın bizim görev yerimiz uzaktı. Birkaç alevi köyünü geçerek okula ulaşırdık. Kışın karda çok zorlaşırdı gidip gelmek. Bir de Ramazanda, eğer kışsa iftara eve yetişemezdik. Bu alevi köyleri bizim geçişimizi kollarlar bizi ısrarla misafir ederler, iftarımızı sahurumuzu yaptırır, geceyi de evlerinde geçirtirlerdi. Onca yolu tepmeyelim, ertesi sabah daha rahat işimize gidebilelim diye. Biz de onlara karşı aynı samimi duygular içindeydik. Kapımız da, soframız da her zaman açıktı birbirimize. Aramızda ayrılık gayrılık, kin düşmanlık yoktu. Ortak yurdumuzdu burası. Hayvanlarımız aynı otlakta yayılır, tavuklarımız aynı toprağı eşelerdi. Kızlarımız bir birine benzer oyalar işlerdi tülbentlerine…’’
Şimdi gelinen savaş durumunun onları çok üzdüğünü, gözleri yaşlı ifade ediyorlardı. Bizi birbirimize düşürmek istiyorlar, çocuklarımızı birbirine düşman ediyorlar derken şikayetlerindeki samimiyet apaçıktı.
Çocukluğum Alibeköy’de geçti. Alibeyköy oldukça kozmopolit bir bölge. Çeşitli kimlikleri bir arada görmeniz mümkün. Bu yüzden çocukluk arkadaşlarım Boşnak, Arnavut, Sünni Kürt, Alevi Kürt, Roman ve Türk şeklinde çeşitlilik gösteriyordu. Bu yönden şanslıydım. Farklı kimlikleri doğal zeminde tanıma fırsatım olmuştu. Halende bir çoğuyla görüşüyor haberleşiyorum. Sonrasında da farklılıklara ön yargısız yaklaşma gayretimde bu çocukluk tecrübemin etkili olduğunu düşünürüm. Burada ailemin olumlu yaklaşım ve anlayışını ifade etmeden geçmemeliyim.
Halkımızın gayrimüslim kesimiyle bir arada yaşama onları yakından tanıma, komşuluk ilişkisi kurma imkanım olmadı. Mesela; Rumlarla, Ermenilerle, Süryanilerle, Yahudilerle ancak tanışma düzeyinde bir irtibatım olabildi. Farklı din ve inançlarla da öyle. Belki de dışlanmamak için kimliklerini gizlemek durumunda kaldılar. Yakın bir arkadaşım –ki dindar bir Müslüman- onun Rum olduğunu ben yıllar sonra öğrendim. Neden daha önce söylemedin diye sorduğumda “Biz ailemiz tarafından, sakın söylemeyin diye sıkı sıkı tembihliyiz” dedi. Cumhuriyetle birlikte gelen Kemalist Sistem farklılıklara tahammül göstermediği, insanca yaşam hakkı tanımadığı ve hatta yok saydığı için kendi kimliklerini daima gizlemek durumunda kalmışlar.
Boşnaklar bile kabul görmek için kimliklerinden vazgeçmiş görünüyorlar. Boşnak arkadaşım TV’de yarım saatlik Yaşayan Diller programında Boşnakça konuşulduğunu duyunca çok heyecanlandığını hemen annesini çağırarak onu sevindirmek istediğini söylemişti. Annesi televizyonda Boşnakçayı duyunca –arkadaşımın beklediğinin aksine- annesi çok sinirlenmiş. Onlardan kim Boşnakça yayın istedi. Biz Kürt müyüz? diye söylenmeye başlamış. Bir Boşnak olarak ne kadar asimile olduğumuzu o zaman iyi anladım, demişti arkadaşım.
Galiba insanlık ailesinin en cahil bırakılmış fertlerindeniz. Pratik yaşam tecrübelerinden de, inanç temelli adaletli yaklaşımdan da mahrum bırakılmışız. İnsan nedir? Kavim nedir? Millet nedir? Farklı dinler, farklı diller, farklı inançlar neyi ifade eder? Ana dil ne demektir? Ana dilde eğitimin önemi nedir? Gibi konularda gelişme kaydedememişiz. Farklılıklara saygıyı içselleştirememişiz. Fırsatta vermemişler buna. Politikacılar, siyasi derin yapılar, rant odakları; istedikleri-çıkarları gerektirdiği zaman ortalığı karıştırmışlar. Çorum olayları, Maraş olayları buna örnektir. Bir arada barış içinde komşuluk yapan insanları -güven ortamını ortadan kaldırıp- birbirine düşman etme, birbirine kırdırma, başarısını gösterebilmişlerdir.
SORU ve CEVAP bölümü
Soru: -DOĞUKAN- Birileri farklılıkları kaşımak istiyor. Ama halk da hep aynı oyuna mı düşüyor? Devlet kötüde, halk da az değil sanki. Öyle değil mi?
Devlet halkları yakınlaştırmada da, ayrıştırmada da, en etkin imkâna ve güce sahiptir. İsterse devlet, derin kısmını da harekete geçirip akıl almaz olaylara imza atabilir. Çeşitli provokasyonlarla iddialarını doğrulatma, etkilerini test etme yoluna gidebilir. Onlarca yıldır umutlarıyla oynana oynana, kimyası bozulan halkı harekete geçirmek için –çoğu zaman- bir kinayeli dokunuş yeterli olabilmektedir.
Soru: -NEBİYE- Kürdistan’daki insanların buradaki insanlarla bir arada yaşamakla ilgili düşünceleri neler peki?
On beş gün önce Diyarbakır’daydım. Geldikten sonrada sık sık irtibat kurup gelişmeleri öğrenmeye çalıştım. Durum vahim görünüyor. Bu tarafa sitemliler. Onları anlamak için, savaşı durdurmak için gerekli çabanın gösterilmediği kanaatindeler. Hele de dindarların sessizliğine hiç anlam veremiyorlar. Tahir Elçi’nin öldürülmesiyle birlikte ümitlerini iyiden iyiye yitirdiklerini söylüyorlar.
Soru: -EMRE- Son barış sürecinin bitmesini tetikleyen şey ne oldu sizce?
Aslına bakarsanız; barış süreci hiç olmadı diyebilirim. Bir ateşkes süreci yaşandığı ise kesin. Bu ateşkes dahi büyük bir umut oluşturdu halkta. Kan akmaması sevindirici bir ilk adımdı. Hele de Kürdistan halkı için. Zira bir parçası askerde bir parçası dağda üstelik bu kirli savaş evinde, bahçesinde, sokağında… Bombalar başında patlıyor, mermiler üzerine yağıyor. Asker kaybı da gerilla kaybı da aynı derecede canını acıtıyor. Savaşın kirliliğini her boyutuyla o yaşıyor. Bazı yerlerde “barış sürecindeyiz” diyen halkı “ne barışı?, ne süreci?” diye askerin terslediğini söylüyorlardı. “Asker barışa inanmıyor” diyorlardı. Halk da barış denmesinden memnundu ama içi gereği gibi doldurulmadığı için tedirgindi. Çünkü bir taraftan devlet korucu alımını sürdürüyor, büyük yatırımlar yaparak surları aratmayan kalekollar inşa ediyordu. Gözünün önünde oluyordu tüm bunlar. PKK’nin de silah ve mühimmat konusunda tedbirli davrandığı biliniyordu. Örgütün dağa eleman çağrısı da sürüyordu bu dönemde. Kısacası barış olmadığı gibi ateşkesinde taraflarca her an bozulabilmesi ihtimal dahilindeydi. Kürtlerin Suriye’deki kazanımları PYD ve Kantonlar. 7 Haziran seçimleri; AKP’nin hayal kırıklığı ve HDP’nin açık farkla barajı aşma başarısı. Ve arkasından gelen hazımsız davranışlar, nefret söylemleri. Hükümetin Kürt sorunu yoktur diyerek başa dönmesi Dolmabahçe Deklarasyonu’nu tanımıyoruz diyerek malum on maddeyi reddetmesi. Buna karşı PKK’nin de savaşa hazırız söylemleri ile şehre inmesi. PKK’yi bitirme kararı karşısında PKK’nin bitmeyeceğiz diyerek direnmesi de; ateşkesin bitmesini tetikleyen etkenler olarak – ilk etapta- sayılabilir.
Soru: -METİN- HDP de suçlu değil mi biraz?
PKK Kürdistan’daki kazanımları kendi mücadelesinin sonucu olarak görüyor. HDP’nin varlığı da buna dahil. Siyasetteki başarıyı da kendine mal ediyor. Şiddet, Cumhuriyetten beri Kemalist devletin ve hükümetlerin muhaliflerine uyguladığı, en yaygın sindirme, yok etme metodu. Talep ve itirazlara, bombayla idam sehpalarıyla işkence ve sürgünle karşılık vermiş. PKK’nin yani Kürtlerin silaha sarılması da; devlet şiddetine şiddetle karşılık vermesi bir bakıma. Maalesef; ret ve inkar edilen Kürtlerin “biz varız diye seslerini duyurma yolu oldu silah”. PKK, başta da söylediğimiz gibi mevcut kazanımları silahlı mücadelenin başarısı olarak görüyor. Dolayısıyla HDP’den de onun kararlarını sivil alanda uygulayan yapı olmasını istiyor. Dolayısıyla HDP’ye bağımsız karar verme imkanı tanımıyor diye düşünüyorum.
Soru: -NURŞİRİN- Artık barışamayacak durumda olan kardeşleri birbirine itiyor gibi bir duruma mı düşüyoruz?
Ümitsiz asla olmamalıyız. Zira; kardeşler için her zaman barışma imkânı vardır. Yeter ki; yanlışa yanlış deme, hatalarla yüzleşme ve hatayı tekrar etmeme kararlılığında olunsun. Yani samimiyetle barışı istiyor olsunlar.
Öncesini bir kenara bırakırsak, cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürtlerle savaşılıyor. Kürtlerin en doğal insan hakları talebi dahi; itiraz, başkaldırı, isyan olarak kabul edilip üzerlerine ateş-bomba yağdırılıyor. Üstelik bu bomba yağdıranlardan övgü ile söz ediliyor. Ve bu zalimlerin isimleri, önemli tesislere verilerek ödüllendiriliyor. (Sabiha Gökçen Havaalanı gibi)
Bu kirli savaşın son otuz küsur senesine bizde şahidiz. Ölmek ve öldürmenin, kardeşler arasında bir sorun çözme metodu olarak asla denenmemesi gerektiğini; öfke, kin ve nefreti arttırmaktan, dünya ve ahretleri karartmaktan başka bir iş görmediğini hepimiz yaşananlardan öğrenmiş olmalıydık. Siviller olarak savaş kararını politikacıların ve siyasilerin hırsına bırakmamalıydık. Kısacası işin bu hale gelmesinde hepimiz pay sahibiyiz. Kürtleri yeterince dinlemediğimiz bir gerçek. Yakın tarihle yeterince yüzleşerek; anlamaya, özeleştiri yapmaya, ders almaya, sorgulamaya çalışmadığımız aşikâr. Ve Kürtlerden diğer kavimlere gösterdiğimiz samimi ilgi ve alakayı da esirgediğimizi düşünüyorum. Mücadele eden her Filistinliye bir Ahmet Yasir’miş gibi, her Boşnak’a bir Aliya İzzetbegoviç’miş gibi, her Çeçen’e bir Şeyh Şamil’miş gibi iyi niyetle ve hürmetle yaklaşan bizler; her Kürde bir Selahaddin Eyyübi’ymiş gibi yaklaşmak bir yana, ön yargılı suçlamalarla mahkum ettik.
Kemalist sistem, bizim adımıza, dost ve düşmanı belirledi ve adeta beynimize işledi. Bir kardeş kavme –Kürtlere- karşı öfke ve kinle doldurdu içimizi. Zulmünü meşru göstermek için yaptı bunu. Bağımsız, ön yargısız düşünemez olduk. Bir kavme olan –öğretilmiş- kinimiz, bizi ateşe mi yaklaştırıyor, adaletsizliğe mi sevk ediyor, endişesini taşımaz olduk.
Soru: -DOĞUKAN- Medine vesikasından bahsettiniz. Tarihte bu tür bir pratiğin olmadığını düşünüyorum?!
Nasılsak, öyle idare olunuyoruz. Ve biz öncelikle kendi pratiğimizden sorumluyuz. Fert olarak inandık dediğimiz doğruları yaşamakla mükellefiz. Biz kendimizi değiştirdiğimiz, düzelttiğimiz takdirde Rabbimizin bizim üzerimizdeki hükmü de değişecektir. Ancak; erdemli fertler, farklılıkların bir arada uyum içinde yaşadığı erdemli bir toplum pratiği sunabilir.
Soru: -ZEHRA- Küçüklüğümden beri dağlar övülürdü bize. Afgan, Çeçen vs. Ama bizim dağlar olunca başka oluyor?!
Malumunuz; diğer dağlarda zalim yönetimlere karşı mücadele edenler, direnenler; bizde hayranlık uyandırır ve “mücahit” olarak adlandırılır. İktidarların gayretiyle, dikkatiniz diğer dağlara oradaki zulümlere çevrilir. Kendi ülkenizdeki, kendi içinizdeki haksızlıkları görmezden gelmeniz, dikkatinizi dışarıya yöneltmeniz; hatta Afganistan’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a,… gidip şehit olmanız teşvik bile edilir. Ülkenizdeki gidişatı, haksızlıkları sorgulayıp mücadele etmeyin. İçeride problem olmayın yeter ki. Sorun çıkarmayın. Yeter ki; buradaki dağlarda olan biteni anlamayın. Kim, neden gitmiş? Hangi etkenler onları dağa yöneltmiş? Sormayın. Faili meçhullerden, ceza evlerinden, yasaklardan, sürgünlerden haberdar olmayın. Nasıl yönetildiğinizin farkında olmayın yeter ki…
Soru: -NEBİYE- Halkın bu konudaki görüşleri belli. Devletin hali ortada. Hal böyleyken belki başka şeyleri mi dile getirmek gerekiyor? Özerkliği mi konuşmak gerekiyor belki? Devleti barışa itmenin bir karşılığı var mı?
Görebildiğim kadarıyla; barış diye bir gündemi yok Devletin. Hatta; barış diyenler, vatan haini, terör yandaşı ilan ediliyor. Doğrusu bu şartlarda, özerkliği falan konuşmanın da anlamı yok. Zira devlet, silahların ve şiddetin konuşmasından oldukça memnun görünüyor. PKK’nin hazırladığı; “şehre iniş-öz yönetim-hendekler” le ortaya çıkan çatışma zeminini iyi değerlendirip, en üst seviyede gücünü gösterme imkânı buluyor. Görünen o ki; Devlet-İktidar, şimdiye kadar hiçbir hükümetin yapamadığını yapmak istiyor. Operasyonlarla işi kökten halletmek, Kürtleri hiçbir hak-hukuktan bahsedemez hale getirmek niyetinde. Devlet olmanın tüm imkânlarını kullanarak, bu kirli savaşın kirli değil de, bir hak-batıl, dinli-dinsiz savaşı, bir kurtuluş savaşı olduğuna, bunun tek sorumlusunun da PKK olduğuna halkı inandırmaya çalışıyor.
Böylece; savaşın mağduru Kürtlerin; başka sığınak bulamayıp gücünü gördükleri devlete inanacağını; zaten ‘yok’ dediği Kürt Sorunu’nun tümden yok olacağını; artık başlarını ağrıtan Roboski’nin falan da konuşul(a)mayacağını umut ediyor olabilirler, diye düşünüyorum.
Soru: -DOĞUKAN- Bizim İslamcılarda tüm dünyayı yöneteceklerine dair bir gizli gündem de olduğu için. Onun da bir etkisi var diye düşünüyorum…
Doğrudur. Yalnız gizlemeye falan gerek duy(ul)madan açıkça ifade ediliyor bu.
Özellikle Kürt sorununu sadece bir asayiş sorunu bir terör sorunu görmede, bu tavan yapmış özgüvenin etkisi büyük. “İmparatorluk bakiyesiyiz, dünyaya ancak biz nizam veririz, herkes ümidini bize bağlamış, biz yoksak tufan” anlayışında olmak ve ibadetleri diğer insanlar üzerinde bir yaptırım, hataları örtmede bir kılıf, bir üstünlük, bir ayrıcalık aracı olarak kullanmak; hiç de sağlıklı bir duruş olmasa gerek. Bu hali; kendi ülkesindeki iç sorunları kamufle etme, yok sayma yani gerçeklerden kaçma çabası olarak değerlendirmek mümkün.
Soru: -METİN- O taraf da can alıyorsa bunu nasıl açıklayacağız?
Bir yerde savaş varsa –maalesef- orada ölümlerin olması kaçınılmazdır. O yüzden sulh esastır inancımızda. Hele de kardeşler arasında. Savaş, tüm çareler tüm barış yolları zorlandıktan sonra, istenmeyerek başvurulan –arızi- bir yoldur. Çünkü amaç; zulmedeni de öldürmek değil, ona zulmettiğini fark ettirmek ve onu zulmünden vazgeçirmektir.
O taraftan da gitse, bu taraftan da gitse, her halükârda kaybeden biziz. Her şeyden önce; galibi olmayan, gözlemcisi-muhabiri-şahidi olmayan bu kirli savaş sorgulanmalı. Otuz yıldır, -zaman zaman yoğunluğu artıp eksilse de- aralıksız süren, nesilleri ateş altında mermi ve bomba sesleriyle büyüten, kanıksanmış bir yaşam şekline dönüşen bu savaş sorgulanmalı. Kandan, ölümden medet uman, hunharlıktan vazgeçmeyen, nesilden nesile devreden bu kin- nefret, bu şiddet mantığı sorgulanmalı. Her ölümün halkları; barıştan, umuttan, insanlıktan bir ömür kadar uzaklaştırdığı unutulmamalı.
Soru: -ZEHRA- Kürdistan meselesinde ailelerimizle, çevremizle ayrı düşüyoruz. Bu konuda sizin neslinizi terbiye etmek kolay olmuyor sanki?!
Doğru. İslâmi konular denince sadece resmi onay alan konuları; Bosna’yı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Afganistan’ı ve benzeri ortamları öğrenmiş olan bizim nesle, Kürdistan’ı anlatmak ve anlamasını beklemek pek imkân dahilinde görünmüyor. İktidarlar da –kendilerine dokunduğu için- bu konuda bilinçlenmenizi istemezler. Özel çaba göstermek, bedel ödemeyi göze almak gerekmektedir. Ailemiz ve çevremiz biryana; sivil ve İslâmi olduklarını söyleyen STK’lar, insanları-cemaatleri yönlendiren kanaat önderleri, hocalar, liderler de, Kürdistan meselesine büyük ölçüde yabancılar. Zira ailemiz ve çevremiz de –bazı istisnalar dışında- bu kaynaklardan beslenmekteler.
Soru: -ALPKAN- Demokratik İslâm Kongresi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Demokratik İslam Kongresinin bir ihtiyaçtan doğduğu kanaatindeyim. Malum PKK temelde sosyalist bir örgütlenmektedir. Dine yaklaşımda genel tavrı bellidir. Fakat içindekiler Müslüman’dır. Bu halkın çocuklarıdır. Ayrıca dindar Kürt halkından ciddi destekte gördüğü ortada. Bu ciddi destek, Kürtlerin gasbedilen haklarını dile getirmesinden ve Kürt sorununun sahiplenmesinden kaynaklanmaktadır.
Evet; Kürdistan halkının kadim bir İslami geleneği vardır. PKK’ye destek vermeleri İslam’dan koptukları, ibadetlerden vazgeçtikleri anlamına gelmemektedir. İşte PKK; kendindeki bu eksiği kapatmak, dindarları da içine alarak hem Kürdistan hem de Türkiye genelinde temsiliyet gücünü arttırmak istemektedir, diye düşünüyorum.
Soru: -ALPKAN- Bundan sonrası için ne bekliyorsunuz?
“Her şey olabilir” diyeyim kısaca. Taraflar; işlerine gelirse tekrar bir ateşkes süreci başlatabilirler de; savaşı genişletip tüm ülke sathına yayabilirler de. Mesela 2012’nin sonlarında Şemdinli’de çatışmaların çok şiddetlendiği günleri hatırlıyorum. Gerçekten olağanüstü günler yaşıyordu Şemdinli. Köyler boşalmış, daha uzağa gidemeyen köylüler Şemdinli merkezde toplanmıştı. Hava karardığında kimse dışarı çıkamıyordu. Köylere giden yollar PKK’nin denetimindeydi. Hemen karşı tepedeki çatışmalar ilçenin içinden korku ve endişe ile izleniyordu. Herkeste sona gelindi kanaati hakimdi. İlçe yavaş yavaş terk ediliyordu.
Aradan henüz birkaç ay geçmişti ki, bir felaket haberi beklenirken, 2013 Newruz’un da ateşkes ilan edildi. Elbette bu bir barış değildi. Fakat kan akmaması cenazelerin gelmemesi ateşin kesilmesi büyük bir umuttu, ferahlıktı. Özelliklede; bir tarafı askerde bir tarafı da dağda olan, mermi ve bombalar üzerinde patlayan Kürdistan halkı için.
Ve yine malum; bu ateşkes sürecinden sonra asla geri -90’lı yıllara- dönülmez, savaşa tekrar yol verilmez, ateşkes süreci barışa doğru ilerlemese de duraklar en azından, diye düşünürken 2015’de içine düşülen hali görüyorsunuz. Bu yaşanmışları hatırlayınca “her şey olabilir” demekten kendimi alamıyorum.