Feyda Sayan-Cengiz ve Alev Erkilet ile Başörtülü İşçi Kadınların Tecrübeleri Üzerine
Alev Erkilet: Feyda Sayan Cengiz bize kitaplaştırdığı doktora tez çalışması ile alakalı bir sunum yapacak. Başörtüsünün Ötesi diye çevirebileceğimiz kitap alt-orta sınıf kadınların, özellikle de satış işinde çalışan kadınların başörtüsü takma davranışını inceliyor. Çok orijinal bir çalışma.
Feyda Sayan Cengiz: Doktora tezi yazma süreci çok yalnız geçtiği için böyle bir söyleşi benim için çok güzel bir şey. Doktoramı Bilkent Siyaset Bilimi’nde yaptım. 2009’da başladı tez çalışmam. Üniversite mezunu olmayan ve güvencesiz sektörlerde çalışan başörtülü kadınlarla ilgili bir çalışma yapmak istedim. Araştırmayı 5 ilde gerçekleştirme fırsatımız oldu. 2012 yılına kadar saha çalışması yapmaya devam ettim.
BAŞÖRTÜSÜNE YÖNELİK YAKLAŞIMLAR
Birkaç soru ile başlayalım. Neden üniversite mezunu olmayan başörtülü kadınları konu aldık? Neden alt-orta sınıf? Bunu anlamak için o dönem başörtüsü meselesinin hangi bağlamda tartışıldığına bir bakalım. Benim temel çalışma alanım toplumsal cinsiyet ve kadın meselesi. Başörtüsü literatürünü aslında bu yüzden okumuştum daha önce.
Evvela modernleşme paradigması içerisinde bakanlar var. Yani modernleşme ilerledikçe din kamusal alandan çekilecektir diyenler. Bunlar başörtüsünü modernleşememenin bir sembolü olarak görüyor. Doksanlarda çok aşina olduğumuz bir bakış açısı bu. Burada modernleşme genelde batı odaklı ele alınıyor. Popüler tartışma içerisinde kendine sıkça yer bulabilen bir bakış açısıydı bu.
Öbür taraftan doksanlarla birlikte başka bir bakış açısı ortaya çıkmaya başladı. Alternatif modernlik veya batı dışı bir modernlik şeklinde isimlendirebiliriz. Burada tabi ki modernleşme paradigmasına karşı çıkan bir bakış açısı var. Burada başörtüsü kamusal alanda bir kimlik belirten ve toplumun bir farklılığını ortaya koyan olarak değerlendiriliyor. Bu anlamda o dönemde yazılan özellikle Nilüfer Göle’nin “Modern Mahrem” isimli kitabı çok etkili oldu. Göle’nin başörtüsü ile ilgili açmış olduğu o bakış açısı ile beraber sonra birçok şey yazılıp çizildi. Göle’nin temel olarak başörtüsü üzerine söylediği şeylerden bir tanesi; başörtüsünün kamusal alanda bir farklılık olarak görüldüğü ve kimliğini göstermeyi dert edinerek takılan bir şey olduğuydu. Bu bakış açısı elbette modernleşme teorisine meydan okuyor. Fakat bu alanın içerisine girdikçe burasının bazı sınırlılıklarının olduğunu gördüm.
KİMLİK MESELESİ VE FRASER
Bu noktada aslında bir dert edinerek ilerledim. Bu silsiledeki çalışmaların çoğu saha araştırmalarına dayanıyordu, fakat örneklemlerinde hep orta sınıf ya da üniversite öğrencisi, aktivist kadın figürleri vardı. Bu benim dikkatimi çekti. Orada eğitim açısından veya sınıfsal açıdan daha dezavantajlı kadınları görmediğimizi düşündüm. Neden güvencesiz işlerde çalışan başörtülü kadınları hiç gömüyoruz buralarda? Neden bu hikaye hep üniversitelerde okuyan veya başka kamu kuruluşlarında çalışan ve dışlanan kadınlar üzerinden yazıldı? Mesela özel sektörde güvencesiz bir işte çalışan bir başörtülünün hikayesini biz hiç görmedik bu literatürde.
Peki, neden satış sektörü? Satış sektörü çok güvencesiz, genelde sigortanın olmadığı, saatlerce dinlenmeden çalışmak zorunda kalınan bir sektör. Diğer taraftan bir görünürlük tarafı da var. Daha doğrusu satış sektörünün bir görünürlük politikası var. Bu politikanın içerisinde başörtüsü nasıl bir yerde duruyor? Satış sektöründeki bir kadın başörtüsünü nasıl anlatıyor? Nasıl formüle ediyor? Literatürde söylendiği gibi bir kimlik politikasının içerisinde mi yer alıyordu başörtüsü, yoksa daha farklı bir yerde mi? Bunları merak ediyordum.
Teorik anlamda eleştirim sadece örneklem ile ilgili değildi. Aslında eleştirel bakışımı geliştiren kişi Amerikalı bir siyaset teorisyeni olan Nancy Fraser oldu. Özetle şundan bahsediyor Fraser: Özellikle doksanlardan itibaren bütün dünyaya ilişkin bir şey söylüyor. Sosyal hareketlerde kimlik ve kültürel farklılıklara, yani kimlik bazlı tanınma sorunlarına odaklanıldığını savunuyor. Bunlara odaklanılınca sosyal adaletsizlikler, eşitsizlikler, sınıfsal meseleler arka planda kalıyor. Sosyoekonomik durumun arka plana itilmesi ve meselenin sadece bir kimlik meselesiymiş gibi görülmeye başlanması bu noktada önemli.
Ben bunu, Türkiye’deki kimlik siyasetlerine odaklanan literatüre baktığımda gerçekten gördüğümü hissettim. Özellikle başörtüsü meselesinde bir İslamcı mahalle var, bir de seküler mahalle var. Ortada duran çizgi de başörtüsü. Bu tabii kadın hareketi açısından bakınca da çok problematik bir durum. Böyle olunca bir defa başörtülü olmak da başörtüsüz olmak da çok siyasi bir görünüm alıyor. Öbür taraftan kadınların bir sürü meselesi var ve başörtüsü kadınlar arsında bir ayrışma noktası oluyor. Böyle bir derdim de oldu kimlik politikasına odaklanan literatürde.
SAHA ARAŞTIRMASI
Sahada 5 farklı şehri (İstanbul, Ankara, Kayseri, Denizli, Gaziantep) dolaştık ve gözlemlerde bulunduk. Niteliksel bir araştırmaydı bu. 13 tane odak grup da yaptık. Bekar kadınlarla ayrı evli kadınlarla ayrı yaptık genelde mülakatları. Katılımcıların tamamına yakını başörtülü satış elemanlarıydı. Derinlemesine mülakatlar yine başörtülü satış elemanları ve işverenlerle yapıldı. Mülakatlara dayanan çalışmalarda sahadakilerin deneyimleri aktarıldığı için burada bir sübjektivizme kayma gibi bir durum söz konusu olabiliyor. Bunun tam bir panzehri var mı bilmiyorum ama biraz da bağlama bakmak lazım aslında. Yani satış elemanı olmak nasıl bir şey, satış elemanı ne yapar, nasıl problemlerle karşılaşır gibi sorular sormak lazım. Bunun için – aslında çalışmada en geniş yeri tutan – katılımcı gözlem çalışması yaptık. Katılımcı gözlem çalışması içerisinde her türlü alışveriş ortamına gittik diyebilirim. Mahmutpaşa gibi veya Ankara’da Anafartalar çarşısı gibi pek çok şeyin bir arada bulunabileceği, bütün şehirden insanların aktığı tarzda merkezi çarşıları da gezdik. Alışveriş merkezleri, zincir mağazaları, tesettür mağazalarını da. Tek kişinin çalıştığı küçük mahalle dükkanları diyebileceğim yerler vardı bir de.
Katılımcı profiline gelmek gerekirse, yaş aralığı 26-40 arasındaydı genellikle. Az sayıda boşanmış kadın vardı. Örneklemdeki az sayıdaki üniversite öğrencisinin nerdeyse tamamı tesettür zincir mağazalarında çalışıyordu. Zincir mağazalarda şöyle bir şey oluyor: Belirli bir hitap ve davranış şekilleri var. Mesela Mahmutpaşa’daki bir dükkan gibi veya mahallerde kalmış olan küçük dükkanlarda olduğu gibi pazarlık edemiyorsunuz. Mahmutpaşa gibi geleneksel merkezi çarşılardaki elemanlar inanılmaz becerikliler. Neye ihtiyacınız olduğunu hemen anlayıp pazarlığa başlayabiliyorlar. Buradaki kadınlar, alıveriş merkezi çalışanları için “onlar ne yapıyor ki giysi katlamaktan başka. Asıl satış elemanı bizleriz” diyorlar.
Sahada en çok dikkat çeken şey, o dönemlerde alışveriş merkezlerinin çok büyük bir oranda başörtülülere kapalı olmasıydı. Bir alışveriş merkezi müdürüne bunu sorduğumda sorumu garipsediğini gördüm. Yani başörtülünün alıveriş merkezine satış elemanı olarak alınmaması gayet normaldi ona göre. Diğer taraftan zincir tesettür mağazalarına baktığımda başı açık çalışan bulamıyordum ve onlar da bu durumu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi aktarıyorlardı. Diğer bir savunma şekli ise “zaten onlar burada çalışmak istemez ki” veya “burada rahat edemez” gibi söylemlerdi. Sanki farklı olanın inisiyatifinde oluşan bir durummuş gibi yansıtılıyordu. Oysaki insanların işe ihtiyacı vardı ve bazıları kıyafetlerinden dolayı baştan elenmiş oluyordu. Onun dışında burada hiyerarşik bir durum da var. Alışveriş merkezinde çalışmak şartlar açısından, saatler ve sigortalılık bakımından diğer satış işlerine göre görece daha iyi denilebilir. Dolayısıyla bu durumda başörtülüler ucuzun da ucuzu bir iş gücü haline gelmiş oluyor.
“BEN YARIM KAPALIYIM”
Diğer taraftan kadınların başörtülerini nasıl tanımladıklarına baktığımızda “ben yarım kapalıyım” gibi ilk defa duyduğum bir şey ile karşılaştım. Burada farklı tanımlamalar var. Kimi için tam kapanma yüzünü de kapatıp eldiven takandır. Kimisi için tam kapalı kadının otobüse de binmemesi lazım. Kafalarda bir tam kapalı imgesi var ve buna karşı alınan bir mesafe var. Çoğu zaman “ben bu kadar yapabiliyorum, benim nefsim buna yetiyor, mazbut olmak yeterli” gibi tanımlamalar ile karşılaştık.
Başörtüsünün müzakere edilebilirliği de bana çok ilginç gelmişti mesela. O dönemin bağlamını düşündüğümüzde başörtülü kadın kamu kurumlarına hiçbir şekilde giremiyor. Buralara girebilmek için başını açmayı göze alan da var. Denizli’de çocukluğundan beri polis olmak isteyen 20 yaşlarında bir genç kadın vardı. “Polis olmak için başörtüsünü çıkarmayı düşündün mü hiç?” diye sordum. “Polis sınavına girmek için de başını açmak gerekiyor ve ben açtım” dedi. Hatta bir güvenlik şirketi mülakatı için de başını açmıştı. Ama daha sonra özel güvenlik olmak hoşuna gitmemiş. O da başını tekrar örtmüş ve bir tekstil mağazasında çalışmaya başlamış.
BİR GÜVENCE OLARAK BAŞÖRTÜSÜ
Öbür taraftan başörtüsünün güvencesiz ve kaygan iş zemini içerisinde bir güvence sağladığı gibi anlatılarla da karşılaştık. Kayseri’de yaşayan ve boşanmış olan bir kadının hikayesi çalışmam ile ilgili birçok şeyi barındırıyor içerisinde. Hayatında hiç çalışmamış ve bakması gereken annesi ve çocuğu var. Herhangi bir eğitimi de yok. O dönemde Kayseri’de bir iş bulması gerekiyor. Garsonluk gibi kısa süreli işlere giriyor, bu süreçte taciz gibi problemlerle karşılaşıyor. Boşandığı zaman ve bu işlerde çalıştığı zaman başörtülü değil. Bir ara kendine daha güvenli bir iş bulduğunu düşünüyor. Bir mağazanın temizliğini yapmaya başlıyor ve daha sonra onu orada satış elemanı yapıyorlar. Kendisi bunu çok büyük bir olay olarak anlatıyor:
“Maaşımı arttırdılar, sigortamı yaptırdılar, satış elemanı yaptılar, bana hiçbir zaman işçiymişim gibi hissettirmediler. Başımı örttüğümden beri müşteriler ile daha rahat iletişime geçebiliyorum. Başörtülü değilken evli çiftler geldiklerinde farklı izlenimler olabiliyordu, ama şimdi daha rahat. Müşteriler artık akraba gibi oldu.”
Başını örtme hikayesi de şöyle: Anlattığına göre patronları bir baskı yapmamışlar ona. Ama özel günlerde ona eşarp falan alıyorlarmış. Bir gün aynada kendine bakarken çok utanmış kıyafetinden ve hemen gidip kendine yeni kıyafetler almış. Bu kadının anlattığı bir hikaye ise sanki onun kabusuymuş gibi geldi bana. Bir arkadaşından bahsediyor:
“Benim bir arkadaşım var. Fiziki görünümüne çok dikkat eder. Saçını sarıya boyamadan ve makyaj yapmadan dışarı çıkmaz. Öyle ki bir gören bir daha bakıyor. Bu arkadaşım yıllardır bir iş arıyor ama bir türlü bulamadı. Girdiği her işte patronun eşi gelip onu gördüğünde işine son veriliyor. Bazen gelip benim gibi olmak istediğini söylüyor. Ona huzurlu olmak istiyorsan kapan diyorum. Asla o örtüyü takmam diyor.”
Kadının anlattığı bu kadın, onun korkularının da ifadesiydi aslında . Çünkü işi ve bütün güvencesi elinden gidecekti. İş hayatındaki o kayganlığı toplumsal cinsiyet ile böyle bağdaştırıyordu.
~SORU CEVAP BÖLÜMÜ~
SINIF MI AKİDE Mİ?
Alev Erkilet: Yeni örtünenler ve geleneksel örtünenler kısmını biraz açmanızı istiyorum. Doksanlarda üniversitelere alınmayan başörtülü kadınları ayrı bir sınıf olarak değerlendirmek tam olarak doğru değil bence. Çünkü bu kadınlar şehirlere gelmiş olsalar da işçi veya köylü ailelerin çocuklarıydı genelde. Aslında onların hikayelerine baktığınızda bahsettiğiniz bu satış sektöründeki kadınların hikayeleri ile çok örtüşen yanlar görüyoruz. Mesela o dönemde birçok kadın babaları tarafından açılmaya zorlandı. Burada baskı anlamında aynı hikayelerle karşılaşıyoruz. Ayrıca birçok kadın üniversiteye giremediği için sınıf düştü bile diyebiliriz. Aslında kadınların başörtüsü aracılığıyla hapsoldukları geleneksel durumdan çıkma gayreti vardı. Yani baba otoritesinden veya koca otoritesinden ya da oğul otoritesinden kurtulma çabası vardı. Ben bunu ciddi bir özgürleşme eğilimi olarak görüyorum. Yani hocam ben akide sınıfı aşar diyorum kısaca. Beyaz yakalı bir doktor olabilecekken üniversite dışında kalıp yıllar sonra anca bir ilahiyat okuyabiliyor mesela insanlar. Burada sınıfı aşan bir durum var bence.
Feyda Sayan Cengiz: Bu araştırma yasağın çok katı olduğu 28 Şubat sonrası dönemde yapılsaydı bulgular değişirdi. Ama bağlamlar farklı. Burada dönem 2009-2010. Ve bu kadınların neredeyse hiçbirisi üniversiteye bu nedenle gidememiş değildi. Yani birçoğu gidememişti, ama gidememe sebepleri 15 yaşında çalışmaya başlamalarıydı. Bu noktada biraz ayrışıyor. Öbür taraftan bahsettiğiniz o başörtüsünün bir direniş ve otonom boyutu Türkiye’de başörtüsü literatürünü domine etti bence. Ben bu sahaya o nedenle gittim aslında. Benim konuştuğum bu kadınlar başka bir hikayeyi ortaya koyuyorlar diye düşünüyorum.
Alev Erkilet: Mısır İslami hareketleri ile ilgili yapılmış çalışmalarda şöyle bir şey çıkıyor. Genelde kim bu tür toplumsal hareketlere katılır diye düşünülür? Marjinal olanlar, bu toplumsal yapı içerisinde kendisine bir yer bulamayacak olanlar bu tip hareketlere daha çok katılır diye düşünülür. Mısır’da yapılan bir araştırmada tam tersi sonuçlar çıkmış. İyi okullarda okuyan, gelecekte mühendis olacak insanlar, mesela Mısır’daki askeri akademi baskınını gerçekleştirip, tutuklanıp, idam edilip, geri kalanlar da hapislerde çürümek durumunda bırakılıyor. O kadın için kendi sınıfsal durumunu aşan bir özgür irade kullanımı aynı zamanda onu özgürleştirmiş oluyor. Oradaki o kişi, o günkü mısır toplumunun orta sınıf standartlarında çok rahat oturabilecekken, başka bir şeyi tercih ediyor. Herhalde her iki hal de aynı zamanda var değil mi? Eş zamanlı olarak işliyor gibi geliyor bana. Yani sınıfsal statü her zaman belirleyici olmuyor. Buraya şuradan geldik: Orta sınıf, öğrenim gören başörtülü İslamcı kadın duruşuyla, Feyda hanımın çalışmasındaki eğitim görmemiş alt orta sınıf kadının durumunu karşılaştırmıştık hani. O yüzden bunun altını çizmek istedim. Evet, bazen sınıf tutumu daha merkezde oluyor, ama başka bir örnekte de o sınıf tutumunu aşan ideolojik tercih daha belirleyici olabiliyor. Ben ikisine de yer ayırmanın, özellikle İslam ve İslami tercihler söz konusu olduğunda daha yol açıcı olabileceğini düşünüyorum.
PEKİ YA DİRENİŞ?
Bir dinleyici: Mısır’da İhvan etkisindeki sendikaların işverenin Müslüman ya da gayrimüslim olmasına göre direniş örgütlediklerini okumuştum. İşveren gayrimüslim ise grev örgütleme eğilimleri bir hayli yükseliyormuş. Anlattığınız hikayelerde de bazı kadınların bazı işleri böyle gördüklerini anladım ben. Bu noktada onların da isyan ya da grev örgütleme motivasyonları yüksek miydi?
Feyda Sayan Cengiz: Hiç öyle değildi. Genellikle çalıştıkları yerlere tanıdık birisi aracılığı ile giriyorlardı. Ve çalıştığı o yer, kendi ifadeleriyle “disiplinli” ve “temiz” bir yer olduğu için, babası kızını orada çalıştırıyordu mesela. Mesela Gaziantep’te 5 katlı mütedeyyin bir mağazada çalışan bir kadın vardı. Gece 12’ye kadar çalıştıkları oluyordu. Burada bırak isyanı “iyi ki burası var, yoksa babam beni başka yerde çalıştırmıyor” hissi hakimdi
Bir dinleyici: Satış elemanlığı gerçekten de en güvencesiz alanlardan biri, çalışma saatleri çok çok uzun. Başörtüsü meselesi haricinde buna dair kadınların söyledikleri neler? Hakkının yendiği ya da çalışma koşullarının düzeltilebileceğine dair bir şey gördünüz mü yoksa işte “bu işi bulduk, bu işin de koşulları böyleydi” gibi miydi genel olarak anlayış?
Feyda Sayan Cengiz: Genel olarak öyleydi maalesef, hani bu koşulları düzeltebiliriz, bir örgütlensek bir harekete geçebilsek gibi bir şey hiç yoktu bu sahanın içerisinde. Daha ziyade bu zaten geçici olarak yapılacak bir iş, bir süreliğine ordalar gibi. Bir süre orada çalışır, başka zaman başka yerde çalışır, biraz daha elleri bollaşınca çalışmasına gerek kalmaz, ama tercih edilecek bir şey değil ve uzun vadeli olarak, işte örgütlenmek de üzerine bir yatırımdır ya hani, işte üzerine öyle bir düşünce ve yatırım yapılan bir iş değildi. Bu da işte statüsüz bütün gün ayakta olduğun bir iş gibi bakılan bir şeydi. Daha genç kadınlar zaten buna, işte mesela okulda da değiller evli de değiller işte bir ara süreç, çeyiz parası topluyorum, bir ara süreç falan gibi bakıyorlardı aslında. Onun dışında tabii ki uzun süreli çalışmak zorunda olduğu için, eşinin aldığı ücretin yetmediği durumlarda, çocuklar için daha çok kaynak yaratılması gereken durumlarda insanlar çalışıyor oluyorlar. Duygusal durumlar da yaşandı, yokluk hikayeleri de anlatıldı sahada. Yani bu böyle yokluktan çalışılan bir şey olarak formüle edilen bir durumdu.
“PREZENTABL”
Bir dinleyici: Neden satış sektöründe çalışanlarla mülakat yapmayı tercih ettiniz?
Feyda Sayan Cengiz: Satış sektöründe görünürlük faktörünün önplanda olması benim araştırma sorularım açısından önemliydi. Çünkü bu görünürlük içerisinde nasıl müzakere ediliyor ya da nasıl bir yere konuyor, o durumdaki kadın kendi başörtüsünü nasıl formüle ediyor ve o bağlam içinde nasıl formüle ediliyor başörtüsü. Mesela konfeksiyon atölyesi de bir saha olabilir ama orda bir görünürlük faktörü yok.
Bir dinleyici: AVM’lerin çoğu zincir mağazaların olduğu yerler. Bu firmaların çalışanlarına dair çok büyük fiziksel beklentileri olabiliyor. O tarz mağazalara bu soruları sormak nasıldı?
Feyda Sayan Cengiz: Böyle bir “prezentabl” olmak diye bir laf dolaşıyor. İşveren hep diyor, prezentabl olması lazım. O ne demek ama tam olarak kimse anlatamıyor. Bir tane alışveriş merkezi müdürüne, hayalinizdeki, idealinizdeki çalışan kadın nasıl biri diye sordum. Adam dedi ki, “20li yaşlarındaki Emel Sayın.” Ama aslında kendince mantıklı bir şey söylüyor. Emel Sayın hem çok Avrupai tipli, hem sarışın, hem de toplumun kodlarına çok ters biri değil falan.
İSLAMCILIĞIN TABANDAKİ ETKİSİ AZALIYOR MU?
Bir dinleyici: Gördüğüm kadarıyla bir dönem taban muhalefetinde ve sınıf altı olan, “yurdum insanı” özelinde bir toplumsal kimlik, bir siyaset gücü olan İslamcılığın 2009-2010 döneminde etkisizleştiğini, sahadan çekilip yerine daha heterodoks, daha halkın kendi halinde bir etkileşim alanına bıraktığını izlenimini edindim mülakatınızda. Artık orda başörtüsü kimliği çok daha geçişken ve tanımı tabana bırakılmış. 80-90’larda kimliklerin bir mobilizasyon etkisi vardı ama artık bunun bir etkisinin kalmadığının, fakat orada güvencesiz, kendi halinde bir sömürülen bir emek alanı olduğunu gördüm. Bu bağlamda bir değerlendirmeniz var mı?
Feyda Sayan Cengiz: Bence ilginç bir tespit. Ama bu nitel araştırmadan döneme dair bu kadar büyük bir sonuç çıkarmam mumken değil. Bu dediğiniz tarzda bir sonuç ancak başka alanlardan da toplanabilecek çok daha kolektif, geniş bir araştırmanın sonucunda çıkabilir. Söylediğiniz şey bana mantıksız gelmedi, ama onu bu çalışmadan çıkartamam.
Alev Erkilet: O kadar doğrusal bir hikaye yok bence. 90’larda satış sektöründe çalışan kadınların durumu şimdikinden çok mu farklıydı? O dönemde başörtülü çalışan kadınlarla ilgili çok az çalışma yapılmış olduğu için mukayese edemiyoruz. Ne kadar vardı, hangi saiklerle örtünmüşlerdi, korunmak amaçlı mı, ideolojik olarak mı? O sebeple İslamcılığın tabandaki etkisine dair bu tip doğrusal hikaye çıkarmak zor olur sanıyorum.
DİNLEYİCİ KATKISI: 90’LARDAN BİR ÖRNEK
Bir katılımcı: Benim hikayem geçmişteki duruma dair bir örnek olabilir. 86’da mezun oldum ve maddi sıkıntılar yüzünden çalışma hayatına girdim. Geleneksel bir aile yapısı içinde büyüdüm. Mardin’den buraya bir göç olayımız var. Ortaokuldan sonra liseyi okuyamadım, çünkü babam o dönemde inşaatta çalışıyordu, işsiz kalmıştı. Liseyi okuyup öğretmen olmayı çok arzu ediyordum. Ama bir nakışçının yanında çalışma hayatım başladı. Ortaokuldayken örtündüm ben. Çünkü kendi içimizde bir geleneksel dindarlık vardı. Ben de dindar olmayı istiyordum. Örnek oluşturacak birkaç şahıs vardı ailemin içerisinde. Çalışma hayatında o dönemde başörtüsü yasağı çok fazla vardı. Daha sonra çalıştığım gelinlik evinde, arkadaşlar gelip dikiş dikiyorlardı ama ben dikişin D’sini dahi bilmiyordum. Sadece maddi sıkıntıları giderebilme mahiyetinde işe başladım. İlk girdiğim yerde ortacıydım, benden büyük olan hanımlar makinede dikiş dikiyorlardı. Ben azimle Elhamdüllilah gidip çarşamba pazarından kumaş alarak kendi kendime dikiş dikmeyi öğrendim. Modelistlik kursuna gittim. Ondan sonra modelist olarak tekstilin ihracat piyasasında çalıştım. O gelinlik evinde tanışmış olduğum Fikret Özdemir, başörtüsü yasağına karşı Mazlumder’de mücadele eden ilk avukatlardandı. İslamcılık’la alakalı bilinçlenmeyi orada edinmiştik. O zaman İmza dergisi vardı, birçok dergilerde yazılar yazıyorlardı, biz mücadele ruhunu orada öğrenmiştik. Benim gelinlik evindeki duruşumla, çalışma hayatındaki duruşum aynıydı. Hiçbir zaman ne namazımı bıraktım ne başörtümden ödün verdim. Tesettürüm tam tekmildi. Modelist olarak çalıştığımda da ihracat firmasına gittiğimde de. O zaman başörtüsü yasağı çok sıkıntılıydı, bana daha çok “Atatürk’ü seviyor musun?”, “Neden başını örtüyorsun?”, “Neden buradasın?” gibi, yani işle, liyakatimle alakalı değil de başörtümle ilgili sorular soruluyordu. Bununla ilgili o kadar ciddi sıkıntılar yaşadım ki ağlaya ağlaya geri döndüğüm oluyordu eve. Çünkü ben çalışmak istiyordum ve ciddi anlamda da becerikliydim. Bu süreçlerde gerçekten çok zorluklar yaşadım. Başörtülü çalışmamız makbul görüldüğü için iç piyasada çalışıyordum. Osmanbey piyasasında da çalıştım. En son Sultanhamam’da modelistlik bürosunda çalışmış oldum. İşyerinde ben pardesüsüz erkeklerin önünde oturmazken, başörtüsü olup da rahatlıkla çıkartıp kısa kolluyla durabilen, örtüsüne sahip çıkmayan kızları gördüm. Çünkü onlar çok geleneksel bir anlayış içinde takıyorlardı baş örtüsünü. İslam’ın bir kıstası vardı, sen o kıstası yerine getiriyorsan yapmak durumundasın ama örtünün de orda geleneksel bir anlayışla takılmasından dolayı önemsizleşmesi ve değersizleşmesi gibi bir durum ortaya çıkıyordu. Biz onları bu konuda bilgilendirmeye çalışıyorduk. Geleneksel olarak annesinin babasının zoruyla kapanan genç kızlar vardı ya da yalnızca paraya ihtiyacı olduğu için ve kapanarak çalışmanın kendisine daha rahat bir ortamda çalışma sağlayabileceğine inanan kızlar da vardı. Bu arada ben kendi işyerimi de açmıştım, benim atölyem de oldu. Benim çalıştırdığım ortacılar da hakeza öyleydi. Yani tesettürünü o yaşadığı bölgenin yöresel bir şeyiymiş gibi takabilen insanlar da vardı. Tamam Allah emretti başörtülüyüm ama şartlar bunu gerektiriyor, istediğim zaman açabilirim, çıkarabilirim. Bunun İslami bilgi eksikliğinden kaynaklandığına inanıyorum. Cidden böyle bir bilgiye sahip olsa, böyle yapamayacağını da bilirdi aslında.
KADINLAR İÇİN BİR KURTULUŞ OLARAK ÇALIŞMA
Bir dinleyici: Osman Özarslan Hovarda Alemi kitabında konsomatrislerle ilgili ilginç bir şey söylüyor. Çalışmaya, o işi yapmaya mecbur kalma durumunun bazı durumlarda o kadar da net olmadığından bahsediyor. Bu bana çok ilgi çekici gelmişti. Bahsettiğiniz örneklerde de mesela, kadın çalışmak zorunda kalıyor bir süre, aslında çalışmak istemiyor, sevmediği bir işi yapıyor mu? Yoksa bir şekilde memnun olanlar da yok değil mi?
Feyda Sayan Cengiz: Burada bir yanlış anlamaya meydan vermemek açısından şunu netleştireyim: Evin dışında çalışıp da para kazanmayı sevmemek değil, o iş ortamının şartlarını sevmemek ve beğenmemekten bahsediyorum aslında. Yoksa hakikaten evdeyken çok depresif olduğunu, çalışmanın kendisine iyi geldiğini anlatan o kadar çok kadın vardı ki. Bir tanesi şey demişti, “evde kendi kendimi yitirdim ben, depresyona girdim, sonra dışarı attım kendimi, çalıştım.”
Bir dinleyici: Görüştüğünüz kadınlardan evli ya da nişanlı ya da hayatında biri olanların, eşinin tezgahtar olarak çalışmasına bakışı konusunda bir resim çizebilir misiniz?
Feyda Sayan Cengiz: Çok geçici olarak, geçici süre için diye, şunun için bir para biriktireyim diye yapan da var. Yani şöyle, bir takım kıskançlık hikayeleri anlatılıyordu. Özellikle nişanlı gençler arasında, işte dükkandan pek dışarı da çıkma, öğle yemeğini yanında götür de arkada ye gibi, bu tarz kıskançlıklardan bahsedildi. Ama dev bir çatışma halinde, çalışamazsın, hayır çalışacağım şeklinde, sert yüzleşmeler şeklinde anlatılmadı. Şu şekilde anlatılan oldu, benim eşim işte çalışmamı istemedi, ben onu sonra yavaş yavaş ikna ettim, o da gerek olduğunu gördü, falan filan gibi, daha yumuşak çekişmeler çerçevesinde anlatıldı diyebilirim yani.
“BANA ABLA DEDİLER”
Bir dinleyici: Bugün iş hayatında başörtüsü mücadelesi biraz orta sınıfta verilen bir mücadele olarak ortaya çıkıyor. Boğaziçi Üniversitesi okul öncesi öğretmenliği okuyan bir arkadaşımın staj yapması lazımdı. Malum kreşler çoğunlukla özel. Ve İslamcı olmayan herhangi bir kreşte staj dahi yapamıyor, çünkü kesinlikle başörtülü çalıştırmıyorlar. Rumeli Hisarüstü’nde otururken staj yapmak için ta Ümraniye’ye gidiyordu. Ben bir reklam ajansında çalışıyordum, seküler bir ajanstı ve tek başörtülü mutfakta çalışan kadındı. İlk gittiğim zamanlarda direkt bir kişiyle ilişkim vardı, diğerleriyle tanışmama gerek yoktu. Çalışanlarda bu kadın kim algısı vardı. Birkaç hafta sonra biri cesaret edip sordu, “sen aşağıdaki ablanın kızı mısın?” diye. Ben de “yoo, size aylık tanıtımlar geliyor ya onları ben hazırlıyorum” diye cevap verdim, o şekilde tanıştık.
Feyda Sayan Cengiz: Bence bu anlattıklarınız çok önemli. Bu kademe meselelerinde öyle acayip bir durum var ki. Hiç başörtülü satış elemanı çalıştırmayan alışveriş merkezlerinde de mesela, temizlik elemanı olarak başörtülü kadınlar çalışıyor. Giyim mağazası ve başörtülü satış elemanı çalıştırmıyor. Birçok giyim mağazasına girip sordum, bizimle çalışmak ister misiniz diye şey var kapıda, giriyorum işte, bizim bir tanıdık var nedir bunun şartı diye soruyorum, başörtüsü olmaz, çıkartacaksa gelsin falan diyorlar. Bir zincir mağazada, orada genç, mağaza yöneticisi olan ve daha da yükselmek isteyen bir kadın dedi ki, ben aslında başımı örtmek istiyorum, ama yani böyle bir merkez ofise geçersem yapabilirim ancak, mağazada olmuyor dedi. Yani merkez ofiste mesela işte yönetici başörtülü kadın var dedi. Yani, temizlik işçisi oluyor, merkez ofiste bilgisayar başına çalışanda oluyor ama o görünür kademede olmuyor.
Bir dinleyici: Reçel Blog’da “Bana abla dediler”, diye bir yazı çıkmıştı da, başörtülü akademisyenin, bana abla diyorlar tarzında bir çığlığını anlatıyordu.
Feyda Sayan Cengiz: Başörtülü bir avukattan dinlemiştim mesela. Bürodaki diğer kadınlar hanımefendi, ben abla diye aynı şeyi söylemişti.
Alev Erkilet: Ama o bence yalnızca seküler yaklaşımla alakalı değil. Muhafazakar erkeğin de kadına yaptığı bir şey. Başı açık olan kadınlar uzman kişi, ama aynı ortamda başörtülü olarak çalışanlar bacı abla, yani daha az uzman.