Kuban Kural: 1864 Soykırımı’ndan 2014 No Sochi Sürecine Kafkasların Hak Mücadelesi
Söze son yıllarda çokça duyduğumuz Çerkes Soykırımıyla başlamak gerek. 1864 öncesi ve sonrası Çerkeslerin travmasını anlamak için önemli bir süreç. 1859’da İmam Şamil’in teslim olmasının ardından Çerkesler ciddi bir soykırıma uğruyorlar. Tarihçilerin verdikleri ortak rakama göre yüz binlerce insanın orada telef olduğunu, bir o kadarının da Osmanlı’ya sürgün edildiğini biliyoruz. Birçok insan sürgün esnasında da yollarda can veriyor. Bugün Karadeniz sahillerinde, Samsun’dan Kefken’e varıncaya kadar ciddi bir Çerkes nüfus var. Osmanlı Çerkesleri niye kabul ediyor tartışması aslında Çerkesler arasında da Türkiye’de de yapılıyor. Bu konuda özellikle İslami hassasiyetleri olan insanlar Osmanlı’nın onlara kucak açtığını iddia ediyor. Evet sonuçta Çerkesleri kabul ediyorlar ancak böyle bir kucak açmadan bahsedemeyiz. Sonuçta bu durum Osmanlı’nın çıkarlarıyla da örtüşüyor. Nihayetinde bir imparatorluk söz konusu ve bu imparatorluğun Anadolu’da Müslüman nüfusa ihtiyacı var. Çerkesler de o dönemde çok dindar olmasalar da Müslüman insanlar. Halifeye de Müslüman olmalarından kaynaklanan kısmi bir bağlılıkları var. Rusya ile Osmanlı anlaşınca Osmanlı kendi topraklarına sürülmelerine izin veriyor. Kaldırabileceğinden fazla nüfus gelince de artık yeter diyor. Ancak Rusya Çerkesleri sürgün etmekte kararlı çünkü o günkü devlet politikasında Rusya’ya Kafkasya lazım ama Kafkaslar lazım değil. Nihayetinde Osmanlı topraklarına dağınık bir şekilde Osmanlı’nın çıkarları doğrultusunda yerleştiriliyorlar. Savaştan geldikleri ve bu yüzden de savaşmaya hazır bir toplum oldukları için, genelde güvenlik endişesi taşınan bölgelere yerleştiriliyorlar.
Osmanlı döneminde yaşayan Çerkesler biraz daha ”özgür”. Çünkü bütün imparatorluklar gibi Osmanlı da insanların dillerine, kimliklerine fazla müdahale etmiyor. Kırsala yerleştikleri için de aslında kendi kültürlerini, kimliklerini bir şekilde yaşatabiliyorlar. İstanbul çevresine yerleşen de ciddi bir Çerkes nüfus var. Bunlar saray çevresini, entelektüel kesimi oluşturuyorlar. II. Meşrutiyet’ten sonra örgütlenerek Çerkes Teavün Cemiyeti’ni kuruyorlar. Sadece kültürel değil, siyasi faaliyetler de yapıyorlar. Ardından Şimali Kafkas Cemiyeti de oluşturuluyor. Kuzey Kafkasya’da kalan nüfus Çarlık’ın yıkılmasından sonra o kargaşa esnasında 1918’de Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’ni ilan ediyor. Bürokraside etkin oldukları için de büyük ölçüde başarı gösteriyorlar. Bir şekilde Osmanlı’nın da o cumhuriyeti tanımasını sağlıyorlar. Fakat cumhuriyet sadece 3 yıl kadar kısa bir süre ayakta kalabiliyor.
Osmanlı’daki bu tür Çerkes örgütlenmeleri Çerkeslere uzun bir süre nefes aldırıyor ve bir birikim de sağlıyor. Ancak İngiliz işgaliyle birlikte cemiyet kapatılıyor ve Cumhuriyetin ilanıyla bütün kadrolar tasfiye ediliyor. 1950’lere kadar da bir daha Çerkes örgütlenmesinden bahsetmek mümkün olmuyor. Cumhuriyetin kurulması Çerkesler için bir kırılma noktası. Aslında dönemin siyasi kamplaşmasının iki tarafında da yer alıyorlar. Padişah yanlısı Çerkesler de var, Ankara Hükümeti yanlısı Çerkesler de. Çerkes Ethem ve Anzavur hikayelerini hepimiz tarih kitaplarından mecburen okuyoruz. Anzavur saltanat taraftarı, Çerkes Ethem ise Ankara Hükümeti taraftarı. Sonuç olarak iki tarafta da yer alan Çerkesler iki tarafta da birbirlerine karşı savaşıyorlar. Çerkes Ethem Yunan işgaline karşı da savaşıyor. Ancak en büyük ”başarısını” Anzavur İsyanı’nda gösteriyor. Orada Çerkeslere karşı savaşıyor ve çok büyük katliamlar yapıyor.
Gönen Manyas Sürgünü
İkinci bir kırılma noktası ise Gönen Manyas Sürgünü… Türkiye’de çok fazla gündeme gelmiş bir sürgün değil ama Cumhuriyetin ilk iç sürgününden bahsediyoruz. Çerkes Ethem’i de bahane ederek ve niye sürüldüklerini topluma da söylemeyerek, dönemin iktidarı köylüleri Anadolu’nun içlerine sürgün ediyor. Yaklaşık 14 köy… Malatya’dan Kayseri’ye kadar dağınık bir şekilde yerleştiriliyor. Bu hikaye bir taraftan tanıdık da gelecek size. Çünkü şiddet boyutu kesinlikle karşılaştırılamamakla beraber Dersim’in prototipi diyebiliriz bu sürgün için. Çerkesler Cumhuriyetin ilk ehlileştirdikleri aslında. Bu sürgünle birlikte halk ciddi şekilde sindiriliyor. Gönen Manyas Sürgünü’nün o toplumun hafızasında çok kritik bir yeri var. Çerkeslerin asimile edilişinde önemli bir parametre. Mesela 1993 yılında Gönen’de açılacak bir Kültür Derneği’ne yaşlılar “başımızı yine belaya sokacaksınız” diyerek karşı çıkıyor. Yine 2013’te bir sözlü tarih çalışması için Gönen’e gittiğimde yaşlıların çoğu böyle bir olayın yaşanmadığını dahi söylemişti.
Bizim bir üst neslimize, babalarımıza varıncaya kadar Çerkezce yaşıyordu köylerde. Hatta ilkokulda Türkçe bilmedikleri için tek ayak üstünde bekletilen insanların hikayelerini dinleyebiliyorsunuz. 1950’lere kadar herhangi bir örgütlenme olmuyor dediğim gibi ancak 1950’den sonra İstanbul’da dernekler açılabiliyor. Ancak orada da çeşitli kısıtlamalar mevcut. Mesela dernek adında ”Türk” olmadan açamıyorsunuz derneği. Kafkaslar da bunun bir formülünü bulup açıyorlar. Devlet de onların folklorik çalışmalar yapmalarına müsade ediyor. Zaten devletin bilinçli olarak tercih ettiği bir şey bu. Çerkesler hoplasın, zıplasın ama düşünmesinler. Hepinizin bildiği o Kafkas oyunlarının nüveleri o zaman atılıyor. Türkiye’de herhangi birine zihnindeki Çerkes algısını sorduğunuzda; Çerkes Ethem’i, Çerkes tavuğunu ya da o çok güzel oyunları bilir. Bunların dışında Çerkeslerin nereden geldiklerine dair bile fazla bir bilgi yoktur. Çerkesler de kendilerini anlatmamışlardır aslında. Kurulan derneklerin de politik kimlikleri olmuyor genelde. 1960’dan sonra bütün halkların yaşadığı sanayileşme süreciyle beraber Çerkesler de şehirlere göç ediyorlar. Bana kalırsa sürgün ve soykırımdan sonra en büyük kırılma noktası da budur. Çünkü köyde yaşatabildikleri kültürel değerleri burada yaşatmaları mümkün olmuyor. Göçle beraber gettolarını da oluşturamıyorlar. Çünkü getto oluşturmanız için tek bir yerden gelmeniz lazım, ancak onlar çok dağınık yerlerden geliyorlar. Zaman içinde de birbirleriyle olan bağlantıları kopmuş. O anlamda Kürtler ile aralarındaki mesafe uçurum kadar.
Türkiye’de hangi siyasi tartışmalar olduysa Çerkesler de aynılarını yaşamışlar. Çünkü politik olarak tamamen buralı olmuşlar. Kendi kimliklerinden kaynaklanan bir talepleri olmamış. Sağ-sol tartışmaları esnasında özellikle sol cenahtan gelenlerin bu tarz çabaları kısmen olmuş ancak kendi kimliklerinden ziyade ideolojik angajmanları ön planda tutmuşlar. O dönemde de siyasi tartışmalar başlıyor. Kimileri sosyalist devrim olduğunda kendilerini var edebileceklerine inanıyorlar; kimileri Kafkasya’ya dönmekten bahsediyorlar. Bir de İslamcı cenahta varlık gösteren Çerkesler var. Bunların da kimisi ilginç bir şekilde MHP’li olup, asimile olmayı kabul ediyor kimi İslamcılar da ümmetin içerisinde yok olmayı tercih ediyor.
Birleşik Kafkasyacılarla Dönüşçüler arasında belli siyasi tartışmalar döndü ancak kendi kimliklerine dair küçük yayınların, tarihsel kitapların dışında çok fazla bir şey de ortaya çıkamadı. 1989 önemli bir kırılma noktası oldu bu açıdan. Çünkü Sovyetler Birliği yıkıldı ve Kafkasya ile tekrar ilişki geliştirme imkanı doğdu. Kafkasya’ya gidiş gelişler başladı.
1990’lar Türkiye’de yaşayan Kuzey Kafkasyalıların Türkiye toplumunun da kadrajına girdiği yıllar aslında. Çerkesler Abhazya Savaşı’nda hiçbir hazırlıkları, birikimleri olmadan bir siyasallaşma süreci yaşıyorlar. Sadece Abazalar savaşmıyor, Çeçenlerin de yanı sıra çok kısıtlı da olsa Dağıstan’dan bile gelenler var. Bu önemli bir gösterge çünkü Kafkasya halklarının arasına Stalin döneminde çizilmiş sınırların ve aralarında oluşturulan sorunların ne kadar suni olduğunu anlıyorlar ve ateş anında bir araya gelebiliyor bu halklar. Hemen akabinde Türkiye’deki İslami çevrelerin yakından takip ettiği ve içerisinde bulundukları I. Çeçenistan Savaşı ile birlikte Çerkesler yeni bir siyasallaşma sürecine giriyorlar. Dine küfreden, dinle arasına mesafe koyan Çeçenler bile Çeçenistan Savaşı’na mobilize olmuyorlar. Ancak süreç çok dini bir motif kazanınca da uzaklaşıyorlar. Türkiye’deki İslamcı kesimin de sokaklara çıktığı, mobilize olduğu önemli olaylardan birisidir Çeçenistan Savaşı. 1990’lı yıllarda genellikle Kafkasya eksenli geçiyor çoğu tartışma. Birleşik Kafkasya tartışmaları tekrar açılıyor ve entelektüel birikimler de giriyor işin içine. Ancak Çerkeslerin kendi kimlikleriyle daha da görünür olduğu yıllar 2000’li yıllar aslında.
Sürgün Anmaları: Slogan Atılmaz, Ağıt Yakılırdı
Sürgün Anmaları aslında 1989’dan sonra derneklerde kapalı alanlarda yapılmaya başlandı. Her yılın 21 Mayıs’ında dernekte 15-20 Çerkes bir araya gelip, ağıt yakıyorlardı. Kamusallaşmış bir hikaye yoktu. İlk defa Kefken’de ortaya çıktı. Orada bir gece anması gerçekleştirdiler kamusal alanda. Dünyada kamu denilince meydanlar, şehir mezkezleri akla gelir; bizimki dağda iki buçuk saat süren bir kamusallaşmaydı. Çok amatör de olsa sahnelenen bir tiyatro oyunu oraya gelen 2000-3000 Çerkesi ağlatmayı başarmıştı. Bu politik açıdan bir şey ifade etmeyebilir ama duygu anlamında bir bütünleşmeyi sağladı. Kamusal sürgün anmasını da gençler organize etti aslında. Sonra tabi yaşlılar geldi, istedikleri hale getirip pespaye bir hale dönüştürmeyi başardılar. Sürgün anmalarında ”kahrolsun Rusya” demezdi kimse. Slogan atılmaz, ağıt yakılırdı. Bizim de içinde bulunduğumuz Kafkasya Forumu böyle bir atmosferin içerisinde kuruldu. Sokak ve siyaset tecrübesi çok kısıtlı olan, kendi iç tartışmalarını belli bir aşamaya getirememiş olan bir diasporanın içinden ağırlıklı olarak gençlerin bir araya gelip kurduğu bir yapıydı.
Gönen Manyas Sürgünü’nde muhatab Kemalist devletti. İslamcılar dini meselelerinde Kemalist devletle mücadele etmeyi çok iyi becerdiler, daha doğrusu muhalif bir dinamik geliştirdiler. Ancak diğer halklar ya ümmet içerisinde erimeyi tercih edeceklerdi ya da görünmez olacaklardı. Gönen Manyas Sürgünü de Kemalist devletin gerçekleştirdiği bir olaydı ama İslamcıların bu meseleyle ilgileri çok kısıtlı kaldı. Biz etnik meseleleri Ayrıntı’dan, İletişim’den okuduk; İslamcılardan okumadık, ilgilenmediler çünkü. Bugün Çerkes kimliğimizle ön plana çıktığımızda da; aslında en çok destek vermesi gereken toplumsal kesim onlar olmasına rağmen, ”bir de siz mi çıktınız” gibi tepkilerle karşılaşabiliyoruz.
Savaş üzerinden kimliğin inşasında şöyle bir şey var. Evet, Çerkesler hep savaşçı olmakla övünürler. Ancak o Çerkes kimliğini kazanma şeklinde gerçekleşmedi. O hep tarihten bir mitos olarak kaldı. Bugüne yansıması da devletlerin elinde maşa olmak oldu. Orada kendi vatanın için savaşıyordun belki ama burada ya kontrgerilla olarak Kürtlere karşı savaştın ya da 1915’te Ermenilere karşı kullanıldın. O savaşçı kimlikleri, kendi kimliklerine hitap edemedi Çerkeslerin.
2000’li yıllarda Kefken’de yapılan ilk Sürgün Anması birkaç yıl daha devam etti sonra içeriksiz bir hale geldi. İlk anmada Rusya’yı muhatap alma durumu vardı ancak daha sonra vazgeçildi bu Rusya muhalifliğinden. Rusya ile iyi geçinmeyi önceleyen diasporadan farklı kurumlar devreye girdi. Biz o dönem Kafkasya Forumu olarak Türkiye’de milliyetçiliğe mesafeli bir kimlik siyasetinin yapılabileceğini düşünüyorduk. Çeçenistan Savaşı bitmişti belki ama Çeçen mülteci sorunu devam ediyordu. Daha sonra İslamcıların gündeminden düşen Çeçen kampları vardı. Orada elimizden geldiğince sosyal faaliyetler yapmaya, sivil yapılarla ilişki kurmaya çalıştık.
2006 yılı Çerkes Soykırımı’nın gündeme gelmesiyle ilgili önemli bir eşikti. 2006 yılında Rusya Soçi şehrini olimpiyatlara aday olarak gösterdi. Çerkeslerin algılarında da Soçi, Kafkasya’ya giderken geçtikleri bir bölgeydi sadece. Çerkezya’nın başkenti olması, orada bir soykırımın gerçekleşmiş olması çok fazla konuşulan şeyler değildi. 2006’ya kadar sürgün kavramı daha çok kullanılan bir kavramdı. Soykırım hem hukuki hem de politik olarak kullanılan çok güçlü bir kavram aslında. Soçi’nin aday olmasıyla beraber olimpiyat komitesini muhatap alan bir kampanya başlatıldı: ”Olympic Genocide Kampanyası”. Diasporadaki ilk internet örgütlenmesiydi belki de. Yaklaşık 10.000 imza toplandı. Olimpiyat komitesinden ”kaygılarınızı anlıyoruz, gündeme getireceğiz” şeklinde bir cevap geldi ama hiçbir şekilde gündeme getirilmedi. Nihayetinde olimpiyatlar Rusya’nın Soçi şehrine alındı.
No Sochi 2014 Tecrübesi
Bu imza kampanyası bütün dünyada birçok örgütün destek verdiği, aktivistlerin katıldığı bir hal aldı. Ulusötesi bir mecra vardı aslında önümüzde. Ulusların etkilerinden mümkün mertebe uzaklaşabileceğimiz bir alan açıyordu bize. ABD’nin, Türkiye’nin, Rusya’nın kaygılarının dışında Çerkeslerin kendi kaygılarını gündeme getirerek başka halkları, kimlikleri kendi davalarına ortak etme imkanı veriyordu. Aday olunmasıyla birlikte o ilişkiler kısmi bir formellik kazandı ve ”No Sochi 2014” inisiyatifi kuruldu. İnisiyatif 2009 yılına kadar bu konuyu gündeme getirmek için çeşitli etkinlikler yaptı. Basın açıklamaları, afişler, bildiriler vs… İlişkiler tazelendi. Amerika’daki Çerkesleri doğru düzgün bilmiyorduk mesela. Avrupa’daki, Ortadoğu’daki Çerkeslerin politikleşmeleriyle karşılaştık. 2009 yılında Kafkasya Forumu olarak Rusya Konsolosluğu önünde gerçekleştireceğimiz eyleme çağrı yaptık. Bizim de beklemediğimiz çoğunlukta 400-500 kişinin katıldığı etkili bir eylem oldu. 21 Mayıs’ta Çerkes Soykırımı’nın yıldönümünde bir eylem daha yaptık. Bu süreç başkalarının da Çerkeslerin davalarıyla ilgilenmeye başladığı bir sürece evrildi. Aynı konsept, aynı basın açıklamasıyla tüm dünyada yapılmaya başlandı bu eylemler. Çerkes diasporası sokağa çıkmaya başladı. 2012 yılına kadar Soçi konusuna muhalefet etmeyen, Rusya’nın güvenlik kaygılarıyla hareket eden diaspora kurumları bile Soçi’de soykırım olduğunu söylemeye başladılar. Vicdan sahibi insanları, politikacıları hedef aldık biz. Kendi mağduriyetlerimizi anlattık. Mücadele yöntemi olarak da sadece eylemleri kullanmadık. Rusya’nın attığı her adıma, her PR çalışmasına karşı argüman geliştirdik. Mesela Rusya’nın başlattığı maskot yarışmasına karşı Soçi’nin gerçeğinin bu olmadığına dair anti-maskot yarışması düzenledik. Yarışma sonucunda da ortaya çıkan anti-maskotları bütün eylemlerimizde görsel olarak kullandık. Nihayetinde de Soçi olimpiyatlarını engelleyemedik.
Soçi muhalafeti Çerkeslere kendi güçlerinin çok ötesinde bir başarı sağladı. Ne sosyal, ne ekonomik ne de siyasal sermayeleri bunun için yeterli değildi. Olması gerekenin de çok gerisinde bir etki oldu aslında bu. Kampanyanın birincil hedefi toplumun kendisiydi. Çünkü kendi tarihiyle bağı büyük ölçüde kopmuş bir toplumdu Çerkesler. Hem Çerkeslerde hem Türkiye kamuoyunda bir farkındalık oluşturmak ve birlikte yaşadığımız insanlarla birlikte mücadele etmekti. Bir de uluslararası medyanın gündemine taşımak ve Rusya’yı sıkıştırmaktı bir taraftan da. Bu sıkıştırmayı da diplomatik yollarla değil kamuoyu baskısıyla yapmaktı. Artık herkesin gözünün önünde siyasi sermayesi oluşmuş bir diaspora var.
Gelen Sorulara Cevaben
Kürt siyasi tecrübesiyle karşılaştırdığımızda öyle bir kimlik mücadelesi yok Çerkeslerin. Yalnızca silahlı olmaktan bahsetmiyorum, öyle bir politik enerji de yok. Diaspora oluşlarından, siyasal tecrübesizliklerine kadar birçok sebep sayabiliriz ama nihayetinde bunların hiçbiri Çerkeslerin bir direniş hattı, söylemi oluşturmamasının bahanesi olamaz. Karşılaştırma dahi yapılamaz bana kalırsa ama Alevilere baktığımızda onların yoğun olarak yaşadıkları bir Dersim var ve diaspora değiller. Ağır bir sürgün ve soykırımdan sonra ait olmadığınız bir coğrafya da olsa bulunduğunuz ülkeye tutunma içgüdüsüyle hareket ediyorsunuz. Kendinizden vazgeçiyorsunuz. Dördüncü, beşinci nesilde asimilasyon nihayete eriyor. Dil, kimlik kayboluyor; kültür büyük ölçüde dejenere oluyor. Aslında bu nesillere baktığınızda kültürlerinden uzaklaşsalar da politik olarak kimliklerine tutunan genç bireylerle karşılaşıyorsunuz. Bunda Kürt siyasetinin ön açıcı olduğunu söyleyebiliriz. Aleviler ve Çerkesler de dahil olmak üzere bugün tüm kimlikler onların açtığı yoldan gidiyor. Çerkeslerin bu konuda ahlaki bir sorunları var bence. Kürt siyaseti devletle çatıştığında genelde devletin yanında pozisyon aldı Çerkesler.
Bir toplumun siyaset üretmesi, kendi kimliğiyle ilgili bir şeyler yapmaya başlaması için iktidar mekanizmasıyla arasına mesafe koyması gerekiyor. Çerkesler ortada kan yokken Rusya’ya karşı da politika geliştirememişlerdi. Bence Soçi süreciyle Rusya’daki iktidar mefhumuna karşı bir mesafe koydu Çerkesler. Ancak esas mesele biz burada yaşıyorsak bu kimliğin, kültürün de burada yaşayacak olmasında. Buradaki iktidar kurumuyla araya mesafe koymak da ciddi bir mesele. Alevi meselesi, Kürt meselesi, Ermeni meselesi… Çerkeslerin hep devletin yanında yer aldığı meseleler bunlar. Çerkesleri devletten uzaklaştırıp diğer halkları anlamaya sevk etmek bizim için de ilginç bir tecrübe olacak. Türkiye’de siyaset yapacak bir diasporik kimliğin önündeki engelleri kaldırmak için çalışmalar yapmak gibi düşüncelerimiz var. Bunu da iktidar mekanizmalarıyla araya mesafe koymadan gerçekleştirmek mümkün değil.