Fırat Mollaer: Tekno-Muhafazakâr Holdingler Kıyamet Alameti
Fırat Mollaer, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi SBF’nde Öğretim Görevlisidir. Nurettin Topçu düşüncesi ve muhafazakârlık üzerine çalışmaları bulunmaktadır. Ankara Emek ve Adalet Platformu olarak 16 Mayıs Cuma günü kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşiden notları ilginize sunuyoruz.
TEKNO-MUHAFAZAKAR HOLDİNGLER KIYAMETİN ALAMETLERİNDENDİR
“Şimdi önce muhafazakarlık gibi bir konuya neden ilgi duyup bu konuda bazı kitaplar yazdığıma cevap vererek başlayayım. Aktüel bir yanı var bu konunun bildiğiniz gibi. Esasen bu konuya iyi-kötü, günahkar bir Müslüman olarak “acaba Müslümanlık muhafazakarlığı emrediyor mu? Müslümanlığın dolaysız doğrudan sonucu muhafazakarlık mıdır?” gibi sorularla başladım ben. Elbette bunun böyle olmadığına dair bir varsayımım vardı. Yani hiçbir araştırma boşlukta başlamıyor, hep bir varsayımınız olur ve o varsayımla işe girişirsiniz ve onu doğrulamaya çalışırsınız. Benim doğrulamaya çalıştığım varsayımsa, çok yüzeysel ifade edecek olursam “Müslümanlık=muhafazakarlık” tezinin yanlışlanmasıdır, diyebilirim.
“Başlık olarak “tekno-muhafazakârlığın alametleri”ni belirledik. “Alamet” kelimesinin çağrışım dünyası zengin. Kıyamet alametleri gibi biraz konuya bakışımı da anlatan bir çağrışımı var. Devrimci bir imamın çıkıp “tekno-muhafazakar holdingler kıyametin alametlerindendir” diyerek halka seslendiğini düşünün.
MUHAFAZAKÂRLIK NEDİR?
Muhafazakârlığın birçok türü var; yani muhafazakârlık bir tutum olabilir, bir politika olabilir, bir ideoloji olabilir. Biz daha çok tekno-muhafazakârlık derken bir ideoloji olarak muhafazakârlığı çözümlemeye çalışıyoruz ve diğer tanımlarından ayırıyoruz .İlk önce bir tanım meselesiyle başlayalım; çünkü bu zahmetli bir konudur. Yeni her muhafazakârlık araştırmasının ilk başta ele alarak baş etmesi gereken konudur. Çünkü muhafazakârlığa modernliğin ötekisi olarak o kadar fazla anlam yüklenmiş ki, anlam dünyası artık çok menfi ve artık kavram neredeyse içe çökecek durumda, çok fazla anlam yüklenmiş bir çok şeyin göstergesi haline gelmiş durumda. Bunların bir bölümü de menfi göstergelerdir. Dolayısıyla biz tekno-muhafazakârlık diye bir kavram öne sürmeden önce tanım sorununa bir bakmamız gerekir.
Bir ara ben şunu düşünmüştüm; muhafazakârlığa benzer terimleri toplasak acaba nasıl bir tablo elde ederiz. Aşağı yukarı bir sınıflandırma yapmayı denedim mesela;
POLİTİK-KÜLTÜREL MİNVALDEN MUHAFAZAKARLIK
Muhafazakarlığa bu minvalden baktığımızda muhafazakarlıkla benzer şu kavram ya da terimlerle karşılaşıyoruz. Reaksiyonellik, tutuculuk, gericilik, cemaatçilik, Doğuculuk.
Bu kavramların her biri başka bir şeyi açıklıyor ama çağrışım dünyası içinde muhafazakârlık var. Mesela; reaksiyonellik dediğimiz zaman daha teknik bir kullanımdan bahsediyoruz. Bir tepki olarak muhafazakârlık veya tutuculuk dediğimizde belki İngilizce kavramın orijinalindeki conservatism yani tutmak anlamına atıf yapıyoruz. Gericilik dediğimiz zaman ise bizde çoğunlukla belirli bir siyasal kesimin kullandığı muhafazakârlığı gericiliğe indirgeyen tutumdan bahsediyoruz ve bu aslında tekno-muhafazakârlık kavramının anlaşılmamasının en büyük nedenlerinden biridir. Çünkü Tanzimat kadar geriye götürülebilecek bir ilerici-gerici, muhafazakar-yenilikçi diyalektiğe oturur ki benim tam da elimin tersiyle bir kenara ittiğim, ‘muhafazakarlığa böyle bakmamalıyız’ dediğim bereketsiz bir diyalektiktir. Yani bunun siyaseten geldiği nokta AKP-CHP ikilemidir. Tanzimat’tan itibaren geriye götürebileceğimiz noktada Kadim-Cedit ikilemidir. Bu ikilemden politik dünyaya bakarsak muhafazakârlığı anlayamayız.
TEOLOJİK MİNVALDEN MUHAFAZAKARLIK
Bu açıdan baktığımızda karşımıza ilk dindarlık çıkıyor. Yani dindar olan bir kişinin dünyaya bakışı ve konumu gereğince muhafazakar olduğu yönünde bir varsayım var ve bu topraklarda ne yazık ki, dindar böyle olmak zorunda olmadığı halde neredeyse kanun gibi yerleşmiş durumdadır. Mesela muhafazakârlık öte dünyacılıkla ilişkilendirilebilinir, bunu bir anti-seküler olma durumu diye tanımlayabiliriz. Max Weber’in asketik dünya görüşü dediğimiz tarzda. İslamcılığın kökenlerinde tam da anti-muhafazakâr bir tavır varken bizde genelde İslamcı akım muhafazakârlığa indirgenerek ele alınır.
SOSYOLOJİK MİNVALDEN MUHAFAZAKARLIK
Muhafazakarlığın yeşerdiği sosyolojik zemin, geleneksellik ya da geleneksel toplumdur, diye bir önkabul yapalım, mesela bir mahalle. Geleneksellik, geleneksel toplum,mahalle kavramından yola çıkarak fiilen var olan muhafazakârlığı açıklayabilir miyiz, çok zor görünüyor değil mi?
FİİLİ MUHAFAZAKARLIK MAHALLE KURUMUNU SÜREKLİ AŞINDIRIYOR
Şu an fiilen var olan muhafazakârlık, yani tekno-muhafazakârlık kapitalizmle eklemlenmiş durumda. Holding, AVM, gökdelen yapmak, aslında mahallenin yapısını sürekli aşındırmakla meşgul. Demek ki, biz muhafazakarlığa geleneksellik yada geleneksel toplum minvalinden baktığımızda fiilen var olan muhafazakarlığı açıklayamıyoruz.
Fiilen var olan muhafazakarlık terimini özellikle kullanıyorum çünkü daha önceki muhafazakarlığa yüklenmiş anlamlar muhafazakarlığı çok soyutluyor, fiilen var olan biçimlerini görmezden gelmemize neden oluyor. Mesela kapitalizm konusundaki çözümlemelerde -gerek Marx’ta gerek Weber’de- soyut bir kapitalizmle karşılaşırız; ilericidir, geleneksel toplumu aşıp bir burjuva toplumu oluşturur ve evrenselcidir. Fakat Wallerstein ve daha sonra gelen bağımlılık ekolü teorisyenleri bir ‘tarihsel kapitalizm’ terimi öneriyorlar bize. Buradaki kasıt şu; Kapitalizmi soyutlamayalım, tarihsel olarak girdiği toplumsal ilişki biçimlerince tanımlayalım. Samir Amin, mesela tarihsel kapitalizme muadil olabilecek bir kavram öneriyor; “Fiilen var olan kapitalizm” diyor. Neden? Çünkü, kapitalizm Üçüncü Dünya’ya gittiğinde Manchester’daki kapitalizm gibi kalmıyor. Feodal engelleri yıkıp aşmıyor, hatta tam tersine “gerici” unsurlarla ittifaklara giriyor. Tam da bu minvalde mesela Yves Lacoste buna ‘piç kapitalizm’ diyor. Yani bu kapitalizmin nesebi belirsizdir, bir özü yoktur anlamında.
Bir tarihsel durağanlık atfedilir; Muhafazakarlar ilerici, ilerlemeci değillerdir, topluma lineer bakmazlar vesaire. Ekonomi-politikte veya bağımlılık ekolünde kullanılan terimleri yardıma çağıralım; azgelişmişlik, kırsallık ya da Ferdinand Tönnies’in Alman sosyolojisinde kullandığı “gemeinschaft”(cemaat). Elbette bu bizdeki cemaatleri değil para ilişkilerinin olmadığı, ticari ilişkilerinin gelişmediği hatta toplumsal ilişkilerin yüz yüze geliştiği bir toplum biçimi olan cemaati kasteder.
Mevzubahis kavramların hepsi sorunlu. Neredeyse 12-13 tane kavram ya da terim saydım. Hepsi de muhafazakârlığın anlam yükünü devralmaya çalışan fakat taşıyamayan kavramlardır.
Diğer sorun ise, muhafazakârlığın her türlü zeminde bulunan ideolojik olarak nesneleştirmesi güç bir tutum olduğunu iddia eden bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre muhafazakarlık bir ideoloji değildir, bir tutumdur. Mesela belli bir olay karşısında sınıflandırabileceğimiz yenilikçi ve muhafazakâr tutumlar vardır. Şimdi böyle baktığımızda Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde Stalinistleri muhafazakâr tarafta, Troçkistleri yenilikçi tarafta sınıflandırabiliriz. Bu sınıflandırmadan da hiçbir şey çıkmaz. Yani muhafazakarlığı gösterge olarak kullanmak bakımından söz konusu terimlerin de, muhafazakarlığı tutum olarak ele almanın da sakıncası var. Hatta bunu akılda kalıcı olsun diye şöyle açıklıyorum; Bu harcıalem yaklaşıma göre, yani muhafazakarlığı bir ideoloji değil de tutum olarak ele alan yaklaşıma göre, muhafazakarlık örneğin toprak burçlarında karşılaşılabilinecek bir tutumdur. Burçolojiye çok merak salmış kişiler der ki; ‘toprak burçları yerleşik değerlere daha yakın olurlar, ateş burçları daha ilericidirler.’ O zaman toprak burçları muhafazakâr, ateş burçları ilericidir. Buradan aktüaliteyi, politik dünyayı anlamak için siyasal, ideolojik bir veri elde edemeyiz.
MUHAFAZAKARLAR NEOLİBERAL SÖYLEMİ SAHİPLENDİLER
1980 sonrasında muhafazakârlık gerek Anglo-Amerikan dünyada -ki biz de o dünyaya adapte olmuşuzdur- gerek bizim dünyamızda yükselen bir kavram olmuş. Turgut Özal’la başlayıp şu an geldiğimiz nokta da belli. Buradaki muhafazakârlar aslında hiç de toprak burçlarındaki gibi yerleşik değerlere riayet eden insanlar değillerdi, hatta kendilerini devrimci olarak tanımlıyorlardı. Çünkü Anglo-Amerikan dünyada kendilerinden önce bir ‘refah devleti’ dönemi vardı, bize tercüme edecek olursak ‘ithal ikameci’ dönem vardı. İthal ikameci dönemi yadsıyan, ona karşıt politikalar geliştiren bir neoliberal söylem çıktı. Dolayısıyla muhafazakarlar hiç de yerleşik değerleri korumadılar. Demek ki muhafazakârlığa bir tutum olarak bakmamamız gerekiyor.
Üçüncü mahsurlu noktaya geçeyim, ki böylece muhafazakârlığın ne olduğu meselesine yavaş yavaş gelmiş olacağız. Birinci noktayı açıklarken bazı terimlerle ayrıştırılması gerekliliğini ifade ettik, ikinci noktada ise muhafazakarlığı bir tutum olarak kabul eden yaklaşımın eleştirisini yaptık.
MUHAFAZAKARLIĞI ANTİ-MODERNLİĞE EŞİTLEYEREK 150 SENE İDARE ETTİK
“Muhafazakârlık eşittir anti-modernlik” gibi bir kategoriyle herhalde bir yüzelli sene kadar idare ettik. Türkiye’nin yakın tarihinde çok ciddi bir toplumsal karşılığı vardır bu tezin; yani muhafazakârlığı anti-modern bir kategori, ideoloji, siyaset, tutum olarak sınıflandıran bu söylemin. İki örnekle açıklayacağım. Bunu Cemil Meriç şöyle tanımlıyor; “Dante, Balzac ve Dostoyevski gibi büyük yazarlar, ya yaşadıkları çağı sevmezler ya eski düzenin kurumlarının gölgesinde yazarlar ya da maziye aşıktırlar. Bu ustalar için “gerici” diyemiyorsak şu hakikati kabul etmeliyiz; Düşünme hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar.” Cemil Meriç‘in buradaki karşı çıkışında maziyle ilgilenmeyi ya da bu gün muhafazakar olarak sınıflandırabileceğimiz bir takım tutumları -mesela Osmanlı tarihiyle bir ünsiyet kurmayı- gerici olarak yaftalayan bir ilericilik yaklaşımına yönelik bir itiraz vardır. Burada Cemil Meriç’in “gerici” derken muhafazakarlığı kastettiğini düşünelim.
İkinci olarak, Cemil Meriç’le aynı yıllarda benzer bir itirazı ileri süren, fakat bu konuda daha radikal ya da cüretkar diyebileceğimiz bir çıkış yapan İdris Küçükömer “Düzenin Yabancılaşması” adlı, Türkiye’de siyasetin yerleştiği paradigmaları sarsan, bir paradigma değişimi öne süren bir kitap yazdı. Bu kitapta biraz da Cemil Meriç ile paralel olarak şunları söylüyordu İdris Küçükömer; “Türkiye’de muhafazakâr, gerici ve sağ diye tanımlanan kısım ilericidir, solcudur; Tam aksine sol diye tanımlanan kesim sağcıdır. Yani ters yüz etti kavramlarımızı. Ve bunu şöyle açıklıyor İdris Küçükömer; ”Bir Marksist olarak üretim araçlarına bakıyorum; Türkiye’de üretim araçlarını geliştirenler Prens Sabahattin’den Terakkiperver’e, Terakkiperver’den Demokrat Parti’ye giden ve Türkiye’de liberal muhafazakâr sağ diye anılan kesimdir. Dolayısıyla Marksist bir zaviyeden baktığımızda toplumu okuma açısından asıl kategorimiz üretim araçlarının gelişimidir. Bu minvalden baktığımızda Türkiye’de sağcı olarak tanımlananlar solcudur. Öte yandan sol Türkiye’de her zaman bürokrat kesim olmuştur. Bürokrasinin de üretim dışı bir kategori olarak üretimle ilgisi yoktur, bu sebeple üretim güçlerinin geliştirilmesi yönünde bir engeldir ve bu yüzden sağcıdır.”
MERİÇ VE KÜÇÜKÖMER’İN TAHLİLLERİ FİİLİ MUHAFAZAKARLIĞI AÇIKLAYAMAZ
Uzunca bir dönem Türkiye’de sağ ve solun yerleştiği zeminler çok kültürel zeminlerdi. Yani Müslüman olmak sağcı olmanın, muhafazakâr olmanın tam karşılığı görünürken İdris Küçükömer’in bu cüretkâr çıkışının bize bir gerçekliği açıklama noktasında fayda sağladığını kabul ediyorum fakat bugün geldiğimiz düzeyde ne Cemil Meriç’in, ne İdris Küçükömer’in fiilen var olan muhafazakârlığı açıklayabildiğini düşünmüyorum. Bu yüzden Tekno-muhafazakârlık diye bir kavramı öne sürdüm.
Bugün muhafazakârlığı layıkıyla analiz etmek işi, bu ikilinin sunduğu paradigmatik çerçevede başarılamaz. Mesela, bu gün muhafazakârları üretim güçlerini geliştiren sol güçler olarak sınıflandırabilir miyiz? Bana çok zor görünüyor. Yani, Küçükömer politik kültürümüzdeki yerleşik kalıpları kırar, ki o yerleşik kalıplar ekonomi-politik bir zeminde kurulmuş kategorilere dayanmıyordu, kültürelci kalıplardı ve kırılması çok radikal, anlamlı bir çıkış olmuştur fakat bugün pek işimize yaramıyor. Fakat onun işe yaradığını düşünen AKP ve AKP ideologları açıkçası Küçükömer’in kategorilerine atıf yapmaya devam ediyorlar. Aslında tam da bu minvalde yeniden sormak lazım; acaba yeniden düşünülebilir mi?
Bu noktada, belki Küçükömer’in cüretkar yaklaşımında ya da Meriç’in yaklaşımında olduğu gibi daha sosyolojik bir kategorinin yeniden düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela merkez-çevre kategorisi; Şerif Mardin’in 1971’de Daedalus’ta yazdığı bir makaleye göre Türkiye’de muhafazakarlar çevrede konumlandırılıyor. Eski kategorilerin ilerici, Kemalist, solcu tanımlamaları da merkezde konumlandırılıyor. Aslında fiilen var olan muhafazakârlığı açıklamak için merkez-çevre kategorisi de çok fazla işe yaramıyor.
Muhafazakârlık araştırması için bu terimin gündelik politik dile egemen olan kültürelci anlamlarını askıya alarak işe başlanmalıdır. Bir sürü soru önümüze çıkıyor;
Muhafazakârlık bir zihinsel tutum mudur? “Değil” dedik çünkü bu aktüaliteyi açıklamıyor. Muhafazakarlık evrensel bir fenomen midir? Mesela şöyle diyen muhafazakârlık araştırmaları var; “muhafazakârlığı tarihsel olarak ele almayalım, çünkü modern döneme özgü değildir. Bu Cicero’nun, Aristoteles’in felsefelerinde bulunacak bir ölçülülük tutumuna işaret eder ve muhafazakârlığı biraz antropolojikleştirir. Konuya böyle yaklaşırsak Hz. Adem’e kadar gidebiliriz. Kabil ile Habil’den biri muhafazakar, diğeri ilerici olur. Yani böyle kategorilerin genellikle muhafazakarlığın sosyal düzeydeki, politik dünyadaki etkilerini azımsamaya çalışan bir takım ideologlar tarafından öne sürüldüğünü düşünüyorum.
Muhafazakârlığın modernlikle ilişkisi nasıl tanımlanabilir? Diyelim ki, tarihsel olarak ele aldık, antropolojikleştirilmesini bir kenara bıraktık, tarihsel ve modern döneme özgü dedik. Bu sefer karşımıza başka bir problem, modernliğe karşı çıkışı örgütleyen genel bir şemsiye kavram çıkıyor.
Modernliğe yönelik her eleştiriyi muhafazakâr olarak değerlendirebilir miyiz? Bu da çok harcıâlem bir kullanım oluyor; mesela modernliğin ilk eleştirisini yapan Jean-Jacques Rousseau’un felsefesini, Alman romantiklerini, Walter Benjamin’i veya bir dizi modernlik eleştirisi geliştiren fakat muhafazakâr olmayan kimi felsefi akımları da muhafazakâr kategorisine indirgemek anlamına geliyor ve böyle de işin için içinden çıkamıyoruz. Gördüğümüz gibi çok ciddi metodolojik bir takım sorunlar var bu konuda. Görüldüğü gibi muhafazakârlık, modernlikten hoşnutsuzlukları örgütleyen bir potaya da indirgenemez. Muhafazakârlığı böyle bir potaya indirgememiz, radikal bir anti-modern kategori olarak öne sürülmesine yol açar.
MUHAFAZAKÂRLIK MODERNLİĞİN İKİ EKOLÜNDEN BİRİDİR
Şimdi muhafazakârlığın modernliğin iki ekolünden birine mensup olduğu konusuna girebiliriz. Muhafazakârlığı tanımlamak modernliği ya da modernleşmeyi yeniden tanımlamayı beraberinde getiriyor. Çünkü muhafazakârlık, modernliğin ötekisi olarak bir dizi menfi anlam ve göstergenin konusu yapılmıştır. Bu yüzden muhafazakârlığı doğru tanımlayabilmek için modernliğin yeniden tanımlanması gerekiyor.
Modernlik, aslında modernleşme ve modernizm gibi kavramlardan ayırt edilebilir. Konu modernliğe geldiğinde -modernleşme ve modernizmi bir kenara bırakalım- modernlik iki büyük ekole ayrılır; empirist ekol ve rasyonalist ekol .
Empiristler, fiilen var olan dünyaya daha yakın, deneyim yanlısı, aklın deneyime öncel ilkelerinden ziyade işe deneyimle başlamak gerektiğini öne süren bir ekoldür. Bu aslında bir bilgi felsefesi ekolüdür. Fakat ben bunları liberallik ve muhafazakarlığı açıklayıcı bir yanı olduğunu düşündüğümden iki paradigma olarak ele alıyorum
Rasyonalist ekol ya da paradigma ise Rene Descartes‘in Kartezyen rasyonalizmine kadar geriye götürülebilir. Bu paradigmaya göre, var olan toplumsal gerçeklikten başlamak yerine aklın önsel ilkelerinden başlamak gerekir. “Aklın önsel ilkeleri” ya da “Tabula rasa”; Yani toplumu boş bir levha olarak görmek, aklın deneyime öncel ilkelerine göre toplumu yeniden örgütlemek. Burada aslında bir kuruculuk, inşa edicilik ve kurucu rasyonalizm boyutu var.
Şimdi bu iki paradigma minvalinden baktığımızda muhafazakarlık empirist paradigmaya çok daha yakın duruyor. Çünkü aklın önsel ilkeleri yerine toplumun var olan gerçekliğinden başlamak gibi bir yaklaşım sergiliyor.
QUINTON VE KİRK’E GÖRE MUHAFAZAKARLIK
Şimdi biri daha nötr, diğeri muhafazakarlığın içinden iki ‘muhafazakarlık’ tanımı ve bunlarla bağlantılı ilkeler öne süreceğim. Daha sonra da kendi tanımımı yapmaya çalışacağım. Anthony Quinton’un yaklaşımı daha akademik bir yaklaşım olarak görülebilir, nötrdür. Quinton diyor ki ; Birincisi, muhafazakârlığın temel ilkelerinden birisi organik toplum görüşüdür. İkincisi, rasyonel siyasi bilgiye karşı kuşkuculuk. Bu tanım bizi empirist paradigmaya götürebilecek bir tanımdır. Çünkü tam da rasyonel siyasi bilgiye karşı kuşkucu olduğu için empiristtir yada empirist olduğu için rasyonel siyasi bilgiye karşı kuşkucudur. Üçüncüsü; gelenektir. Yani organik toplum görüşü, rasyonel siyasi bilgiye karşı kuşkuculuk ve gelenek muhafazakârlığın kanonik ilkeleridir.
İkinci tanım muhafazakârlığın içinden yapılmış daha geniş bir tanımdır. En önemli Amerikan muhafazakârlarından Russell Kirk’e göre muhafazakarlık;
1-Aşkın bir düzen inancı yani var olan düzenin sadece bu dünyayla açıklanamaması durumu,
2-Dar bir rasyonalizm, (yani burada aklın önsel ilkeleri yerine daha makul diyebileceğimiz, deneyimle uzlaştırılabilir olan rasyonalizm. Muhafazakârlık bir anti-rasyonalizme yönelmiyor, aklı bütünüyle elinin tersiyle itmiyor, daraltıyor.
3-İnsan doğasının gizemliliği ve karmaşası. (BurAda biraz anti-rasyonalizme girer gibi oluyoruz. Çünkü bu ilkeye göre, insan doğası o kadar gizemli ve karmaşıktır ki hiçbir toplumsal planlama bu insan doğasını çözemeyeceği için başarıya ulaşamaz.)
4-Eşitçilik, tekbiçimci ya da uniformist sistemlere karşı bir tepki yada taarruz. (Mesela muhafazakârlığın her tarihsel döneminde sosyalizme, Kemalizm’e, Marksizm’e karşı çıkışının gerekçelerinden biri bu ilkedir.)
5-Toplumsal düzenin gerekliliği için sınıflı bir toplum yapısının zaruri olduğu. (Çok açık sözlü bir muhafazakârlık anlayışı. Daha ileri gidiyor; Özgürlük ve mülkiyetin yakından ilişkili olduğunu söylüyor. Çok radikal bir şey aslında; çünkü bizde hangi muhafazakâr özgürlük ve mülkiyeti teorileştirme girişiminde bulunmuştur ki?)
6-Gelenek ve önyargının erdemleri.
7-Toplumsal değişim yolunda aklın önsel ilkelerine, rasyonalist planlamaya başvurmak yerine bu değişimi bir tekabüle, bir evrime, toplumun iç değişim kültürüne dayandırmak fikri.
İDEOLOJİ ÖTESİ OLDUĞUNU İDDİA ETMEK BİZATİHİ İDEOLOJİKTİR
Derli toplu bir muhafazakâr ilkeler şeması sunduğumu sanıyorum. Bunu biraz tartışarak sözlerimi bitireyim ve kendi 5’li ilkemi öne süreyim;
1-Anti-ideolojik söylem. Bu söylem aslında Russell Kirk’ün “aşkın bir düzen inancı” ve Anthony Quinton’un “rasyonel siyasi bilgiye karşı kuşkuculuk” dediği şeyle biraz ilişkilidir. Yani muhafazakârlar her dönemde kendilerini bir ideoloji konumundan yalıtmaya çalışmışladır. Çünkü kendilerini ideoloji-ötesi, aşkın hakikatlerin dünyasında algılamaya ve öyle konumlandırmaya çalışmışlar. Aslında bunun bizatihi kendisi ideolojiktir. Çünkü tarihsel bir tutumu, ideoloji-ötesi bir dünyanın derin hakikati gibi öne sürdüğünüzde “siz çok gizlenmiş bir ideoloji yapıyorsunuz” denilemiyor.
“EŞKIYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLMAZ” DÜSTURU DA GELENEĞE DAHİLDİR
Bizdeki muhafazakârlar “muhafazakârlık ideoloji değildir, tarihseldir” derler ve şöyle tezler öne sürerler; “Muhafazakârlık gelenek ve tarihin bekçisi olmaktır. Medeniyetten gelen bir gelenek var ve –sanki- doğal bir şekilde akıyor, biz de onun doğal bir refleks gereğince bekçisiyiz” gibi bir tutum sergiliyorlar. Oysa gelenek böyle akmıyor, muhafazakârlar dahi geleneği seçiyorlar. Mesela Başbakanın Soma’daki yaklaşımına -en nötr tabirle yaklaşım diyorum- karşı çıkan daha sağduyulu müslüman arkadaşlarım var. Ancak kendi cemaatlerini de ürkütmemek, öte yandan da vicdanı korumak için bir formül buldular; Şeyh Edebali’nin sözlerini paylaşıyorlar, iktidara hala öğretecekler yani. Aynı yaklaşıma karşı ben de geleneği değerlendirme yanlısı bir insanım ama ben şu geleneğe başvuruyorum; “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”. İkimiz de gelenekten hareket ediyoruz. Fakat muhafazakar diyor ki; “Tek gelenek, büyük gelenek budur ve gelenek de doğal bir şeydir.” Oysa, gelenek insan toplumlarının doğal olmayan yolları icat etme biçimidir. Fakat gördüğümüz gibi, muhafazakarlıkta gelenek biraz doğallaşıyor.
2.İnsan aklının yetersizliği. Ben de yetersiz buluyorum ama bunu deyince muhafazakâr oluyor muyum? İnsan aklını ve akılcılığı eleştiren her türlü tutum muhafazakâr mıdır?
GELENEKTE MÜCADELE EDİLMESİ GEREKEN BERBAT ŞEYLER DE VARDIR
3.Gelenek, muhafazakârlar için tarihten süzülen bilgelik demektir. Sanki tarihin doğal bir süzgeci var, oradan süzülüyor. Oysa gelenekte çok berbat şeyler var, yani insanlar gelenekle mücadele ederek de geleneğe ekler kattılar sürekli; gelen-ek. Gelenek özel bir şey değildir, sürekli değişerek gelir. Eğer, biz bu gelenek tanımından yola çıkarsak II.Meşrutiyet İslamcılarının, ve hatta bugün de hala İslamcı kalabilenlerin muhafazakâr hegemonya karşısında muhalefetlerini açıklayamayız. Sınıflandırmak için baktığımızda bunların hepsi -ama iyi ama kötü- gelenekle problemi olan insanlardı; çünkü, dinin geleneğe indirgenmesine karşı cehtleri vardı. Bu cehtlerde değerli bir boyut vardı.
4.Makul olan versus akılcı olan.
5.Hiyerarşik düşünce biçimi. Kendime pay çıkarmak gibi olmasın ama benim hatırladığım kadarıyla, Türkiye’de uzun yıllar bu maddeyi vurgulayan ve muhafazakârlığın, kapitalizmin kurduğu yeni hiyerarşik düşünce biçimleriyle eklemlenmesini tartışan, öne süren bir tek Nuray Mert vardı, onun da bir makalesinde geçiyordu.
Soru-cevap kısmında biraz daha açacağımız mevzular olacaktır.
HER PATERNALİSTİK DÜŞÜNCE MUHAFAZAKARLIK ANLAMINA GELMEZ
Çok uygun bir örnek mi bilmiyorum ama sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla selfie fotoğraf çekiminin ilk çıktığı zamanlarda bazı İslami isimler bunun geleneğimize uygun olmadığına dair paylaşımlar yapmışlardı. Fakat Başbakan’ın Malezya Başbakanıyla çektirdiği selfieden sonra bu eleştiriler kesildi. Acaba muhafazakârlıktaki hiyerarşik düşünme biçimi böyle bir şey mi? Üstte bir baba portresi ve o baba ne derse onun kabul gördüğü bir ortam mı var?
Tam olarak öyle değil. Muhafazakârlığı öyle anlayamayız, bu biraz paternalistik bir şey. Mesela Kemal Tahir de ‘Devlet Ana’ derken de devletle yurttaşlar arasında paternalistik bir ilişki öngörüyordu. Senin dediğin otoriteye ilişkin bir soru. Her tür otoriter biçimi muhafazakârlığa ve hiyerarşik düşünceye indirgeyemeyemeyiz. Bu daha çok şöyle bir şey; Muhafazakârlığın babası sayılan düşünür Edmund Burke, Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’de şöyle söyler: “Eşitlik fikri, insanlığı kendini yok etmeye iten acımasız bir kandırmacadan başka ne olabilir.” Kemal Tahir o paternalistik otoriteyi savunurken de aslında hiyerarşik bir siyasal kuruluşu, inşayı savunuyor fakat bunun toplumsal, ekonomik ilişkiler düzlemine tahvil edilmesi konusunda çekinceleri var. Hatta tam da bu yüzden Devlet Ana’yı savunuyor. Mesela ona göre, Devlet Ana bir baba figürü olarak köylülerin yanında yer alır, piyasanın yol açtığı bir takım eşitsizlik faktörlerine müdahale ederek engeller. Dolayısıyla, hiyerarşik düşünce biçimi dediğimizde muhafazakârlık bunun çok özel bir biçimini temsil ediyor. Yani eşitlikçi toplumsal sistemlere karşılık toplumsal ekonomik ilişkilerde eşitlik olmayacağı fikri ya da onun başka bir versiyonu olan toplumun sınıflardan müteşekkil bir organizma olduğu fikri. Fakat her organizmacı ya da her paternalistik düşünce muhafazakârlık değildir; geleneğe her atıf yapan düşüncenin muhafazakârlık olmaması gibi. Mesela 20. yüzyıl Marksizminde benim çokça önemsediğim iki isim, Walter Benjamin ve Anthony Gramsci’nin geleneğe atıf yapıp Marksizm’in gelenekle ilişkisini teorik manada düzeltme çabaları vardır fakat geleneğe atıf yapma biçimleri muhafazakâr formasyondan çok farklıdır.
FARKLI MUHAFAZAKAR YAKLAŞIMLARI TARİHSEL AÇIDAN DEĞERLENDİRMEK GEREKİR
Edmund Burke’e atıf yaptınız da, Burke ile Ahmed Cevdet arasında bir paralellik kuruluyor ve onların farklı dünyaların ama aslında aynı düşünce dünyalarının temsilcisi oldukları söyleniyor. Bu bağlamda Ahmed Cevdet üzerinden veya bu paralellikten yola çıkarak teorinize bir katkı yaptınız mı? İkinci olarak da, kavramlar üzerine konuşurken Türkiye’deki sağcıların solculaştırıldığı, yani aslında toplum dinamizminin yer değiştirdiğini, kavramlar arasında bir becayiş olduğunu görüyoruz. Bu durumda sizin de kavramınızın bir ömrü olduğunu, eğer bu kavramlar da bir zaman sonra miadını tüketip başka bir şeye dönüştüyse tekno-muhafazakârlığın da ölümlü bir kavram olduğunu, bir zaman sonra sizin bahsettiğiniz muhafazakârlık tanımını tekno-muhafazakârlığın da yapamayacağını söyleyebilir miyiz?
Vallahi keşke tekno-muhafazakârlığın açıkladığı politik gerçeklik ortadan kalksa da kavram da ölse, hiç çekinmem bundan. Tabi ki, kavramlar böyledir, yani Deleuze’nin dediği gibi; “felsefe kavramlar icat etme sanatıdır”. Bir kavram üretiyoruz, belki bu kavram son 30 yılın politik ve sosyal gerçekliğine tekabül ediyor. O deneyimden çıkarılmış bir kavram, ki zaten biz de o ilişkiyi tartışıyoruz.
Felsefede kavramlar üzerinden düşünmeye karşı da bir ekol var. Yani kavramlar üzerinden düşünmenin hem zamansal anlamda hem de düşünsel anlamda sınırlayıcı olduğuna dair. Yani kavramları üretiyoruz ama bu kavramlar da sınırlayıcı olduğundan bir sorun ortaya çıkıyor.
Deleuze’nin post-yapısalcılığına gelirsek, mesela Hegelci kavram “begriff”e yönelik bir itirazı vardır. Çünkü Hegel’in çok tanrısal bir iddiası var orada. Hegel, bütün deneyimlere tekabül eden, deneyime özdeş bir kavramdan söz ediyor. Oysa kullandığımız bütün kavramlar deneyimlerimizin bir kısmını açıklarken, bir kısmını açıklamaz, bırakır. Fakat bu durum kavramlardan vazgeçmemizi gerektirir mi? Mesela, Deleuze de “gerektirir” fikrine gitmiyor. O da kavramları Hegel’in kavram anlamının ötesinde kullanıyor, daha çok oluşlardan, bütünlüğü sabit olmayan başka kavramlardan bahsediyor. Böyle düşünülebilir. İlk sorunuzla ilgili olarak da Bedri Gencer hocayla biz iyi tanışırız. Fakat ben muhafazakârlığa da dünyaya da O’nun gibi bakmıyorum. Bedri Hoca tradisyonalist baktığından dinlerin ve ideolojilerin aşkın birliğine inanıyor. Yani tarihsel olmayan bir tutumdur bu. Elbette Ahmet Cevdet ile Edmund Burke arasında paralellik kurulması entelektüel fikir jimnastiği olarak da görülebilir, bunda bir sıkıntı yok. Ama bu karşılaştırmalar aktüel dünyadaki muhafazakârlığı ne kadar açıklar? Benim çıkış noktam maddi dünya olduğu için böyle bir kaygım var. Edmund Burke’nin muhafazakârlığı -Barrington Moore’un tezinden bahsedecek olursak- İngiltere’de İngiliz toplumunun özgül sınıfsal gelişme dinamiğine bağlı bir ideolojidir. Gramsci der ki; “İdeolojiler maddi güçler olmaksızın gelişemez, maddi güçler olmaksızın da ideolojiler ham hayallerden ibarettir.” Şimdi benim muhafazakârlığın maddi gücü olarak bulduğum şey İngiliz toplumlarındaki aristokrasi ya da gentry – ki gentry demek daha uygun olur- ile burjuvazinin yaptığı ittifaklardır. Bu ittifak İngiltere’de aristokrasinin Fransız aristokrasisi gibi reaksiyoner, gerici bir ideoloji olarak zuhur etmemesini ve daha liberal muhafazakâr olmasını sağlamıştır. Keza burjuvazi için de benzer bir sonuçtan bahsedebiliriz. İngiliz burjuvazisi de gentrylerle yaptığı ittifak neticesinde Fransa’daki rasyonalist, devrimci burjuvazi değildir. Edmund Burke’ün muhafazakarlığı böyle bir toplumsal, tarihsel zeminde ve burjuvaziyle ittifaka dayanan bir düşünce biçimi olarak ortaya çıkıyor. Peki aynı toplumsal ittifakı Osmanlı’da da görebiliyor muyuz, Ahmet Cevdet Paşa hangi toplumsal ittifakın ürünüdür? Mesela Cevdet Paşa’nın görüşlerinden organizmacı toplum görüşünü seçip Burke’un organizmacılığıyla kıyas edersek elbette paralellikler ortaya çıkıyor. Fakat bu maddi, toplumsal, tarihsel paralelliğin zemini nedir? Cevdet Paşa organizmacı toplum görüşünü Platon’a, Hint düşüncesine ve İbn-i Haldun’un Mukaddime’sine dayandırarak güncellemeye çalışıyor. Biliyorsunuz, Mukaddime’nin tercümesini yarıda bırakmıştı. Cevdet paşanın savunduğu organizmacılık ile Burke’nin savunduğu organizmacılık arasında farklar var. Yani bunlar yumurtalar gibi birbirlerine tokuşturulamazlar, olaylara tarihsel bakmak lazım. Tradisyonalistlerin de en büyük zafiyeti tarihsel bakamamalarıdır.(Hocamı da eleştirmiş oldum bu arada.)
İSTANBUL’U İNŞAATLARIYLA FETHEDEN ALİ AĞAOĞLU İMGESİ
Muhafazakârlığı gelenekten bazısını seçip, bazısını geride bıraktığını söylüyorsunuz. Muhafazakarlıkla ya da dinle olan ilişkilerinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nde karşılaştığımız, kapitalizmin en gösterişli yanlarını alıp geride müthiş boşluk bırakan, hiçbir felsefi derinliği olmayan eklektik bir yaklaşımdır. Mesela Türkiye’de nispeten daha eli yüzü düzgün bir şekilde servis edilen muhafazakarlığın kapitalizmle uyumu o kadar göze batmayan, daha mutlu-mesut bir tablo ortaya çıkıyor. Aslında bizde de büyük oranda muhafazakârlığın şu andaki ilerleyişini sağlayan, o gelenekten bazısını seçip bazısını seçmemenin oluşturduğu büyük boşluklardır. Sizin geleneği ayıklama noktasında gördüğünüz en çarpıcı güncel örnek nedir mesela?
Bu konuda aklıma gelen ilk görsel malzeme, Ali Ağaoğlu’nun yaptırdığı bir siteye Fatih’in İstanbul’a girişini temsil eden, at üstünde kendisini resmeden bir reklamla tanıtması oldu. Yani gelenekteki o fetih girişimciliğini, buradaki kapitalist girişimcilik şeklinde tercüme etme biçimi. Mesela gelenekte veya bırakın geleneği hatta ayette fetih, açma ve genişletme anlamındayken, kapitalist anlamdaki girişimciliğe tahvil ve tercüme edilmiştir. Teknolojik mantık dünyasında her şey bir araca indirgenmiştir, böyle bir dünyadan bahsediyoruz. Yani dinde de böyledir; Bir takım öğeler öne çıkarılıp, diğer bir takım öğeler gizlenir. Tarih de böyledir keza.
Dinin araçlaştırılması mevzusunu çok modern bir şeymiş gibi okumak problemli değil mi? Ben dinin araçsallaştırılmasının daha eskiye dayandığını düşünüyorum. Emeviler döneminde de din araçsallaştırılmıştı.
Muhafazakârlığın dini algılayışı, dini toplumsal düzenin gereklilikleri açısından algılamaktır. Mesela, bu genellikle maneviyat olarak ortaya konur. Fakat maneviyatta dinin daha şahsiyetçi, daha varoluşsal boyutlarından ziyade bir toplumsal düzenin gerekleri açısından düzenlenmiş bir din boyutu vardır. Bu, muhafazakârların dine olan bakışlarını açıklayan genel bir ilkedir. Bu manada baktığımızda, bir Ali Şeriati’nin dine yaklaşımıyla muhafazakârların dine yaklaşımı taban tabana zıttır. Tabii bu araçsallaştırma, bugün Antikapitalist Müslümanlar’ın da rahatça atıf yaptıkları gibi Emeviler dönemine gider. Fakat Emeviler döneminde kapitalist sistemle dinin araçsallaştırılmasının ne kadar birbiriyle çakıştığı tartışılabilir. Mesela sistemik bir öğe haline gelmemiştir, yoksa elbette Asr-ı Saadet döneminin hemen ardından din araçsallaştırılmaya başlamıştır. Hepsine tekno-muhafazakârlık diyebilir miyiz? Hayır, sadece tarihsel bir sistem olarak kapitalizmde dinin araçsallaştırılması sırasında bir ‘Caprice Gold’ ortaya çıkıyor. Şimdi, Caprice Gold minvalinden baktığımızda “din her zaman araçsallaştırılmıştır” tezi çok fazla bir şey açıklamıyor.
TEKNO-MUHAFAZAKARLIK HALKIN MUHAFAZAKARLIĞINDAN FARKLIDIR
Şennur Özdemir ile muhabbet ettiğimizde benim en çok şaşırdığım şey şu olmuştu: Müsiad girişimcilerini kendi faaliyetlerini ‘cihat ediyoruz’ diyerek açıklıyorlar. Girişimcilik yerine cihadı kullanıyorlar.
Kavramların dönüşümünü hususi olarak incelemek lazım. Maalesef bizde kavram tarihçiliği emekleme aşamasında. Modernist İslamcılar arasında gelenekte kullanılan birtakım kavramların nasıl özgül muhtevasından çıkarılıp modernleştirildiğine mesela “miskin” kelimesi bir örnektir. Yunus imzalarını miskin diye atarken, 19.yy. sonlarından itibaren miskinlik bir girişimsizliği, bir tembelliği ifade eder hale gelmiştir. Fethin, cihadın kapitalist girişimciliği ifade eder hale gelmesi gibi. Yani sadece belirli kavramlara yönelik dönüşümler incelenmeli, nasıl modernleştirildiklerine bakılmalıdır. Artık modernleştirilmek kelimesini de bir kenara bırakalım, nasıl kapitalist dünyayla uyumlu hale getirildiğini konuşalım. Bu anlamda muhafazakârlığın tekno-muhafazakârlık haline getirildiğini -ki teknoyu özellikle vurguluyorum- söylüyorum. Bu benim Yozgatlı amcamın muhafazakârlığı değil, bu başka bir şey. Bu Soma Holding’in İstanbul’daki maddi dünyasından anlaşılabilecek bir muhafazakârlıktır.
TEKNO-MUHAFAZAKARLIĞIN SINIFSAL TEMELLERİ MEVCUT
Yusuf Kaplan üzerinden gidersek, entelektüel açıdan ciddi bir anti-kapitalist bir duruşları olan batıyı bilen, yargılayan, eleştiren İslamcı entelektüelleri siz nasıl analiz ediyorsunuz? AKP’nin sizin de çerçevesini çizdiğiniz kapitalist bir resmi var, bu bağlamda İslamcı entelektüelleri, Ülke TV’ye çıkanları mesela nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bir şizofreni midir? Bir soru daha sorayım; İslamcılık okumalarımız itibariyle biliyoruz ki geleneği sizin de ifade ettiğiniz gibi tümüyle reddetmesek de sağlam bir kritiği yapılmalıdır. Ama bugün, belki biraz iddialı olacak ama Türkiye’deki İslamcılar, muhafazakârlar teslim oldular. “Dur bakalım başbakan ne diyecek, ondan sonra konuşalım” dediklerinden İslamcılığın Erdoğan ile birlikte yok olma, iflas etme ihtimali var mı?
Tekno-muhafazakârlık kavramının tarihsel, geçici, Erdoğan’ın gidişiyle veya iktidarın değişimiyle kaybolacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunun sınıfsal bir temeli var; Her ne kadar gentry-burjuvazi ittifakı kadar olmasa da Anadolu aslanları, kaplanları dediğimiz bir Protestanlaşmış çeşitli kategoriler var. O sınıf tabanı değişmedikçe, bu ideolojinin değişeceğini düşünmüyorum.
Ben muhafazakârlığı çok fazla genişletmemek adına “kader algısı”ndan çok bahsetmedim. Kavramları her şeyi açıklar hale getirmeye çalıştığımızda, hiçbir şeyi açıklayamaz hale gelirler. Hegel’in mantığında da bu var; Niceliksel bir takım ilerlemeler, birikimler belirli bir yerden sonra nitel sıçramalara neden olurlar. Ki Marks’ın devrim kavramını çıkardığı yer de tam olarak burasıdır, nitel bir sıçramadır devrim.
Niceliksel birikim kavramın açıklayıcılığı açısından önemli fakat her şeyi muhafazakârlıkla açıkladığımız zaman bir yerden sonra o kavram içe doğru göçüyor ve hiçbir şeyi açıklayamaz hale geliyor. İşte bu yüzden çok genişletmek istemedim ama kafamda şöyle bir şey var; Kabaca tasnif ettiğimizde yaptığımız tartışma kötülük sorununa da uzandığından tanımlaması biraz güç. Kötülük toplumsal mıdır, yoksa doğal mıdır, fıtri midir yani? “Kötülük fıtridir” dediğimizde aslında muhafazakârlığın sularına girmeye başlamışız demektir. Çünkü insan ne iyi, ne kötüdür. Yani herhangi bir terimi alıp insan doğasını açıklamaya yönelik bir girişimde bulunamayız. Bizim yapabileceğimiz kanaatimce kuşkulu kalmaya devam etmektir. ”İnsan kötüdür” deseydik eğer, kötülüğü toplumsal, çevresel koşullara bağlamak yerine insanın fıtratına bağlayacaktık. O zaman da toplumsal koşulları değiştirmek yönünde elimizdeki araçları kaybedecektik. Bunun çok somut tercümesi, Soma madenlerini, kazaları fıtri olarak görmek ve bunu değiştirebilmenin araçlarını insanın elinden almaktır ki bu tam da Marks’ın Kapital’de veya diğer eserlerinde meta-fetişizmi dediği şeydir. Meta-fetişizmi, toplumsal olguların doğal olgulara tercüme edilmesidir. Mesela bu tutuma göre sel, yangın, heyelan gibi bir felaket doğal olgulardır, kaçınılmazdır, insan iradesiyle bu olaylara müdahale edemez. Elbette Marks bu kavramı çok daha geniş açıklıyor; Üretim sürecinde artık işçinin kendi ürünlerinin kendisine nasıl yabancı bir faktör haline geldiğini ve piyasanın o doğallaştırılmış sürecinin işçinin işçiye yabancı bir güç olarak görülmeye başlandığını açıklamak için kullanıyor. Fakat biz bunu muhafazakârlığa yönelik açıklama içinde kullanabiliriz.
ARTIK DOĞAL FELAKETLERİN DAHİ TOPLUMSAL TEMELLERİNİ ARAŞTIRIYORUZ
Bugün, Soma gibi çok somut bir olayda, Başbakan muhafazakârlığın hasını yapmaktadır. Çünkü bu çok doğal bir olay değil, toplumsal göstergeler var. Bu eğer kaderse, az önce konuştuğumuz gibi Almanya’da niye bu kader tezahür etmiyor, Allah-u Teâlâ Almanları daha mı çok seviyor? Ben bu argümanı rasyonelleştirmeyi bile zül addediyorum. Soma doğal bir olay değil, toplumsal bir olaydır. İnsanlık artık doğal felaketlerin toplumsal temellerini araştırıyor. Mesela yeryüzü belirli bir şekilde dönüştürüldüğü için, oradaki habitat bozulduğu için depremler, tsunamiler meydana gelmiştir diye yorumlayabiliyoruz. Doğal felaketlerin arkasında da bir toplumsal neden arıyoruz.
Kavramlar açıklamalarını tam karşılamazlarsa sürekli yeni kavramlar üretmek mecburiyetinde kalınıyor. Bu da bir zaman sonra bizi kavram kalabalığının içinde bırakmaz mı?. Tabii kavramlar üretmek gerekiyor ama sürekli kavram ürettiğimizden kavram mezbeleliğine dönüyor ortalık.
Akademisyenlerin, teorisyenlerin, mütefekkirlerin orijinalite iddiası buna sebep oluyor. Herkes sıfırdan başlangıç yapmak istiyor. Tekno-muhafazakârlık kavramını Fırat Mollaer ortaya atmış. Fırat Mollaer kim ki? Türk akademisinde, Türkiyeli akademisyenlerin biraz hor görülmesi tutumu. Tabii biz Kant olduğumuz iddiasında bulunmuyoruz, bu küstahlık olur. Ama bir bak bakalım, ne demiş adam, kendin yeni bir kavram ortaya atacağına belki onu geliştir, eleştirisini yap, düzelt, reforme et, bir başka şeye çevir. Muhafazakârlık konusunda az kavramsallaştırma var, çok fazla anlam yükleniyor dedim ama onla bir paradoks teşkil etmesin. Çünkü Muhafazakârlığın ne olduğu az çok belirli. Teo-kapitalizm gibi bir kavram üretilmişti mesela; kapitalizmi teolojik olarak temellendiren bir yaklaşım.
90’LI YILLARIN İSLAMCI MİRASI TÜKETİLMEYE DEVAM EDİLİYOR
İslami camia sizce nasıl teslim oldu hocam, ne oldu da teslim oldular muhafazakârlığa. Bir dönem en azından mesafe koymuşken, ne aldılar ne verdiler de böyle oldu? Bazı İslamcılar Erdoğan’ı Seyyid Kutup, Hasan el Benna olarak görüyorlar
Şennur hocanın bu konuyu daha iyi incelediğini düşünüyorum. Müslüman kapitalist girişimcilerin değişen söylemleriyle, kurdukları iş adamı örgütlerindeki kavramsal dönüşümlere bakmak gerekir. Kimse “biz muhafazakârlıktan tekno muhafazakârlığa geçiyoruz” diye düşünmüyor. Hatta 90’lı yıllardaki çok bereketli İslamcı zenginliğin -ki bu zenginlik romantik, sosyalizan, yer yer anarşizan öğeler içermekteydi- mirası tüketilmeye devam ediliyor. Bu miras ne kadar tüketilir, ne kadar daha gider bilemeyiz. Çünkü söylemsel meselelerde bir tarih tayin edemiyorsun.
YENİ KAPİTALİSTLER GEÇMİŞİN PARYALARI OLARAK ANILMAK İSTEMİYORLAR
Mesela, şundan örnek vereyim; Necip Fazıl’ın Sakarya şiirinde “ Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya” mısraları şimdilerde tekno-muhafazakârlığın hangi gerçekliğine tekabül ediyor? “Öz vatanında hükümdarsın, öz vatanında efendi” e gelmişken siyaset buna hala atıf yapabiliyor. Çünkü AKP’nin ithal ettiği Müslüman bir işçi sınıfı var. Yani o mısralarda Müslüman işçi sınıfını hedefleyen söylemler var, ki bu söylem hiçbir zaman bırakılmayacak bir söylem gibi geliyor bana. Ancak AKP’nin sitelerde yaşayan, bu tekno-muhafazakârlığın maddi tabanını oluşturan kapitalist girişimciler grubu aslında bu looser(kaybeden), parya durumunu silmek istiyorlar kafalarından. Hatta Ayşe Çavdar’ın kullandığı çok güzel bir terim var; hafızanın soylulaştırılması, gentrifikasyon anlamında bir soylulaştırma. Yani eski looser dönemlerine dair hafızalarını silip, bir kazanan olma ruh haline tekabül ediyor. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın kaybeden söylemi onlara çok yaramıyor.
“SOLCULUK YAPMAK, ESKİ MODA SOLCULUK YAPMAK, GARİBAN EDEBİYATI YAPMAK”
Bu tarz söylemsel meselelere tarih atfetmenin zorluğuna örnek olarak komünist dönemdeki bir takım söylemlerin reform geçirmiş veya aynı hallerle kullanılıyor olma biçimleri verilebilir; komünist, dış mihrak, çapulcu vesairenin söylemsel geçişini bir inceleyin. Ve hala Türkiye’de bazı sosyal meselelerde kullanılan “solculuk yapmak, eski moda solculuk yapmak, gariban edebiyatı yapmak” gibi söylemler, aslında anti-komünist dönemin son derece tarihsel söylemleridir. Bizim geleneğimizde yoktur ya da ben öyle bir geleneğimin olmasını istemiyorum ya da gelenek seçilen bir şey olduğundan ben o geleneği seçmiyorum. Örneğin, Kemal Tahir de bir geleneği seçti. Onun seçtiği gelenek, devletin koruyucu, biraz paternalistik, gariban yanlısı olduğu bir devleti içeriyordu. Şunu da eklemeli; Türkiye’de muhafazakâr bir rasyonalitenin gelişimi bir meşruiyet değişimine denk gelir. Mesela neo-liberal dönem öncesinde -80 öncesinde- Türkiye’de sağcılarda da, solcularda da, muhafazakârlarda da, İslamcılarda da devletin koruyucu yönüne yönelik bir vurgu var. Bu bence ideolojiler üstü, politik kültürle ilgili bir şeydir. İçinde dayanışmacı bir yaklaşım da barındırır. 80 öncesi devletin sol eli güçlüydü, diyebiliriz; Yani yeniden dağıtımcı, piyasadaki bozuklukları düzelten, garibanın yanında olan bir devlet. Huricihan Osmanoğlu, Wallerstein’ın Modern Dünya Sistemi yaklaşımına göre Osmanlı tarihini açıklarken şunları söylüyor: “16.yy’dan 19.yy’a kadar Osmanlı devleti dünya ekonomik sisteminin periferisi haline gelmeye başlamıştır. Fakat 19.yy da iktisadi rasyonaliteye hiç uymayan bir biçimde köylüyü koruyan ekonomi politikalarına imza atılmıştır. Çünkü bu, sadece ekonomik rasyonalite meselesi değildir. Devlet, koruyuculuk yoluyla köylüler nezdinde meşruiyetini de yitirmek istemiyor. Türkiye aslında Tanzimat ile birlikte bir meşruiyet sorunu yaşadı. Yeni bir bürokrasi, yeni bir siyasi rasyonalite ortaya çıktı.
SOMA’NIN ARKA PLANINDA KÖYLÜLERİN İŞÇİLEŞTİRİLMESİ VARDIR
Köylüleri korumak olarak adlandırdığımız şey, devletin periferide kendisine rakip olacak güç odaklarının ortaya çıkmasını engellemek olarak da okunabilir. İyimser tarafından köylülerin korunduğunu, fakat kötümser tarafıyla da sonradan çıkan ayanlık sistemiyle bu güç odaklarının engellenmeye çalışıldığını düşünebiliriz. Hangi niyet üzerinden okuduğumuza göre değişir.
Elbette, devletin sol elinin güçlü olduğuna yönelik bir geleneğin olduğunu söylemek için o dönemden bahsettim. Yoksa devletin sol eli varken sağ eli de aynı zamanda girer. Tüm bunları devletin sol elinin olduğuna ve bu sol elin politik kültürümüzde çok ciddi bir gelenek oluşturduğunu dile getirmek için söyledim. Osmanlı’ya da tozpembe baktığım anlaşılmasın. “Devlet hep köylüleri korudu” gibi bir iddiam da yok. Fakat 80 den sonra rasyonalite değişimi var, ki tekno-muhafazakârlık tam da bu değişime denk geldi. Mesela tarım politikalarını düşünün. Bugün Soma’da olan kazanın sosyo-ekonomik geri planına baktığımızda köylülüğün bitirilmesi vardır, köylülerin işçileştirilmesi vardır. Bu süreçte devlet sübvansiyonları -öyle ya da böyle- çekerken aslında klasik meşruiyet kavramını yeniden zedelemiş oluyor. Fakat meşruiyet kavramı zedelenirken nereden kotarılıyor? Bence burada Müslümanların çok uyanık olması gerekiyor. Yani bir anda birtakım kimlik politikalarına gidilerek, Müslümanlığı bir kimliğe, bir etnisiteye indirgeyerek ve bunu da “milli irade” olarak ifade ederek, bunu da bir iç savaş söylemiyle öne sürerek yapma yolunda bir girişim var. Bu girişime “Hayır, meşruiyet böyle kazanılmaz; Sen gerek etik gerek politik manada, gerekse gelenekle ilişkiler bağlamında doğru bir iş yapmıyorsun” demek lazım.
MUHAFAZAKARLIK YENİ DÜNYA EKONOMİK SİSTEMİNE ENTEGRE BİR KAVRAMDIR
Kavram meselesinde aklıma şöyle bir şey geliyor: muhafazakârlık dediğimizde kafamızda İç Anadolu’da bir kasabada yaşayan, kendi halinde esnaflık yapan, mütedeyyin bir hayat sürmeye çalışan bir insan portresi beliriyor. Bu anlamda Protestanlaşmanın, tekno-muhafazakârlık kavramının vurgulanmasının, akıllara ilk gelen muhafazakârlık yargısına itiraz edilmesi bağlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hükümet kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlıyor ama bunu yaparken de muhafazakârlığın bilinçaltında oluşturduğu sembollerle hitap etmeye, onları da kapsamaya çalışıyor. Bu açıdan AKP’nin salt muhafazakârlıkla açıklanmasına hem içerik hem de terimin kendisi bazında da itiraz edebiliriz, edilmesi gerekiyor.
Yani “muhafazakârlık neyi koruyor da biz muhafazakârlık diyoruz” demek istiyorsun. Batı’da konservatizm denilen 300 senelik bir gelenek var, mesela Anglo-Amerikan dünyada muhafazakârların kafasında konservatizm çok açıktı. Evet, kavram bize geçerken politik bir coğrafya değiştirdiğinden bizde tam oturmuyor. Fakat ben yine de kullanılmasından yanayım çünkü bunun bir takım kökleri bizde de var, yok değil. Bizi Cumhuriyetin erken dönemine götürülebilecek fikri kökleri olan muhafazakârlık kullanımları var. Gerçi bazı muhafazakârlar, muhafazakârlık iddiasında bile değiller, mesela Peyami Safa. Peyami Safa muhafazakârlığı gericiliğe indirgemiş ve kendisinin de muhafazakâr olmadığını ileri sürmüştür. Tanpınar’ın 19. Asır Türkiye edebiyatı tarihine baktığımızda muhafazakârlığın nerede geçerse geçsin “mürteci” anlamında kullanıldığını görürüz. Ben aslında bu konuşmamda, Atasoy Müftüoğlu ve Tanıl Bora’da Türkiye özeline geçebileceğinizi düşündüğümden teorik bazı belirlemeler yapmaya çalıştım. Bu yüzden ampirist, rasyonalist gibi bir takım kavramlar havada uçuştu. Ancak, 300 senelik gelenekte ampirist paradigmanın yanına yerleşen ve bu paradigmadan yükselen, yeni dünyanın ekonomik sistemine fazlaca entegre olan bir kavramla karşı karşıyayız.
TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKARLIĞIN ÜÇ DÖNEMİ
Türkiye’de kaba bir tasnif yaparsak üç muhafazakârlıktan bahsedebiliriz. Birincisi; erken Cumhuriyet dönemi muhafazakârlığı; daha kültürel bir dile sahip, Kemalizm ile uzlaşma çabası içinde olan bir muhafazakârlık. Bu dönemin figürlerinin başında da Yahya Kemal, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar gelir.
İkinci dönem muhafazakârlığı ise daha ölçülü, temkinli dilini kaybeden ve vahşi, saldırgan anti-komünist dile dönüşen soğuk savaş dönemi muhafazakârlığıdır. Bu dönemde de Necip Fazıl ve birinci dönemde de olan Peyami Safa’yı görürüz. Mesela o dönemin özelliğini vurgulamak için Peyami Safa’dan bir pasaj okuyayım; “Kapitalizm hür bir düşünce sisteminde her an kendini tenkit ve tatbik etmektedir. Hakikat aşkına ve yalnız işçi sınıfının menfaatine değil bütün insanlığın haklarını hesaba katan bir ahlak telakkisine bağlı kapitalizm, kendi bünyesi içinde maddecilikle mücadele içindedir.” Yani kapitalizm son tahlilde maddeci bir sistemdir ama ehven-i şerdir veya uluslar arası jeopolitikte Sovyetlere karşı Amerika’dır. Bu Soğuk Savaş dönemi kapitalizmin sosyalizme karşı savunulduğu bir aralıktır. Örneğin; Peyami Safa’nın Nazım Hikmet’i eleştirmek için kaleme aldığı Kızıl Çocuğa Mektuplar’ına bir bakın. Peyami Safa –maşallah- bir Adam Smith, bir David Ricardo gibi karşımıza çıkar, hiç öyle kültürel bir üslubu kalmamıştır. İş bölümünün faziletlerinden, bunun bir ilerleme olduğundan, ticari toplumun meyvelerinden bahseder.
Fakat bu dil yine de ikinci planda kalmıştır, sosyalizme karşı mücadele retoriği içinde seferber edilmiştir fakat tekno-muhafazakâr bir dile dönüşmemiştir. Tekno-muhafazakârlığın başlangıcını buralarda bulabiliriz fakat bana göre 80 sonrasına tekabül ediyor. Kabaca yeniden tasnifi özetleyecek olursam; İlk dönem kültürel bir muhafazakârlık, Tanpınar’ın tabiriyle huzur üslubu. İkinci dönem Soğuk Savaş döneminde anti-komünist bir mücadele retoriği. Üçüncü dönem ise artık muhafazakârlığın teknolojik ibarelerinin görüldüğü bir aşama.
MODERNLERİN İLERLEMECİ ÇILGINLIKLARINI TEKNO-MUHAFAZAKARLARDA GÖRÜYORUZ
Geçen yıl Kanal İstanbul projesi için 1 milyon ağacın kesilip yeniden yerine dikilmesi meselesi gündeme gelmişti. Aslında bu çok trajik bir değişim örneği. Yani orada 1 milyon ağacın oluşturduğu bir habitat var, iklim dengesine bile etkisi olabilir. Bir de kâinat kitabı falan dersek, hani ağaçlar ayetti? Tamam, çok romantik bir yere gitmeyelim, gelebilecek eleştirileri de anlıyorum. Fakat ayet olarak görülen doğanın araçlar toplamına, maksimum kar toplamına dönüştürülmesi tekno-muhafazakârlığı çok iyi açıklıyor. Eskiden modernlik bir hızla tanımlanıyordu ve modernlik zaviyesinden muhafazakârlık menfi olarak addedilmeye çalışılıyordu ve muhafazakârlar değişim hızını tadil etmeye çalışan bir takım gericiler olarak tanımlanıyordu. Mesela Recep Peker’in inkılâp derslerinde böyle bir tanımlama var. Fakat artık biz, modernlerin o eski hızlı çılgınlıklarını tekno-muhafazakârlarda görüyoruz. Muhafazakârlığın neyi muhafaza ettiği sorusu, tam da burada anlamlı oluyor. Fakat ben yine de şunu savunuyorum; Muhafazakârlık aslında değişime değil, değişimin belirli bir türüne karşıdır. Yani “muhafazakârlık neyi muhafaza eder” sorusu çok doğru bir soru değil, çünkü muhafazakârlığın bir şeyi muhafaza etmediğini varsayıyor.
MUHAFAZAKARLIĞIN EŞİTSİZLİKÇİ ÇEKİRDEĞİ
Peki muhafazakârlığın muhafaza ettiği bir çekirdek var mı?
Muhafazakar çekirdek olarak şu tavrı öne sürebilirim; Toplumu rasyonel olarak yeniden planlamaya çalışan ideolojilere -bu sosyal demokratik bir ideoloji olabileceği gibi sosyalist, komünist, ya da anarşist bir ideoloji de olabilir- kategorik olarak karşı çıkış. Muhafazakârlığın her döneminde bulabileceğimiz çekirdek, bence bu tür bir eşitsizlikçi çekirdektir ve her dönem eşitlikçi ideolojilere karşı seferber edilir.
Gayet oturaklı ve kafa açan bir söyleşi olmuş, düzenleyen arkadaşların ellerine sağlık. Eleştiriden ziyade olsaydı iyi olurdu bağlamında söyleyeceğim şey, Fırat Mollaer’in bazı muhafazakarlık tanımlarını, var olan aktüel duruma açıklayamamaları sebebiyle tasfiye ediyor. Bu gayet yerinden bir yaklaşım olmuş ama keşke kendisi vardığı teorik tanımlama üzerinden bugüne dair somut durumu açıklayan bir analiz yapsaydı, vardığı teorik çerçeveden bugüne bakmak için güzel olabilirdi ama bu da belki bir başka söyleşinin konusu olur.
Türkiye özelinde muhafazakarlığa Atasoy Müftüoğlu ve Tanıl Bora’yla odaklanılacağını düşündüğü için, Fırat Hoca söyleşide genel ve teorik bir giriş yapmak istediğini ifade etmişti. Günceli değerlendirdiği bir söyleşi de olabilir ilerki zamanlarda.