Hayri Kırbaşoğlu ile Söyleşiden Notlar
Ankara Emek ve Adalet Seminerleri ile şehrimizde bulunan emek ve alın terinin hakkı hususunda duyarlı kimseleri buluşturmaya niyetlendik. İlk buluşmamızı eserleri ve konuşmalarından tanıdığımız Ankara İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ile gerçekleştirdik.18 Aralık Çarşamba akşamı Mazlum-Der Genel Merkezi’nde gerçekleştirdiğimiz seminerde Hayri hoca hepimizi heyecanlandıran uzunca bir konuşma yaptı. Son süreçteki gelişmelerin dayandığı tarihsel ve iktisadi temelleri anlattı. Nasıl bir muhalefet kurulacağına dair de önemli notlar aktardı. Aşağıdaki metinde hocanın her sözü bire bir aktarılmasa da konuşmanın ana hatlarına dokunulmamıştır.
İSLAM KAPİTALİZM VE MODERNLEŞME —HAYRİ KIRBAŞOĞLU
Memleketimizde ve diğer coğrafyalarda yaşanılan gelişmeler, sunumunu yapacağımız konunun üzerinde çok derinlikli tartışmalar yapılması gereken konulardan olduğu gerçeğini bize göstermektedir. Konunun bu kadar ehemmiyetli olmasına rağmen bu konuların çokça tartışıldığını söylemek güç. Çünkü bölgemizde yaşayan Müslümanlar kendi aralarında didişmekten böylesine derin ve ehemmiyetli, Roger Garaudy’nin ifadesiyle hem insanlığı hem gezegeni hem de geleceğimizi ilgilendiren konuları tartışmaya fırsat bulamamaktalar. Tabii ki bu miyopluğun çok çeşitli sebepleri vardır. Özelikle de ülkemizi esas alarak konuşacak olursak bu miyopluğun en temel sebebi 90lı yıllardan itibaren dindar kesimlerin iktidara daha fazla yaklaşmaları ve özellikle de son 10 yıldır iktidarın imkânlarını daha fazla elde etmeleridir. Elde edilen bu güç siyasi, ekonomik ve medyatik güçtür. Bu güçlenme –iktidara yaklaşma- süreci işlerken yeteri kadar özeleştiri yapılmamıştır. Hatta bunun aksine zafer sarhoşluğuna bürünen bu insanlar bir süre sonra yaptıklarını meşrulaştırma yoluna girmişlerdir. Hatta İslami açıdan gayrimeşruluğu çok açık olan konuları dahi bir biçimde meşrulaştırmak için enstrümanlar geliştirmeye başladılar. “Nasıl yaşarsanız öyle inanırsınız” sözünde ifade edildiği şekilde, artık yaşadıkları gibi düşünmeye başladılar. En nihayetinde iktidar, servet, güç için birbirlerini boğazlar duruma geldiler. Bu durum sadece Türkiye için böyle değildir. Dünyanın birçok Müslüman ülkesinde de benzer durumlar yaşanmaktadır. Benzer durum Sudan’da, Mısır’da Suudi Arabistan’da ve İslam dünyasının hemen hemen her ülkesinde yaşanmaktadır.
Bu sürecin daha iyi anlaşılabilmesi için 70li yıllara doğru gitmek gerekir. Çünkü 70li yıllarda o zamanki dünyanın iki kutuplu olduğuna şahid oluyoruz. Bir yanda Rusya ve Çin gibi ülkelerin başını çektiği sosyalist blok öte tarafta ise AB ve Amerika’dan oluşan kapitalist blok vardı. Ne yazık ki İslam dünyası da bu gelişmelere paralel olarak ve bu bloklardan etkilenecek şekilde iki kısma ayrıldı. Bunlar içerisinde özellikle Batı eksenli bir dış politika takip eden ülkelerde bir takım Batı projeleri içerisinde istihdam edildiler. Özellikle sağ diyebileceğimiz -70li yıllarda sağ tabiri daha yaygın kullanılıyordu- kesimin tamamına yakının Amerika tarafından ortaya atılan ‘yeşil kuşak projesi’ içerisinde Rusya karşısında istihdam edildiğini görüyoruz. Benim içerisinde yetiştiğim MTTB’yi finansal açıdan oldukça temiz görüyordum o tarihlerde. O dönemde İslami olarak bilinen birçok yapının örtülü bir biçimde Batı’dan finansal destek gördüğü biliniyordu ama temiz olduğunu zannettiğim birçok kuruluşun bile bu süreçten etkilendiklerini ve dolaylı olarak yine bu proje dâhilinde desteklendiğini ifade etmemiz gerekir.
Dolayısıyla bunun getirdiği bir diğer miyopluk da en büyük düşmanın komünizm olduğu, sol olduğu söyleminin dillendirilmesiydi. Çünkü solun ve komünizmin dinsizlik ve ateizmle eş anlamlı olduğu ifade ediliyordu o zamanlarda. Yanlarında saf tutulan AB-ABD ekseni nasıl olsa bir dine inanan yapılardı. Kurani açıdan onlar Ehli Kitap’a tekabül ediyordu. Müşrikliğe tekabül eden Rusya’ya karşı Ehli Kitap olan Amerika’ya tercih etmemiz gerekliliği noktasında bir söylem üretilmişti. Bütün İslami hareketlerde ve en hararetli olarak da Said Nursi’nin savunduğu- bugünlerde Nur cemaatinin bütün fraksiyonlarının savunduğu bakış açısı buydu. Aslında Müslümanların komünizm ve sol karşısında Ehli Kitap nitelemesiyle ABD’nin safında yer almaları kendi vücutlarına zehri zerk ettikleri bir âna tekabül eder. Çünkü bu yaklaşım beraberinde İslam dünyasının kendileriyle işbirliği yapılabilecek en uygun partner olarak Ehli Kitap bloğun olabileceği algısı Müslüman zihinlere etki etti. Sonuçta din tasavvuru açısından bir yarılma ortaya çıktı.
70li yıllarda Arap rejimlerinde yönetimde bulunan sola yakın iktidarlar, Baas rejimleri giderek zayıflamıştı, tabi Amerikan işgalleriyle birlikte İslam dünyasında sol rüzgâr tekrar esmeye başladı. Özellikle Mısır başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde antiemperyalist bir söylem yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de ise bu antiemperyalist dalga sadece söylem düzeyinde kalmadı, İslami kesimlerle sol kesimler yakınlaşmaya başladı. Bu yakınlaşma süreci içerisinde bu yakınlaşmaya engel olmaya ve ayak sürmeye çalışan kesimler dindar kesimler diyebileceğimiz kesimler oldu. Mısır’da İhvanı Müslimin Türkiye’de ise cemaatler ve tarikatlar bu yakınlaşma meselesinde ayak direten kesimlerin başlarında geliyordu. Ama en azından entelektüeller düzeyinde Trabzon’da Mehmet Bekaroğlu’nun gerçekleştirdiği sempozyumlarda çok farklı dünyanın insanları bir araya gelip konuşmaya başladı. Irak’ın işgali ile birlikte bir araya gelmiş bu insanlar daha sonra Doğu Konferansı girişimi içerisinde bir araya geldiler. Şu anda en azından İslamcı kesimler arasında İslam’ın sağcılığa eşit olmadığı, İslami içerisinde sol diyebileceğimiz bazı yaklaşımların da bulunabileceği gündeme gelmiş oldu.
Öncelikle bizim tabiatı itibarıyla İslam’ı İslam olarak tanımlama zorunluluğumuz olduğunu belirtmek gerekir. İslam kapitalizmi, İslam sosyalizmi gibi birtakım tanımlamalar yapılıyor fakat benim dikkatimi çeken ve hoşuma da giden bir durum da İslam Sosyalizmi gibi terkipler şimdiye dek yapılmasına rağmen İslam Kapitalizmi terkibini savunan –en azında söylem düzeyinde- bir kesim yoktur İslam dünyasında. Yaşantı olarak İslam kapitalizmi olgusu bulunsa da en azında teorik düzeyde bu söylemi savunan bir kesim bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu biraz da Müslümanların çağın gelişmeleriyle hesaplaşma konusunda açık ve net bir karar veremediklerini de göstermektedir.
Şu an gelinen nokta itibariyle bir İslam kapitalizmi olmasa da bir Abdestli Kapitalizm eleştirisi diye adlandırabileceğimiz bir tüketim toplumu eleştirisi, bir dünyevileşme eleştirisi Müslümanlar arasında giderek daha fazla gündeme gelmektedir. Ancak tarihsel olarak sırtımızda ağırlık olarak duran birtakım sebeplerden ötürü, özellikle İslam Düşüncesi alanında kalem oynatanlar –özellikle ilahiyat camiası- maalesef bu sözünü ettiğim geçmişte yaşanan süreçten dolayı adına sol diyelim yahut başka bir şey diyelim antiemperyalist, işgal karşıtı, sömürü karşıtı, zenginden değil fakirden yana, ezenden değil ezilenden yana bir tasavvuru olan Müslümanın olabileceği ilahiyat camiasında da geniş İslami kesimde de pek de kabul edilen bir durum değildir.
Geldiğimiz noktada biraz da pratiğe inersek benim kişisel gözlemlerim şu yönde: Önce bir oyuna gelerek yeşil kuşak projesi çerçevesinde istihdam edilmiş olabilirsiniz. Ancak yaşanan gelişmeler, bizim için asıl tehlikenin Rusya ve takipçisi komünist ülkeler olmadığını, tam aksine bizim için asıl tehlikenin Batı bloku olduğunu göstermiştir. Özellikle son işgaller ve katliamlar bunun böyle olduğunu doğrulamaktadır.
Teolojik olarak şöyle bir şey de var: Belki bir karartma operasyonu olarak Siyonizm’in üzerinde çok fazla gidildi. Aslında tarihi olarak bakıldığı zaman bizim –Filistin meselesi hariç- Yahudilerle hemen hemen hiçbir kapışmamız olmadı. Ancak İslam ümmetinin bedeninin esas düşmanı Siyonizm’den çok Katoliklik olmuştur. Özellikle haçlı seferlerine dikkat ederseniz yüzyıllar süren haçlı seferleri tamamen Katolik dünyanın –Ortodoks Hristiyanların değil- ürünüdür. Ve bugün de gerek Said Nursi’nin kutsadığı gerekse Necip Fazıl’ın ve diğerlerinin bir zaman Ehli Kitapla işbirliği yapmalıyız dedikleri kesimlere bakıldığında bugün işgallere kalkışanlar Evanjelistlerdir. Ayrıca Avrupa’da büyük ölçüde İslam dünyasını diğer kesimlerini istila etmek için faaliyetlerde bulunanlar Ortodoks Hristiyanlar değillerdir. Dolayısıyla burada İsrail’i ve Siyonizm’i bu kadar güçlü bir biçimde gündemde tutarak İsrail’in de arkasında onu besleyen tehdit odağı gözden kaçırılmaya çalışılıyor gibi bir soru gündeme gelmektedir.
Öte taraftan bir diğer tehdit de küreselleşme olgusudur. Küreselleşme kavramının masum bir kavram olmadığını aslında piyasada yazılan çizilenlere baktığımızda küreselleşmeden kastın kapitalizmin ve sermayenin yayılması anlamında geldiğini tespit edebiliriz. Kapitalizmi küreselleşmesinden bahsedebildiğim halde aynı şeyi emeğin yaygınlaşması anlamında söylemek mümkün değil. Dolayısıyla emekçi sınıfların, çalışanların küreselleşme sayesinde daha iyi bir konuma geldiğini de göremiyoruz.
Kapitalizmin küreselleşmesi çok uluslu şirketlerin oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Bu şirketlerin küreselleşme sayesinde ucuz emeğe ulaştığını ve maliyetleri düşürerek daha yüksek karlara ulaştığını söylemek mümkündür. Gelinen noktada hem memleketimiz hem de İslam dünyası bölgesel ve küresel ölçekte büyük tehdit altındadır. Küresel ölçekte yaşanan zulümler ve katliamlar bize daha önceden anlatılan Ehli Kitabın ehveni şer olduğu söylemini yanlışlar niteliktedir. Garaudy Batı’nın son 50 yılda işlediği katliamları gezegen ve insanlık aleyhine işlediği suçları kitaplarında uzun uzun anlatmaktadır.
Tabi bu arada bizim dikkatimizden kaçan bir bölge de Doğu’dur. Ben de bu konulara son 10 yılda biraz daha yoğunlaşınca bazı şeyler öğreniyorum. Medeniyetlerin de kendilerine mahsus bir genetiği var. Mesela tarihteki örnekler üzerinde düşündüğümüzde Avrupa Medeniyeti yayılmacı bir medeniyet iken mesela Çin’in tarih boyunca yayılmacı bir anlayışının olmadığını görüyoruz. Çin de bugün Afrika’nın birçok ülkesine ekonomik olarak girmeye çalışıyor, Rusya ile ittifak ederek Amerika’ya karşı güç birliği oluşturuyor ama en azından Avrupa’nın ve Amerika’nın yaptığı gibi işgalci bir politikasının olmadığını görüyoruz. Tabi ben Çin tarihini çok iyi bilmiyorum ama bunlar bizim için önemli tespitler. Sonuç itibariyle iki önemli tehdit İslam dünyasını ilgilendiriyor. Bu tehditler karşısından konum belirlemek önemlidir. Birincisi İslam dünyası siyasi ve askeri olarak işgal altındadır. Bu işgal ve tehdidi gerçekleştirenler büyük ölçüde piyasa ekonomisini savunan ve kapitalist diyebildiğimiz sanayileşmiş ülkelerdir. İkinci tehdit ise bu işgalci ülkeler hayat tarzlarını da İMF gibi kuruluşlar yahut Hollywood gibi sektörler aracılığıyla siyasi ve askeri manada işgal altında tuttukları ülkelere empoze etmeye çalışmaktadırlar. Bu kültürel işgal, medya, internet ve reklam aracılıyla gerçekleşmektedir.
Bu denklemde ülkemizin konumu nedir? Biliyorsunuz Özal’dan itibaren dünyaya açılmaya başlayan Türkiye, Erbakan Hoca zamanında İslam dünyasına yönelik bazı girişimler oldu. Ondan sonra gelen Hükumetin ortaya koyduğu perspektifi şöylece özetlemek mümkün. Bu hükumet diyor ki, ABD ve Batı ülkeleri İslam coğrafyasını yakıp yıkmaktadır. Fakat askeri olarak bunlarla mücadele etmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla biz bunlarla kapışacağımıza bunlarla oturup uzlaşalım, yangından ne kurtarabilirsek kardı. Bu arada Nur Cemaati de diyalog politikası çerçevesinde bu Ehli Kitabı imana getirelim ve böylece kalplerini kazanalım gibi bir yol izledi. Tabi bu cemaat bu politikaya o kadar inanmış olmalı ki Amerika’da 3 kişiden birinin Risale okuyup iman ettiğini söyleyecek kadar şehir efsaneleri üretmişlerdir. Bu politikalarla birlikte işgali Batı ile işbirliği sürdürülmeye çalışılıyor. Daha önceden komünizm, dinsizlik aleyhtarı propaganda ile pekiştirilen bu işbirliği bu defa Batı ile mücadele edecek gücümüz yok, bunlara karşı direnirsek yok oluruz korkusuyla yapılmaktadır. Mesela Dışişleri Bakanımız “Amerika ile çıkarlarımız örtüşüyor “ cümlesini belki bin defa kurmuştur. İslam dünyasını yok eden yıkan Amerika ile çıkarlarınız nasıl örtüştüğünü aslında kendisine sormak gerekir. Burada örtüşme falan yok aslında. Küresel güce eklemlenen ve onun bölgedeki taşeronluğunu yapan bir siyasi yapı mevcut. Bunun uzantısı olan sivil toplum örgütleri var ayrıca. Vahim olan ise neredeyse bütün İslami cemaatlerin, kuruluşların, yapıların çok azı hariç küreselleşmenin sözcüsü ve Türkiye’deki temsilcisi olan İktidar ile bir yumak halinde olmaları ve bu uzlaşmacı düşünceyi yaygınlaştırmalarıdır.
Bence bu noktada yapılması gereken şey siyasal olarak bu politikaların sorgulaması yapmak kadar bu meselenin teolojik zemininin de tartışmaya açılması gerekmektedir. Gerçekte bir insanın dine inandığını söylemesi yeterli mi? Mesela Amerika’nın dindar olması, orada kiliselerin çok yaygın olması İslam dünyası için çok anlamlı mıdır? Bu noktada biraz ‘din’ kelimesinin üzerinde durmakta yarar var.
Din, konusunda Aliya İzzetbegoviç’in güzel bir yaklaşımı vardır. Aliya din konusunda ‘religion’ ile ‘islam’ ı birbirinden ayırır. Metafizik alana geçen, maddeyi aşan her türlü mülahaza ‘religion’ kapsamında değerlendirilir. Bu noktada Hristiyanlık ve diğer deist görüşler religion olarak ele alınabilir. Şimdi Kur’an’ın insanlığa sunmak istediği mesaj açısından gerçekten Allaha ‘inananlar’ bize Allah’a ‘inanmayanlardan’ daha yakındır denebilir mi? Bu noktada bir başka kavramsallaştırma çok daha açıklayıcı ve aydınlatıcı gelmektedir bana. Bu da rahmetli Şeriati’nin kullandığı ‘dine karşı din’ kavramsallaştırmasıdır.
Şeriati bize bu kavramsallaştırmasıyla tarih boyunca hiçbir zaman din ile dinsizliğin savaşmadığını söyler. Allah’ın indirdiği din ile o dinden türetilen ve insanların çıkarlarını korumak maksatlı üretmiş oldukları bir başka ‘din’in savaştığını vurgular. Mesela Hz. İsa Efendimiz Yahudilikle savaşmamıştır. Mabedi ticarethaneye çeviren ve bir din adamları sınıfı yaratan bir sömürü düzenine karşı savaş açmıştır Hz.İsa. Dolayasıyla bir insanın ahirete inanıyor olduğunu ‘söylemesi’, namaz kılması, çan çalması, kiliseye havraya gitmesi yeterli midir? Şeriati’nin ‘karşı din’ kavramsallaştırması son derece aydınlatıcıdır. Şu anda İslam dünyası açısından en tehlikeli gelişme karşı din dediğimiz din ve onun türevleridir. Bu dinler memleketimizde de Batı âleminde de mevcuttur. Evanjelistler, Vatikan gibi yapılar bu karşı din içerisinde değerlendirilebilir. Vatikan ayrıca incelenmesi gereken bir yapıdır. Bir derin yapı olan Vatikan yeryüzündeki birçok siyasi entrikanın, cinayetin müsebbibi eli kanlı bir örgüttür. Siyasi ve finansal olarak dünyadaki birçok devleti de etkilemektedir.
Şimdi bu noktada biz nasıl bir perspektiften hareket edeceğiz? Bu insanların dindar olmaları, Allah bir demeleri yeterli mi? Gerçek din sadece Allah’a inanmak olsaydı, eylemden bağımsız bir iman olsaydı o zaman Müşriklerin Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar etmeleri onlar için de yeterli olurdu. Müşrikler bütün kâinatı yaratan bir ilah olarak Allah’a inanıyorlardı fakat putlara Allah nezdinde şefaat ediciler olarak görüyorlardı. Zaten bu nedenle onlara Müşrik denilmektedir. Kur’an da Mekke müşriklerinin ateist olmadığını vurgular ama onlara savaş açmayı öğütler.
Semavi dinler olsun, diğer dinler olsun -hikmet de diyebileceğimiz- bütün dinler de bulunan ortak bir adalet kaygısı vardır. Sadece semavi dinleri bile esas alsak 10 emirin ortaklaştığını bulabiliriz. Bunun aynısı Hristiyanlık için de geçerli. Nihayetin Hz. İsa Yahudiliği hatırlatmak ister. İslam’da da bu 10 emir aynen vardır. Örneğin Allah’a ortak koşmamak tüm dinlerde de var. İkinci örnek ‘öldürmeyeceksin’ emri. Ama buradaki sorun öldürmek sadece bireysel eylem olarak algılanıyor. Nagazaki’de, Hiroşima’da bir atom bombası atılıyor, binlerce insan öldürülüyor. Artık küresel ölçekli katliamların yaşandığı bir çağdayız. O halde bireysel cinayetlerden önce küresel katliamlarla mücadele etmeliyiz. Ancak İslam dünyasına baktığımızda küresel mücadeleyi önemseyen, 10 emri bu çerçevede okuyan bir hareket yok. 1,5 milyon Irak’ta öldürülen Müslümanı merkeze alan bir teolojiye ihtiyaç var. Çalmayacaksın dendiğinde Diyarbakır’da, Urfa’da hırsızlık yapan çocuğu değil, vergileri çalan hortumcuları öne çıkarmalıyız. Şimdi bu süreci din adına yapan, kat trilyonları rant yaratarak çalanlar var. Düne kadar faiz haram iken, bugün katılım payı adı altında faiz yiyen bankalar var. Eskiden sigorta caiz değildi mesela. Ama şimdi hepsinin sigorta şirketi var. Yani 70’li yıllarda İslamcılar solculara, kapitalizme ne kadar yürüttükleri eleştiri varsa hepsini yapar hale geldiler. Kendi düşmanına benzemek örneğine uygun oldu. Pek çok STK’sı var Müslümanların Türkiye’de ama bir tane “sömürüyle mücadele”, “haksız kazançla mücadele” derneğimiz yok.
Bunların dışında dinin bütün emirleri küresel ölçekte yorumlanmak ve küresel ölçekte harekete geçilmesi gerekmektedir. Bugün 1,5 milyar İslam dünyası Japonya kadar üretemezken küresel ölçekte bu mücadeleyi vermesini beklemek zor. Kendisine hayrı olmayan Müslümanların bu çerçevede harekete geçmesi beklenemese de geri durmamak gerekir. Örgütlü küçük grupların, örgütsüzlere yön vermesi için yeni bir eylem planı yapılmalıdır. Bu yeni eylem planına teolojik bir zemin üretilmelidir. Müslüman ancak Müslümanla iş yapılabilir gibi bir kabul var. Ancak şu an İslam dünyası, etnik, dinsel ve mezhepsel olarak birbirini yemektedir. Müslümanlar bu ayrılıkçılığı dindirmek yerine bunu şevkle ateşlemektedir. Özellikle son günlerde çatışmanın taraflarından biri olan cemaat gâvurlardan daha beter Şii düşmanlığı yapmaktadır.
Oysa İslami ilkelere ters düşmemek kaydıyla ateistler dâhil tüm insanlarla ortaklaşabilmek gerekir. Bir insanın erdemli olması onunla yan yana gelmeyeceğimiz anlamına gelmez. Kur’an bize Allah’ın dinine karşı inatla savaşmayanlarla yan yana gelebileceğimizi söyler. Hâlbuki biz İslam medeniyetinin oluşmasında katkıda bulunan Mısır Kıptileri, Süryanileri, Zerdüştileri ve Yemen, Mağrib Yahudilerini dışladık, yok etmeye çalıştık. Kategorik olarak Hristiyan’ı attık ama Edward Said’in Hristiyan olduğunu unuttuk. Hala Amin Maouluf’un Hristiyan olduğunu çoğumuz bilmez. Hılfül Füdul bizim için teorik bir çerçeve oluşturabilir. Diğer bir söylem olarak İslam kardeşliğini bir kenara bırakıp Hristiyan ve Yahudileri de kapsayan İslam Medeniyetini dile getirmeliyiz. Sosyalistlerin de içine dâhil edilebilecek bir İslam kimliği inşa edilebilir. Son onlu yıllarda Mısır ve Beyrut’ta bu perspektifin güçlendiğini görebiliriz. Bu toplantılarda Müslüman zannettiğim kimselerin Yunan Hristiyan olduğunu gördüm. Örneğin Gazze’de kullanılan fosfor bombalarını deşifre edenlerin Yunan olduğunu gördüm. Mısır’da düzenlenen Kahire Konferanslarına ve Beyrut’ta toplanan Mukavemet toplantılarına bakmalıyız. Benzer gelişmeler Yemen’de de var.
Müslümanların görevi olan kozmik hilafet, kozmik şehadete dikkat çekmeliyiz. Yeryüzünde olan biten her şeyin bizim sorumluluğumuzda olduğuna işaret eder. Din bir takım formülasyonlardan ibaret değildir. Bu anlamda İslam dünyasının Müslümanlığı sorgulanacağı gibi, adı Müslüman olmayan ama daha hassas kişiler olduğunu görüyoruz. Müslümanlık bir etiket olmaktan çıkarılmalıdır. Türkiye’de de oynanan iktidar-muhalif ikileminden kurtularak daha bağımsız, farklılıkları buluşturabilen bir erdemliler ittifakı kurmalıyız. 10 emrin etrafında buluşabiliriz. Her türlü işgal, işkence, katliam, açlık, hırsızlığa, emek sömürüsüne karşı birleşmeli, bunları deşifre etmeli, bu eylemleri yapanların kimliğine bakmaksızın bunlarla mücadele etmeliyiz. Müslümanlar olarak Müslüman kardeşlerimizle mücadele etmek zorunda kalabiliriz. Kimliğe değil İslami ilkelerle, değerlerle kurduğu ilişkiye bakmalıyız. Bu değerlere inanan insanlara Müslüman olmasa da sırt sırta mücadele edebilmeliyiz. Bu bir ahlak koalisyonu da olabilir.
Yeni bir ayrışmaya ihtiyaç var. Bu ayrışma dahil olduğumuz oyunu bozar. Kur’an’da inanların kiminle nasıl işbirliği yapılacağı anlatılıyor. Kur’an’ın değerlerini yakın bulan herkesle işbirliği yapılabilir. Burada üçüncü ve tehlikeli bir grup var; münafıklar. Münafıklar dindar olduğu zannedilen ama dinden uzak olan kimselerdir. Bu münafıklara karşı mücadele etmeliyiz. Bizler şu an marjinal gruplar olarak görülsek de bir araya gelerek bu sesi güçlendirmeliyiz. Bu sese teolojik bir zemin üretmeliyiz. Arap ülkelerinde buna diriliş teolojisi deniyor. Bu yönlü eserler var. Ben bunlardan birkaç örnek getirdim. İnşallah tercüme edebilirim. Latinlerde buna kurtuluş teolojisi deniyor. Merkezinde dünyayı yok oluşa sürükleyen batı tipi kalkınma modeline eleştiriyi bulunduran bir muhalefete ihtiyaç var. Kapitalizm, tüketim toplumu, gösteriş toplumu gibi kavramlar küfrün bir başka biçimi olarak gösterilmelidir. Ana-babadan alınan kültürel Müslümanlık İslamlaştırılmalıdır. Aliya da İslam deklerasyonunda buna değinmektedir.
Ben uzun zamandır bu çalışmaların içindeyim. Mazlum-Der de bunun bir örneğini sergiledi. İnanıyorum ki Emek ve Adalet Platformu da vicdanını kaybetmemiş herkese kapısını açarak güzel bir örnek olacaktır. Ahlaklı insanlarla iş yapmak üzere yola çıkmalıyız. Bir kişiyle yollarımızı dinsiz olduğu için değil ahlaksız olduğu için ayırmalıyız. Bu yolda önümüzdeki en büyük engel kurumsallaşmış statükonun dindarları olacaktır. Ancak sessiz çoğunluklarla, sivil toplumla hukuki zeminde buluşarak bu engeller aşılır ve hükümetleri sallayacak eylemler yapılabilir. Bu grup içerisinde önemli akademisyenleri hukukçular yetişebilir. Geçmişte fazilet mücadelesi veren tüm erdemli insanlar gibi bu çekirdek kadro, sizin gibi seçkin ruhlarda da bu potansiyel vardır. Önümüzdeki yıllarda bu ruhun İslam dünyasında diğer çabalarla birleşmesi niyazı ve duasıyla, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Öncelikle bu seminerleri düzenleyen arkadaşlardan Allah razı olsun. Hocayı epey bir zamandır takip edemiyorduk, bu sohbet önemli ve güzel olmuş. Benim burada özellikle üzerinde durmak istediğim mesele Hılful fudul yani erdemliler ittifakı, hoca ayrıca değinmiş, Kurtuluş teolojisi konusuna ama öteden beri İslamcıların kafasının bir yanında olan bu Kurtuluş teolojisi konusu Latin Amerika Katoliklerinin ortaya çıkardığı bir deneyim. Bana göre çok önemli olan bu konu aslında İslam dünyası üzerine pek oturmadı, bununla ilgili çok şey yazıldı edildi ama hep çok eklektik kaldı. Fakat Erdemliler ittifakı üzerine çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu bizim tarihimiz içinde var olan son derece organik bir şekilde ele alabileceğimiz bir konu, hele ki içinde bulunduğumuz fetret döneminde böyle bir koalisyon ülkemiz içinde, insanlık içinde çok önemli diye düşünüyorum. Bu konu ile ilgili çok önemli çalışmalar yapılabilir.