Ferdan Ergut ile Söyleşimizden Notlar
AZINLIKTAKİLER OLARAK BİR ARADAYIZ
Özgürlükçü demokrat müslümanlar ile özgürlükçü demokrat sol kesimlerin, liberal kesimlerin diyalogunun bir tarihi olduğundan bahsedebiliriz. Benim 90’lardan hatırladığım Yeni Gündem’dir, ondan sonra bu diyalog ilerleyerek devam etti. Türkiye Solu’nun Kemalizm’den uzaklaşması ana koşuldu ve Kemalizmle olan mesafesi arttıkça diyalog da yoğunlaştı, çok da verimli diyaloglardı. Zaten müzakere zemininin kendisi başlı başına kıymetlidir; Çünkü müzakere zemini bir ikna zemini değildir ve müzakereye katılmak bizatihi dönüştürücüdür. Buradaki toplantının da böyle bir zemin sağladığını düşünüyorum.
2007-08’den sonra Tayyip Erdoğan üzerinden gittikçe tekadamcı bir siyaset hakim olmaya başladı. Özellikle Gezi’den sonra orada Müslümanların da bulunduğu bilinmesine rağmen Erdoğan’ın kutuplaştırma stratejisi ve siyaseti başarılı oldu ve bütün muhafazakar kesim kitlesel bazda Erdoğan’ın arkasına geçti. Kemalizme mesafe koyan solun ise mesafesi azalmaya başladı. İki kesim arasındaki diyalog büyük oranda koptuğunu ve bu diyalogun sürmesi gerektiğini düşünenler Müslümanların arasında da, solcular arasında da büyük oranda azaldı. Burada azınlıktakilerin bir araya gelmesi ile müzakere zeminini bir köşesinden yakalamış durumdayız.
ANTİKAPİTALİST MÜCADELE MADDİ MOTİVASYONLARA DAYANMAZ
Marksistlerde ve halkın muhalefet talebine sözcülük yapma iddiasında olan diğer bütün kesimlerde de şöyle bir eğilim var: Yoksullar, emekçilerin kapitalizm tarafından sömürüldükleri ve bütün taleplerin maddi koşulların değiştirilmesine, maddi ihtiyaçların karşılanmasına dair olduğu. Elbette bu ihtiyaçları karşılamaz ve emekçiler ürettikleri değerden çok daha azını alırlar ya da işsiz kalıp hiç üretme fırsatı bulamazlar. Dolayısıyla bu eğilime göre, antikapitalist mücadele esas olarak maddi koşulların değişimi ve maddi ihtiyaçların tatmini mücadelesidir, adalet talebi de budur. Bu toplantıda ben bu argümanı tartışacağım çünkü bunun yanlış bir okuma olduğu düşüncesindeyim.
AHLAK MÜCADELESİNİ TASAVVUR ETMEK
Halk sınıflarının, yoksulların, emekçilerin tarihsel mücadeleleri incelendiğinde bunların ana zeminini maddi taleplerin değil, bir ahlak mücadelesinin oluşturduğu fark edilir. Tarihte ahlak algısının ve kaygısının olmadığı bir yoksul mücadelesi görmek çok zordur. Sınıf mücadelesinden hareketle bu mücadeleleri maddiyata indirgemek tarih tarafından da yanlışlanan bir bakış açısıdır. Öte yandan ahlak mücadelesini tasavvur etmenin iki temel zorluğu mevcut. Birincisi algıya dönük bir zorluk; tarihsel mücadelelerin faili kitleler o adalet mücadelesi veriyorlar fakat biz algılayamıyoruz, ki zaten algılayamadık. İkincisi ise hakikate ilişkin bir zorluk; o failler ahlak ve adalet mücadelesi veriyorlar fakat savaşılan adaletsizlikler çok kısmi, parçalı, gündelik sınıf tecrübelerinden kaynaklı adaletsizlikler olarak beliriyor. Bütün bu adaletsizliklerden bütünsel, sistemli bir adalet talebi çıkartmanın da bizatihi kendi zorlukları var.
Birinci kısma yani algıya dönük yapacağım konuşma ampirik ve tarihsel içerikli, ikinci kısma yani hakikate ilişkin yapacağım konuşma daha teorik içerikli olacak. Tarihsel mücadelelere bakarak algıyı düzeltmek mümkün olabilir ama hakikati, bütünselliği sağlamaya dönük kısımda belki sadece sorunu tespit etmekle, afaki bir iki söz yardımıyla birşeylere işaret etmekle yetineceğim. Devamında sizin yardımınıza ihtiyacım var ve elbette bunu beraber konuşmamız gerek.
POLİTİK OLAN VE KRİMİNAL OLAN
Ahlak üzerine konuşurken suç kavramı üzerine yoğunlaşmak istiyorum çünkü ‘ahlak’ ve ‘suç’ birbirine ihtiyacı olan kavramlardır, birisi diğerine göre kendini tanımlar. Üstelik her ikisinin de toplumsal kesimlere, sınıflara bağlı olarak değişen içerikleri vardır. Sosyal bilimlerle ilgilenenlere suç meselesi üzerine yoğunlaşmalarını tavsiye edebilirim. ‘Modern Devlet ve Polis’ kitabımda Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in erken dönemlerine kadar suçun algılanması meselesini irdelemiştim. Yani politik olan ile kriminal olan’ın ayrımına yoğunlaşmıştım. Çünkü, bu ayrımı belirginleştiren sorular baştan aşağı toplumsal hakikate dair sorulardır. Hangi faaliyet biçiminin politik, hangisinin kriminal olduğunu kimin saptadığı önemlidir. Dolayısıyla bu kategorilere dair her içeriklendirme girişimi bir mücadele alanı yaratır.
Kitabımda konuyu serseriler üzerinden ele almıştım; kamu düzeni, serserilerin buna tehdit oluşturması ve bu durumun kanun ve nizamnamelerde büründüğü biçime yoğunlaşmıştım. Bugün ise Ahlak Ekonomisi’nin doğurduğu ‘suç’lar üzerine konuşacağım. Bu suçlar halkın geleneksel ahlak anlayışından kaynaklanan, ciddi sınıfsal temeli olan suçlardır. Konuşma boyunca da referans vereceğim İngiliz Marksist tarihçi E. P. Thompson’ın da dediği gibi; ‘Bir kategori olarak suç, hakim sınıfların yoksulların, alt sınıfların direniş biçimine verdiği addır.’
KAPİTALİZM MELANETİ İNSAN FITRATINA AYKIRIDIR
Suç konusundaki tahlilimi çok masum bir faaliyetten başlayarak aktarmak isterim. 17.yy.’ın sonu ve 18.yy.’da kapitalizme geçiş süreci çok ilginçtir. Henüz kapitalizm tam olarak oturmamıştır ve hiçbirşey ‘doğal’ değildir. 200-300 yıldır bu sistemin içinde yaşadığımız için şu an bize birçok şey doğal geliyor elbette. O döneme bakmak, kapitalizm denen melanetin insan fıtratına aykırı olduğunu gösterecektir. İnsanlar o dönemde kapitalizmin dayattığı düzene alışamadıklarından o ‘suç’ları işliyorlar çünkü yüzyıllardır alışkın oldukları ahlak iktisadına aykırı uygulamalar başlıyor. Mesela fabrika sisteminin ilk tohumları atılırken işçiler ürettikleri mallardan kendilerinin ve ailelerin ihtiyacı kadar olanını evlerine getiriyorlar. Bu normal davranışı değiştirmenin arkasında devasa bir şiddet aparatı vardır. Devletin ve kapitalistin şiddetiyle o insanlara bunun ‘hırsızlık’ olduğunun öğretilmesi gerekecektir. Devlet sonuçta bunu öğretiyor elbette. Ama insanlar uzun süre kendi ürettikleri malın neden kendilerinin de olmadığını anlayamıyorlar.
Feodalizmde hukuk ve ceza alanı lordlar, ağalar gibi toprak sahipleri, yani kişiler tarafından çizilir. Kapitalizmle birlikte artık hukuk kişilikten arınmıştır, ‘objektif’tir, özel bir ayrıcalık korunmaz, kişisel olmayan bir müessese olarak mülkiyet korunur. O nedenle kapitalizmin hukukunu tarafsızlık, nötrlük üzerinden pazarlama imkanı vardır. Bu değişim de daha evvel bahsettiğim kritik dönemde olmaktadır.
ÖZEL MÜLKİYET ŞİDDET KULLANILARAK ÖĞRETİLMİŞTİR
E.P. Thompson benim çok önemsediğim iki tane kitabı var; ‘İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’ (Thompson şanslı bir adam, iyi bir çevirmene denk geldi, Uygur Kocabaşoğlu’nun çevirisiyle yayımlandı) ve bir de ‘Whigs and Hunters’ (sanırım henüz çevrilmedi). İkinci kitap İngiltere’de 1723 yılında çıkarılmış Black Act (Kara Yasa) üzerine yazılmış bir kitaptır. En sıradan faaliyetler bu yasa kapsamında ölümle cezalandırılmaktadır; bir geyiği yaralamak, ağaç kesmek vs. Thompson kitabında bir ceza yasasının nasıl bu kadar şedid olabildiğini sorgular ki bunun amacı tam da mevzubahis geçiş sürecinde insanlara özel mülkiyetin varlığını anlatmaktır. Kitapta orman köylülerinin bu yasaya direnişleri anlatılır ve yasaya Black Act denmesinin nedeni bu ‘suç’ları işleyen orman köylülerinin polisler tarafından teşhis edilmelerini önlemek için suratlarını siyaha boyamalarıdır. Etkin kollektif mülkiyetler artık özel mülkiyetler haline gelmektedir ve eskiden herkesin herkesin yararlandığı ve hayatlarını idame ettirdiği ormanlarda ‘özel parklar’ oluşmuştur, orman köylüleri de aslında özelleşmeye direnmektedir. Bu insanlara özel mülkiyeti öğretme süreci haliyle şiddet barındıran bir süreçtir. Her rejimin kurucu şiddeti vardır ve kapitalizmin kurucu şiddeti fecidir. Thompson halkın direniş biçimlerini kapitalizmin suç olarak adlandırmasından bahsederken bunu kastetmektedir.
Devletin yasasına karşı emekçilerin ahlaka dayalı, yazılı olmayan yasaları vardır, buna dayanarak direnmekteler. Belirli yasalar her iki tarafta da suç sayılıyor; kadına tecavüz etmek, çocuk öldürmek vs. Bu gibi suç tanımları göreli olarak çok daha az problemli ve tartışmalı ama bazı faaliyet biçimleri halk tarafından asla suç olarak kabul edilmiyor; Mesela tüketim vergisi vermemek, kalpazanlık (çünkü lanet olası bir para sistemi devreye giriyor, o zamana kadar hiç parayla haşır neşir olmamış insanların hayatında para merkezi bir role yükseliyor ve halk kendilerince bir çözüm bulup para basmaya başlıyor), yasak bölgede avlanmak (suç olmadığı gibi o sıralar bazen meşru müdafaa meselesi), devletin askere almasını engellemek için ailelerin evlatlarını saklaması vs. Bunların her biri halk için meşru müdafaa biçimleridir.
PİYASA FİYATI DEĞİL ADİL FİYAT
Genellikle yiyecek ayaklanmaları çok önemlidir, hepsi Ahlak Ekonomisi’ne dayanır ve bu ayaklanmaların büyük çoğunluğunda önderlik kadınlardadır. Mesela Notttingham’da kadınlar ekmek fiyatları belli bir düzeyin üzerine çıkınca ayaklanıyorlar, fırınları basıyorlar ama hiçbiri ekmek gasbetmiyorlar, ekmekleri alıp piyasanın talep ettiği ve arz-taleple belirlenen yüksek fiyatı değil akıllarındaki ‘adil fıyat’ı bankoya koyuyorlar.
1766’da Gloucestershire’daki eylemde ise binlerce insan pankartlar eşliğinde miting yapıp yürüyorlar, Londra’nın tüm erzağının dağıtımının yapıldığı ana limana geliyorlar, gemileri basıp tonlarca mısırı, peyniri, pastırmayı çıkartıyorlar ve kitlenin baskısıyla tam orada bir açık arttırma ile satışını yapıyorlar. Satış yine malların sahiplerinin belirlediği fiyatlardan değil çok daha düşük fiyatlardan yapılıyor. Yine bir gasp meselesi söz konusu değil. Dolayısıyla kafalarındaki adil fiyat piyasadaki fiyatla çatışmaya başladığında kendi fiyatlarını devreye sokuyorlar. Yaptıkları Piyasa Ekonomisinin savunucuları açısından suç; oysa kendi Ahlak Ekonomilerini savunan bu insanlar açısından suç değil çünkü bu faaliyetlerin de arkasında yazılı olmayan, yüzlerce yıldır uyulan bir hukuk anlayışı var.
KÜLTÜRÜ VURGULAYAN AHLAK EKONOMİSİ
Bu tarz mücadele biçimlerine belki de ilk olarak söz üreten E. P. Thompson, halk gruplarının söz konusu arayışını ‘Ahlak Ekonomisi’ (moral economy) olarak nitelendirmiştir. Daha sonra bu kavram gelişmiş ve birçok sosyal bilimci tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Kavram kültüre vurgu yapar, alt sınıfların mücadelelerine bakarken kültürel unsura dikkat edilmesi gerektiğini belirtir ve kültürel unsur anlaşılmadan sınıf mücadelesinin anlaşılamayacağını savunur. Kavramın kurcaladığı ana mekanizma kapitalizmin çözücü etkileridir. Kapitalizm insanların yaşam alanlarına, kırsal alana girmeye başladığında bütüm toplumsal süreçleri çözer ve dönüştürür ve halkın önceki talepleri birincilken onlar birden tali konuma gelirler.
Kapitalizm öncesi dönemde de bir sömürü ilişkisi var fakat bir denge durumu da vardır; orada da sınıf eşitsizliğinden kaynaklı olarak toprak ağası, lord, tımarlı sipahi vs. elbette köylünün ürettiği malın bir bölümüne el koyuyor fakat karşılığında köylünün gündelik yaşamına dair meselelerde köylüye güvence sunuyor, paternalistik bir ilişki sürüyor. Cenazelerinin kaldırılması, düğün-dernek işlerinin düzenlenmesi gibi hususlarda bir karşılıklılık mevcuttur. Böyle bir dönemde piyasa ilişkilerinin ikincil ve tali olduğu söylenebilir ama kapitalizme geçildiğinde bu durum tersine dönüyor. Ontolojik meseleler ikincil olurken piyasa ilişkileri birincil hale geliyor.
KİTLELER PROLETERLEŞMEYE DİRENMİŞLERDİR
‘Moral economy’ kavramı üzerinden söz üreten sosyal bilimciler bu çarpıklık artarak patlama noktasına geldiğinde, yani kapitalizmle birlikte insanların proleterleşmeye başladığı dönemlerde mobilizasyon ve ayaklanmaların yaygınlaştığından bahsederler. Bu dönemlerde insanların işçi olmak istemedikleri için ayaklandıklarını görürüz. Çünkü işçi olmak hiç kimsenin istemediği birşeydir; Üretim araçlarındaki mülkiyetinizi ve toprağınız kaybedip bir fabrikaya gideceksiniz ve sadece patronun size biçtiği ücret üzerinden çalışacaksınız. İşçileşmemek saikiyle yapılan bu ayaklanmalara ağırlıkla zanaatkarların katılımını fark ederiz. Dünyanın belki çok az ülkesinde sol hareketlerin sahiplendiği ‘işçisin sen işçi kal’ benzeri sözlere sahip bir şarkı görebilirsiniz. ‘Çok istiyorsan sen işçi ol’ diyesim gelir. İşçi olmak istenen birşey değildir, engellenmeye çalışılır ama engelleyemez insanlar.
Esas mesele piyasa alanıyla, ahlak alanı arasındaki bir mücadeledir ve geleneksel ahlak anlayışları ihlal edildiğinde insanlar ayaklanırlar. Bu ahlak anlayışına göre piyasanın, tüccarın, kapitalistin, taşeronun ihtiyacı değil; yerelin, yani üretenlerin ihtiyaçları birincildir. Üretenler kendileri tüketmelidirler ve üretenlerin tüketiminden kalan kısım piyasa sunulur. Burada söz konusu olan piyasa da gerçek bir piyasadır, yani pazardır, bildiğimiz ‘mahalle pazarı’dır ve orada da para dolaşımı çok değildir, aslında takas yaparsınız. Kapitalizmde ihlal edilen tam da budur.
KAPİTALİSTLER KITLIK VE SAVAŞTAN BESLENİRLER
Braudel’e göre kapitalizm kuruluş anından itibaren piyasaya düşmandır, anti-piyasadır ve tekelcidir. Gerçek kapitalizm (piyasa yerine pazar diyelim) pazara erişimin sınırlandığı yerlerde olur. Çok büyük Hollandalı tüccarlar her yerden buğdayı toplayıp siloya yatırırlar ve yatırım yaptıkları ürünü yıllarca bekletecek güce sahiptirler. Elbette dünyanın bir yerinde kıtlık, açlık ya da savaş durumunda o buğdayları nakletmek için beklerler. Dolayısıyla Hollanda’dan Çin’e uzanan bütün alanı kontrol edip o alanda kontak kuracakları kişileri belirlerler, kontak kurdukları yereldeki ‘gariban’ kapitalist tüccarlar sadece kendi alanlarının bilgisine sahip olurlar ve ne fiyat kontrolü, ne başka bir hamle yapamazlar. Bütün herşey Hollandalı tüccarların denetiminde ve tekelindedir. Kapitalizm 16-17 yy.’da burdan doğmuştur. Oysa bugün göklere çıkardıkları ve rekabetin de olduğu gerçek pazarı kapitalizm öncesinde, yerelde insanlar zaten işletiyorlardı.
Halkın Ahlak Ekonomisi anlayışı ve yasası kadar tüccarın, kapitalistin de yasası çok nettir; ‘ucuz olan yerden al, pahalı olan yerde sat.’ İnsanlar da aslında bu yasaya direniyorlar. Soros’un veciz bir ifadesi vardır; ‘Ben en çok parayı sokaklarda oluk oluk kan akarken yaptım.’ Gerçekten de öyledir; üst düzey kar maksimizasyonu için birşeyleri saklayıp bir yerlerde oluk oluk kan akana kadar bekletmeniz gerekir.
İKİ YÖNLÜ ÇALIŞAN KARŞILIKLILIK İLKESİ
Bahsettiğimiz yiyecek ayaklanmalarının hiçbiri basitçe maddi ihtiyaçları doyurmak için yapılmamıştır. Bu ayaklanmalara derinlemesine bakan tarihçilerin söylediği gibi bunlar oldukça düzenli ayaklanmalardır, neredeyse arkasında bir parti varmış gibi. Bunlar gayet sistemli, düzenli, hiçbir anarşik işin yapılmadığı, soygun gibi işlerin neredeyse hiç olmadığı eylemlerdir. Bu ayaklanmaların temel talepleri, bütün iktisadi işlemlerin halkın önünde ve şeffaf bir biçimde gerçekleşmesi, üretenin ihtiyaçlarının kapitalistin ihtiyaçlarından daha öncelikli olmasıdır. Taleplere bakıldığında karşılıklılık ve şeffaflık ilkeleri üzerinde inşa edilmiş çok ciddi bir toplumsal adalet talebi, haklar ve sorumluluklar talebi görülür, bunlar ‘benim karnım aç’ talebi değildir.
Bazı ayaklanma durumlarında kapitalistlerin depoları basılıp gıdalar orda bulunan insanlara ve köylere götürülüp dağıtılıyor. Ancak bazı durumlarda tek bir kişi bile o depodan hiçbirşey almıyor ve bütün gıdalar, buğdaylar, unlar tüccarın gözü önünde yakılıyor. Dolayısıyla ayaklanmaların iki nedenle gerçekleştiği söylenebilir; Karşılıklılık ilkesini savunmak için ve bu ilkeyi ihlal edenleri cezalandırmak için. İkincisinde durum haliyle hiç de maddi ihtiyaçların doyurulması gibi görünmüyor. Bu karşılıklılık ilkesi halk için oldukça önemlidir.
İNSAN TOPLUMSALLAŞMADAN İNSANLAŞAMAZ
19.yy’ın başına gelindiğinde artık kendine güveni olan, öz disiplinli bir işçi sınıfı oluşmaya başlar, bunlar toplumsal hedefleri öne çıkaran insanlardır ve büyük çoğunluğu yardım derneklerinde örgütlenirler. Neredeyse her işçi yardım derneğine girmektedir ki sonra bu yardım dernekleri sendikalara dönüşecektir. Bu örgütlü insanların felsefelerini anlamak için yazıp çizdiklerine bakıldığında şöyle cümlelere rastlıyoruz: ‘İnsan, vücudunun yapısı ve aklının doğası açısından (yani fıtraten) esenlik için yaratılmış bir mahluktur. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve sürekli olarak karşılıklı destek ve yardımlaşmaya ihtiyacı vardır.’ Bu metinlerin hepsinin arkasında yatan ana felsefe, yani insanı hayvandan ayıran temel fark olarak vurgulanan şey, insanların toplumsal mahluklar olduğu ve sosyalleşme olmadan insanın insanlaşamayacağıdır. Hollywood’un Tarzan fantezisi gibi ‘bir çocuğu bıraksak ormana, ne olur acaba’ düşüncesi hepimiz için cezbedicidir, çünkü bir tane örneği yoktur ve insan ezelden ebede sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla bu felsefeyi en fazla öne çıkaranlar, o dönemde bu toplumsallığa en fazla ihtiyacı olan insanlardır.
Öyle disiplin vurguları var ki bu işçilerin, mesela cam imalatçıları düzenledikleri toplantılara katılıp toplantının disiplinini bozacak biçimde konuşanları, dedikodu yapanları, görev rotasyonuna uymayanları, devamsızlık gösterenleri ciddi para cezalarına çarptırıyorlar. İşçi küluplerinde bahse tutuşanlar, kumar oynayanlar yine cezalandırılıyorlar. Sucular kendi ahlak kurallarını koyuyorlar; temiz olmayan kadınla yatanlar, frengi hastalığına yakalananlar para cezasına çarptırılıyorlar. Ahlak anlayışı derken romantize etmiyorum (Son tahlilde emekçi sınıfların ahlak anlayışından, oldukça ahlakçı bir boyutu olan bir anlayıştan bahsediyoruz. Hafifmeşrep kadınlarla bir araya gelmek yasak ve onlara göre o kadınların damgalanması tümüyle ahlaka uyan bir fiil. Osmanlı’da da ‘katran çalmak’ adında bir uygulama vardır; Kapılar siyah boyayla boyandığında o evde oturan kadınların ‘hafifmeşrep’ kadınlar olduğu ve oralardan mahallenin uzak durması gerektiği vurgulanmış olur.) Ancak öyle ya da böyle bu kuralların hepsi kendilerine olan özgüvenleri ve benlik kaygılarından kaynaklanan kurallardır. ‘Biz kendi hayatımızı kontrol edebiliriz, kendimize saygımız var ve yaşadığımız ortamı da bu şekilde düzenleriz.’ demek istiyorlar.
FABRİKA UYGARLIĞI: NE TUHAF KELİMELER
‘Modern Devlet ve Polis’ kitabımda kullandığım ve İngiliz işçilerine ait dergilerde birtakım serzenişler vardır; ‘Bizim hakkımızda sanki polislik kurumunun hiç var olmaması gerektiğini düşündüğümüz yönünde bir algı var. Burjuvaların ahlaklarına çok düşkün oldukları için polisi istediklerini, işçilerin ahlaki olarak düşkün oldukları için polisi istemediklerini iddia ediyorlar. Biz de polis istiyoruz, düzenli yaşam bizim de temel kaygımızdır.’ falan diyorlar. Burda da açık ve net olan şey, saygınlık talebidir. Dolayısıyla hayat standartlarındaki değişimleri çayla, etle vs. değil, benlik duygularının zedelenip zedelenmediği ile ölçüyorlar. Mesela o dönemde burjuva ideologları tarafından ‘Fabrika Uygarlığı’ndan bir medeniyet olarak bahsedilirken bu insanların yapıp ettiklerinden, yazdıkların anlıyoruz ki; Fabrika Uygarlığı denen şey, köylüler için açık alanlarda özgürce çalıştıkları ortamını, zanaatkarlar için nitelikli emeklerinin, çocuklar için ‘oyun’un ve hepsi için de güvencenin kaybolması demektir. Marks ‘işçiler temel öznedir’ tezinin altını şu şekilde doldurur; ‘Şu anda herkesin hayatta belirli bir varlık nedeni vardır. Oysa işçilerin varlığı ancak onlara ihtiyaç duyulduğu kadardır. Yani, piyasa ve kapitalizmin ona ihtiyacı olmadığı zamanlarda işçi yoktur.’ Dolayısıyla Marks, böylesi bir güvencesizlik haline maruz kalan insanların sistemin değişmesinden en büyük çıkarı sağlayacak insanlar olduğu sonucuna varır. Ne derlerse desinler ve tükettikleri mal ne olursa olsun, yapıp ettiklerine baktığımızda hepsinin bir yoksunlaşma içinde olduğunu görüyoruz.
LİBERALİZME KARŞI MÜTEKABİLİYET
Ahlak iktisadı dediğimiz şeyi merkeze alan bu onurlu mücadele nasıl bir muhalefete tekabül ediyor; 1820’ye 1830’a geldiğimizde çok ilginç şeyler görmeye başlıyoruz. Bahsettiğimiz muhalefeti temsil eden işçiler John Locke’un liberalizmine karşı devlet müdahelesini savunuyorlar. Çünkü devlet müdahelesi libareller için bir kısıtlama anlamına gelirken, bu insanlar için kendinden çok daha güçlü olana karşı mücadeleyi mümkün kılacak bir yolu ifade ediyor. Hepsi rekabetin yerine karşılıklılığı (mütekabiliyet) mekeze alıyorlar. Rekabete karşı karşılıklılık. Mesela Owen şunları yazıyor: “Toplumun mevcut düzeni gerçekleştirilebilecek en anti-sosyal, en basiretsiz ve en akıldışı düzendir. Onun etkisi altında insan, doğasının bütün yüce ve değerli niteliklerini bebeklikten itibaren bastırmıştır. Ve de en zararlı eğilimleri ortaya çıkarmak için doğal olmayan araçlar kullanılmıştır.” Owen bunları söylediğinde Marx henüz genç bir yaşta ve yazıp çizmeye başlamamıştı. Yani bunları Marx okuyarak söylemiyorlar. Ve bu insanlar ‘sermaye nedir?’ diye sorulduğunda “biriktirilmiş emektir” diye cevaplıyorlar. (Marx ilerde tam da bunları anlatacak zaten) ‘Nereden biriktirilmiş?’ diye sorulduğunda “biçarelerin yiyeceğinden ve içeceğinden” diye yanıtlıyorlar. Dolayısıyla 1820-1830’lara gelindiğinde bütün bu mücadelenin sonunda geldikleri yer: “Bizler birbirimize muhtacız ve bunun bilincinde olarak bir toplumsal düzen kurmamız gerekiyor.”
Teori bölümüne yani biraz daha işin hakikat kısmına gelince; 1820-1830’lardan başlayan bu hak ve adalet mücadelesini neden ortaklaştıramıyoruz ve neden bu mücadeleden sistemik bir model üretemiyoruz, sorusu karşımıza çıkıyor.
E. P. THOMPSON VE YENİ-SOL ELEŞTİRİSİ
Frankfurt ekolü önemli Marksist ekollerden biridir. Marksiz m eleştirisi yaparak işe başlamışlardır. Adorno, Max Horkheimer vs.gibi adamların başını çektiği grup, işçi sınıfının devrimci bir özne olmaktan çıktığını ve işçi sınıfını merkeze alan bir sosyalizm projesi kurmanın artık mümkün olmadığını iddia ettiler. Çünkü onlara göre işçi sınıfı kapitalizm tarafından satın alınmıştır ve işçi sınıfının bütün maddi ihtiyaçları kapitalizm tarafından doyurulmuştur. Bu sebeple artık yeni bir özneye ihtiyaç vardır. Bu özne de toplumun daha ayrıcalıklı kesimleri olan öğrenciler ve meslek sahipleri gibi grupları tarafından temsil edilmektedir. Eğer daha âdil ve insanî bir düzen kurmak istiyorsak bunu yeni olarak tarif ettikleri özneyle başarmak durumundasınız. Çünkü artık işçilerin maddi koşullarının düzeltilmesi talebi karşılanmıştır. ‘Peki bu gerçekten öyle mi?’ diye bir soru ortaya çıkıyor. İşte E. P. Thompson tam olarak yeni solun ortaya attığı bu yeni düşüncenin ortaya çıkardığı “gerçekten öyle mi” sorusuna cevap vermek mücadelesi veriyor. E. P Thompson her marksist gibi çok polemikçi bir adamdır. Bir taraftan Frankfurt Okulu gibi okulların temsil ettiği yeni solla mücadele ederken diğer taraftan da Ortodoks Marksizmle mücadele etmektedir.
E. P. Thompson’un yeni sola verdiği cevabın hülasası şudur: “Hayır, durum hiç de sizin söylediğiniz gibi değil. Siz işçilerin durumunu bilmediğiniz için bunu söylüyorsunuz. İşçilerin temellük edilemeyecek, iktidar tarafından sahiplenilemeyecek ahlak talepleri vardır ve zaten tarihlerine baktığınızda da bunu görürsünüz. Yeter ki o taleplerin ne olduğunu bilin ve o taleplerle etkileşime geçin ve ondan sonra onlarla mücadeleye girin.”
Tabii ki burada ortaya çıkan sonuca baktığımızda mevzubahis edilenlerin İngiliz işçi sınıfı olduğunu görürsünüz. Benzer dönemlerde Türkiye’deki işçi sınıfına baktığınızda farklı bir sonuca ulaşabilirsiniz. Çünkü İngiltere ve Türkiye’nin kültürü birbirinden çok farklıdır ve insanlar fabrika hayatına yetiştikleri kültürün içinden gelmektedir. Dolayısıyla ne tür bir kültürün içinde geldikleri, nasıl bir direniş mekanizmaları olduğu, neye direndikleri, nasıl bir söylem stratejileri olduğu gibi faktörlerin hepsi yerel bağlamlar tarafından belirleniyor. Bu sebeple bu durum üzerinden kitabî bir solculuk yapmak ve işçilerin yapıp ettiklerine dair mutlak bir kanaat üretmek mümkün değil.
E. P. Thompson’a dönecek olursak; Yeni-solla ya da başka bir ifadeyle Frankfurt Okulu’yla ilgilenen bu İngiliz entelektüelin Ahlak Ekonomisi’ni ilk gündeme getiren adam olması bir rastlantı değildir. Hatta bu tarz bir mücadeleye girmesi tam da böyle bir nedene dayanmaktadır. Burada konuşmamız gereken şey, neden bu mücadelenin bütünsel bir sonuç çıkaramadığıdır.
EMEK MÜCADELESİ NEDEN SİSTEMİK VE BÜTÜNSEL BİR SONUÇ YARATMADI?
Bu soruyu cevaplamak için çok kıymet verdiğim ve aynı zamanda öğrencisi olma şansına eriştiğim Frankfurt Okulu’nun son temsilcilerinden Axel Honneth’e (Tanınma ve Ahlak meseleleri üzerine çalışmaları olan Alman akademisyen) referansla konuşacağım. Axel Honeth’e göre; toplumda değer gören ve tartışmaya değer bulunan bütün adalet kavramları, burjuvanın bizim önümüze koyduğu ve sadece eğitimli insanların tartışabileceği adalet anlayışlarıdır. Biz özellikle müesses nizamdan faydalanan burjuvaların kurduğu sistemi tartışıyoruz. Oysa yoksulların deneyimine yani sınıf tecrübesine baktığınızda son derece kısmî ve parçalı adaletsizlik tecrübeleri yaşadıklarını görürüz. Bütün bu kısmi ve parçalı adaletsizliklerden sonuç çıkarmak yani bütünsele doğru gitmekte belirgin bir zorluk vardır. Dolayısıyla müesses nizamın savunucuları bütünsel bir düzen kurmak zorundadırlar. Çünkü onlar bu sistemden en çok nemalananlardır. Onlar bu düzenin herkes için mükemmel ve âdil olduğunu ispat etmeyi zorunlu kılan bir mahalle baskısı altında yaşarlar. Oysa işçi sınıfı, bir sistemin meşruluk veya gayr-i meşruluğunu ispatlamak gibi bir mecburiyet hissetmez. Onlar doğrudan sınıf tecrübeleri üzerinden bir mücadele yürütürler. Bu sebeple sahip oldukları bilinç, bir adalet bilincinden ziyade bir adaletsizlik tecrübesinden kaynaklanmaktadır. Sahip oldukları adaletsizlik bilincinin içinde çok örtük bir adalet bilinci var ve bunu açığa çıkarmak gerekiyor. İşte birinci zorluğumuz bu örtük bilinci açığa çıkarmak oluyor. Şunu da belirtmek gerekir ki; Bu zorluğa sebep olan şey, işçi sınıfının bilişsel kapasitesinin düşük olması değildir. Bu zorluğu ortaya çıkaran şey, biraz ‘lanetli’ olarak tanımlayabileceğimiz, günlük tecrübelerden kaynaklanan sınıf bilincidir.
Yoksulların ve işçi sınıfının maruz kaldığı adaletsizlikleri dile getirmek konusunda karşı karşıya kaldığı ikinci bir zorluk var; o da devletin ve sistemik güçlerin, yoksulların bu adaletsizliği dile getirmelerini mümkün kılan dili ellerinden almasıdır. Onların kendilerini ifade etmelerini mümkün kılacak bütün dilsel ve kültürel semboller, sistemik güçlerin kontrolünde olan medya tarafından ellerinden alınmıştır. Ki medya dediğimiz şey zaten tam da bu işe yarar.
Peki bunu nasıl yaptılar? Sistem sizi kendi dilinizi kurarken münferit mağduriyetlerinizi ifade etmekten men eden ve genele vurduğunuzda karşılığı olan bir üslup geliştirmeye mecbur eder. Bu konuda Türkiye örneğindeki Alevî meselesini örnek olarak verirsek, Alevilerin yaşadıkları kişisel mağduriyetlerin haddi hesabı yok iken bunları bütünsel bir sorunun parçası olarak sunamıyoruz. Yani bu mağduriyetler, tekil olarak bütüne dair bir anlam ifade edemiyor. Bu örnek üzerinden düşündüğümüzde Türkiye’deki Kürtlerin ve işçi sınıfının mağduriyetlerini anlamlı bir bütünsellikte ifade edebilsek bile sistemleştirmek konusunda bir zorlukla karşılaşıyoruz. Bütün o tekil sesleri güçlü bir sese dönüştürmek gibi bir zorluktan bahsediyoruz ki, dünyada kurulan bütün komünist partiler bunu gerçekleştirebileceği iddiasıyla ortaya çıkarlar.
BÜTÜN MAĞDURİYETLERİ İFADE ETMEYİ MÜMKÜN KILACAK BİR DİLİ İNŞA ETMEK
Peki buna dair ne yapılabilir? Aslında bu durumun geçmişe baktığımızda da aynı olduğunu bilmek ferahlatıcı bir şey; çünkü 18. 19. yy.’da da halkların bu mücadelesi görülmemiştir. Eğer Marksist tarihçiler E. P. Thompson’la beraber ortaya çıkıp,” biz bu sessiz olan insanlara ses vermek istiyoruz, bu sesi duyulmayan insanların sesini duyurmak istiyoruz, biz aşağıdan yukarı tarihçilik yapacağız. Çünkü tarihi bu insanlar yapıyor, devlet falan değil” dememiş olsalardı bu seslerin çoğunu yine duyamayacaktık. İşte E. P. Thompson gibi insanlar aşağıdan yukarıya tarihçilikle şunu dediler:
- Bizim bu insanlara saygınlıklarını iade etmemiz lazım.
- Bu insanların geçmişten gelen bir mücadele tecrübeleri var. Eğer biz kapitalizmin hegemonyasına karşı mücadele edeceksek, bu mücadelelerden hareketle bunu karşıt bir hegemonya üreterek yapmalıyız.
İkinci bir zorluk ise marxizmin çeşitli varyantlarının tamamıyla sahiplendiği bir zorluktur. O da şudur ki; bizim zihin kalıplarımız adaletsizliğin ölçülebilir bir şey olmasını ister. Ve bu vesileyle de ölçülebilir olan adaletsizliğin giderilmesini de ölçülebilir olarak tasavvur eder. Oysa benim bugün anlattığım şeylerin hiçbiri ölçülebilir bir adaletsizliğe karşılık gelmez. Bu insanların ifade ettikleri bütün o adaletsizlikler de ölçülemeyen bir yerden yükselir. Marksizmin çeşitli varyantlarının sahiplendiği ve her şeyi maddi talepler ve ihtiyaçlar üzerinden okuyan söylemin temel gerekçesi budur. Maddi ihtiyaçların karşılanıp karşılanamadığı ölçülebilir bir durumdur ve bu ölçülebilirlik adaletsizliği daha görünür bir hale getirir.
DAHA FAZLA TÜKETİM, DAHA AZ HUZUR
Tarihçilerin yaptıkları önemli bir tartışma vardır; Acaba sanayi devrimiyle beraber insanların yaşam standardı yükseldi mi yoksa düştü mü? Bazı tarihçiler elbette yükseldi diyor ve buna delil olarak da istatistiki verileri gösteriyorlar. Çünkü indekslere baktığımızda insanların daha fazla çay içtiklerini, daha fazla et tükettiklerini ve daha fazla tereyağı tükettiklerini görüyoruz. Fakat E. P. Thompson ve Hobsbawm çıkıp buna itiraz ediyorlar. Onlara göre insanlar daha fazla tüketmeye başlamış olabilir, ama onların tecrübelerine ve ne deneyimlediklerine de bakmak gerekir. Neticede arşivlere gidip bu insanların ne deneyimlediklerine bakıyorlar. Mesela Manchester’daki bir yün eğirme kalfasının yazdığı risaleye bakıyorlar. Bu risalede yün eğirme kalfası kendini Batı Hint adalarındaki kölelerle karşılaştırıyor ve oradaki kölelerin daha özgür ve açık havada bir ortamda çalışmaları nedeniyle kendisinden daha mutlu olduğu sonucuna varıyor ve şunu söylüyor; “İngiliz eğiricinin, kölenin açık alanından ve cennetin esintilerinden nasibi yoktur. 8 kat yüksekliğindeki fabrikalara tıkılı olarak heyula gibi makineler eşliğinde çalışır ve o makineler susana kadar dinlenmesi yoktur. Ve daha sonra ertesi güne hazır olmak için evine gider fakat ailesiyle tatlı bir ilişki için vakti yoktur. İstisnasız yorgun ve bitkindir.” İşte bizim zihni kalıplarımızın ölçemediği şey budur. Son tahlilde amaç eğer insanın mutluluğuysa, bunu sadece bir hayat standardı ve maddi eksenler üzerinden anlamak mümkün değildir. Tam bu noktada E. P. Thompson’un burjuva tarihçilerine söylediği sözü tekrar etmek gerekir; ”insanlar daha fazla şey tüketip daha mutsuz olabilirler.” Peki bu mutsuzluğun kaynağı ne? Özerkliklerinin ve bağımsızlıklarının kaybı. Bu insanlar temelde kendi hayatları üzerindeki kontrolü kaybettikleri için feveran etmekteler.
Bu dönemde bahsettiğimiz duruma tepki olarak makine kırıcılık (ludizm) akımının ortaya çıktığını görüyoruz. İşçiler kaybettikleri şeyi geri kazanmak için makinaları kırmaya başlıyorlar. Hiç de rasyonel olmayan bu tepkinin altında yatan neden, makinenin çalışmasının işçiyi çalışmaya mahkûm eden şey olmasıdır. Bu anlamda Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filminden bahsedebiliriz. Charlie Chaplin makineler arasında ne yaptığını bilmez halde gidip gelmektedir ve artık çıldırmak üzeredir. Bu durum Marx’ın yabancılaşma meselesini de açıklayan mükemmel bir örnektir. Çünkü işçi artık ne yaptığını bile bilemeyecek kadar aptallaştırılmıştır. O sadece vida sıkar o ama vidasını sıktığı şeyin neye dönüştüğünü bile bilmez haldedir. Dolayısıyla temel itiraz noktalarından bir tanesi bu yabancılaşma meselesidir. Bu adamların asıl talebi ekmek ve tereyağı değil. Elbette ekmek ve tereyağı da talep ediyorlar. Fakat temelde adalet ve özgürlük talep ediyorlar. Âdetlerinin tekrar uygulanabilir olmasını talep ediyorlar, aile ekonomisini talep ediyorlar, güvence talep ediyorlar ve doğayla daha barışık bir dünya talep ediyorlar. Ve bizim duyamadığımız işte bu talepleridir. Maddi hayat ve kültürel hayat arasında her zaman bir örtüşme yoktur. Maddi hayat terakki ederken kültürel hayat erozyona uğrayabilir ki, bu insanların başına gelen tam da budur. Bazı Marksistlerin iddia ettikleri ‘bütün hayat maddi hayat tarafından belirlenir’ denklemini kurmak mümkün değil. Dolayısıyla her şeyin maddi hayata indirgendiği bir bakış açısı temelden yanlıştır. Bu insanların itiraz ettikleri esas şey, kültürel hayatlarındaki yoksunlaşmadır. Bu sebeple sınıfsal eşitsizliği sadece maddi eşitsizlik olarak anlamamak gerekir. Kültürel hayatımızdaki, psikolojik hayatımızdaki bütün eşitsizlikler vs. Bütün eşitsizliklerin mecz olduğu bir eşitsizliğin var olduğunun bilincinde olmak ve bu meseleye dair ne yapılabileceğini düşünmek gerekiyor.
İŞÇİ SINIFININ İNANDIĞI ŞEYLERDEN BİHABERİZ
İstanbul Emek-Adalet’ten Alpkan Birelma arkadaşımız “Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi” diye 2000 sonrası bazı sendikalaşma örneklerini incelediği bir kitap çıkardı. Bu kitapta tam da sizin söylediğiniz şeyin paralelinde sendikalaşma mücadelesinin sadece emek mücadelesinden ibaret olmadığını ve aynı zamanda bir haysiyet mücadelesi verildiğini söylüyor. Fakat anlattıklarınızdan yola çıkarak benim aklıma bazı sorular da takılıyor. Bu soruların birinci; evet tarihsel bazı zorunlu çalışma yasaları var. Bunlardan bir tanesi, insanların Zonguldak madeninde çalışmaya mecbur edilmeleri için tarıma kota koyulması ve neticesinde insanların tarımdan koparılarak madende çalışmaya mecbur edilme örneği. Fakat bunun dışında son zamanlarda şöyle bir durumda görüyoruz. İnsanlar köylerde daha iyi maddi koşullara sahip olsalar bile ısrarlara şehirlere taşınıyorlar. Tabi bu söylediğim şey benim şahsi tespitim ve kişisel gözlemlerime dayanıyor. Yani onları bilimsel verilerle ispat etmem mümkün değil. Dolayısıyla insanların ısrarla şehirlere göç etmesine neden olan ve geleneksel ilişkiler içerisinde de mevcut bir haysiyet mücadelesi olabilir mi? Yani onun haysiyetini kıran veya şahsiyetini aşağılayan şey sadece kapitalizmin doğurduğu ilişki ağı mıdır? Yoksa buna sebep olan bazı geleneksel durumlar da mevcut olabilir mi?
Elbette sizin söylediğinizde bir haklılık payı var. Yani bizim kapitalizme dair söylediklerimizden hareketle geleneksel ilişkilerin çok özgürleştirici olduğuna dair bir zehaba kapılmamak gerekir. Bizim istediğimiz hayat herkesin herkesten sorumlu olduğu ve herkesin herkesi tecessüs ettiği ve bu sözde sorumluluklar üzerinden birbirine baskı kurduğu geleneksel bir hayat mıdır? Sorgulamasını hepimizin yapması gerekir. Bu geleneksel hayat biçimi özellikle kadınlar için çok baskıcı yönleri olabilen bir hayat biçimidir. Fakat bu geleneksel hayatın mücadele sathında kullanılabilecek nüveleri vardır. Yani bir sistem bütünüyle iyi ya da kötü değildir. Fakat geleneği bütünüyle silip atmak mümkün değildir. Çünkü gelenekle olan bağlantıyı kurmak gibi bir mecburiyetimiz var ki, Müslümanlık tam bu açıdan önemlidir. Benim de dâhil olduğum grup içinde yaşadığımız veya mücadelesini verdiğimizi düşündüğümüz işçi sınıfının inandığı şeylerden bîhaber durumda yaşıyoruz. Ve buradan neyi devşirebileceğimize dair en ufak bir fikrimiz yok. İnsan doğası meselesi önemli. Azınlıkta bir grup Marksist Marks’ta ‘insan doğası’ vardır diyor. Bilimsel Marksistler böyle saçmalıklarla uğraşmayalım diyebiliyor.
İŞÇİLERE TEBLİĞ EDİLEN DEVRİM
Türkiye’de sosyal dayanışma, sosyalizm, sendika denilince dini dışlayan bir söylem anlaşılmakta, en azından muhafazakar çevre tarafından. Türkiye’nin sınıf mücadelesinin başarıya ulaşması için nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olması dolayısıyla dindarlarla barışması gerekmiyor mu? Sosyalizm Türkiye’deki dini çevrelerle nasıl bir araya getirilebilir? Ayrıca, küçük bir anekdot anlatmak istiyorum. Batıköy’de bir arkadaşımla ayaküstü muhabbet ediyoruz. TKP’nin dergilerini dağıtıyorlar. Başörtülü bir kadın geçtiğinde ise vermiyor. ‘Niye?’ diye sorduğumda ‘onlar anlamaz’ dedi. ‘Devrimi baştan kaybettin, bu ülkenin kadınlarının çoğu başörtülü’ dediğimde ise ‘devrimi yapalım, bunları dönüştüreceğiz’ dedi.
‘Devrimden Sonra’ filmindeki bir sahnede bir adam gelir, işçiler oturmaktadır, onlara döner ve ‘devrim oldu’ der. Ama işçiler bakıyor, haberleri yok. İşçiden habersiz devrim! Kim yaptı bu devrimi? Tebliğ edilen devrim!
Geçenlerde bir TV programında Birleşik Haziran Hareketi konuşuluyordu. Programın konuğu olan Alper Taş; “İlk gündem maddemiz islamofaşizm ile savaşmak.” Bu beyan Müslümanlar ile birlikte siyaset yapmaya kesinlikle karşı olduklarının beyanı aynı zamanda. Siyasete aktif olarak katılmış birisi iktidar için faşizm eleştirisi yapabilir ancak ‘islamofaşizm’ dendiğinde bir Müslümana bunun AKP’nin politikalarına bir karşı çıkış olduğunu anlatmak mümkün değil. Böyle bir üslup problemi var.
Müslümanlarla solcuların iletişimsizlik sorunu için iki tarafında ‘ne yapıyoruz?’ diye sorması gerekiyor. Ama ben sol cenahın eleştirisini yapayım. Kemalist pozitivist gelenek genlerimize kadar işlemiş. Kurtulduğumuz sandığımızda bile bir olay oluyor ve içimizdeki cevher yeniden ortaya çıkıyor. Müslümanların da Müslümanlık adına yapılan tüm kötülükleri kendi içlerinde muhasebe etmeleri ve dışarıya aksettirmeleri lazım. Ermeni soykırımı dahil. Beğenmediğimiz şeyler için ‘biz bunu yapmayız’ diyemeyiz. Kuzey Kore sosyalist değildir diyemezsin, sosyalist işte. Demek ki ideolojin buna cevaz veriyor. Tarihe bakıp Kapital’in, İslam’ın neye cevaz verdiğini görmek gerekir. AKP’nin ciddi bir hegemonyası var bu halkta. Kemalizm’de böyle bir hegemonya yoktu, güçle baskıyla kuruyordu. Burada ise hem kültürel hem politik bir hegemonya var. Kitlenin içinde bulunduğu yerden 500 m öteye gidip “haydi bize katılın, buraya gelin” demek mantıklı değil. İnsanların neyin içinde olduklarını bilmeden konuşmak anlamsız.
İKİ KUTUPLU HAKİKAT ALGISI
Beni Müslümanlar özelinde hayal kırıklığına uğratan şey Gezi’deki süreçtir. Nasıl yüz çevirdiklerini, Erdoğan’ın restine inandıklarını anlayamıyorum. Öngörümüzü kullanarak o süreçte ‘Adalet ve Saygıya Çağrı’ metni hazırladık parti olarak. Gezi’ye katılan her kesimden kişilerin imzasını almak için. Kürt, Müslüman, Alevi, LGBT yani tüm Türkiye. Metin “Erdoğan size yalan söylüyor, burası gelecek tasavvurumuzu oluşturduğumuz yerdir” mesajı veriyordu. -Bahsedilen Gezi, Gezi Meydanı’ndaki. İstanbul’un başka bir semtindeki bile değil- İmza alacağımdan çok emin olarak Müslümanlara gittik. Erdoğan kutuplaştırıyor ama biz kutuplaştırmaya karşıyız diyoruz. Ve son derece uzlaşmacı bir metin. Gelen itirazlardan birisi metnin kutuplaştırıcı bir yazı olduğuydu. Başka bir itiraz “LGBT’nin onur mücadelesi” dediğimiz için kabul edilemeyecek ve kimseye önerilemeyecek bir yaşam tarzı olması. 10’a yakın Müslüman aydının imzasını aldık ama. Tarık Tufan’la uzun uzun konuştuk; “AKP iktidar oldu diye biz örgütlenmeyi bıraktık. Bundan sonra imam-hatip liseleri kapanacak başörtüsü yasaklanacak. Müslüman üniversiteli gençler biz örgütlenmeyi niye bıraktık diye düşünmeye başladılar, kendi aralarında bunu tartışıyorlar” dedi. İki taraf birbirinden farklı hakikat algısı oluşturmuş.
Gezi ve diğer yerler ayrımı yaptınız zaten. İstanbul gerçekten farklıydı. Gözden kaçırdığımız; Kemalist olmayan reflekslerle sokağa çıkanlar azınlıktaydı. Başörtülüleri rahatsız eden insanlardı Gezi’ye destek verenler Ankara’nın Çankayasında. Komşusunun tavırlarından ötürü hassasiyetleri zedelenmiş bir kişi Gezi’yi komşusu üzerinden deneyimledi ve öyle konumlandırdı. Erdoğan’ın anlattığı fantastik hikayeye de maalesef inanıldı çünkü süreç, deneyimledikleri yaraları ve eski yaraları ortaya çıkarmıştı. Bir hafta evden çıkamayan başörtülü arkadaşlar oldu.
Ama şöyle bir şey var; öyle deneyimler var ki zaten hepsi oraya eklemleniyor ve sahiciliğe kavuşuyor geçmişte yaşananlar. Ama biz orada namaz kılan insanları göstermeliydik. Hegemonya mücadelesinde Dolmabahçe’de caminin müezzini derdini anlatamadı. Kabataş olayını hafsalamızın almaması gerekiyordu.
Molotof ile nasıl saldırı, yağma olduğunu Halil Berktay anlattı. O bile anlatıyorsa sadece muhafazakar kesim bunları söylemedi. Davutoğlu’na itibar eden kesim onun açıklamalarını görünce inanılır buldu. Erdoğan’ın halkı inandırması için sağdan soldan malzemeler toplandı.
Polis şiddeti ile öldürülen insanlar. ‘Darbe oluyor’ diye korktular. Ama devletin şiddetiyle bu kadar karşılaşmışken bunu gösteremedik.
MEMLEKETİN ÖZ EVLATLARININ KURDUĞU BİR BURJUVA İKTİDARI
Mısır’daki darbe olmadan önce Mursi’nin meşhur konuşmasında sürekli ‘şeriat’ deniyordu. Liberallerin, sekülerlerin endişelerini körükleyen bir konuşma yaptı. Ciddi bir kalabalık indi sokağa. Gece gündüz bildiri yazan sosyalist gençler vardı. Mursi’ye tepki vardı. Hareketler kuruldu, Ulusal Kurtuluş Cephesi vs. azımsanmayacak bir kalabalıktı. Ordu darbe yaptıktan sonra ile Gezi’deki kalabalıkla nasıl müzakere süreci oluşturacaktı ve nasıl çözüm oluşturulacaktı, bu bir soru benim için. İleriki aşamada nasıl organize edilecekti? Pratiği ile ilgili ciddi çekincelerim vardı. Hegemonik bir yapı, evet iktidarı elinde tutuyor, bürokrasiye hakim, ordu elinin altında. Gücü kolaylaştıran sebepler var. Erdoğan kutuplaştırıyor ama bu dil kurulurken bunu kolaylaştıran sebepler vardı. Sorum ise kendini İslamcı olarak tanımlayanların solculaşmasını nasıl yorumluyorsunuz? Sol söylem Türkiye’deki İslamcılar tarafından AKP iktidarı döneminde ortaya çıktı. Neden? Sayıları az olsa da Antikapitalist Müslümanlar için bir temayül var.
Eşitsizlik görülmeye başladı. Müslümanların içinden çıkmış bir iktidar. Artık bu düzen benim düzenim değildir, diyemiyor. Otobüsteki başörtülü ile ciple giden başörtülü. Deniz Baykal’ın kurduğu bir iktidarda değilsin. Bu burjuva iktidarı ve memleketin öz evlatlarının kurduğu bir burjuva iktidarı. Benim günahım değil diyemiyor; Tahayyülümüz bu değildi diyor ve eleştirisi daha hakiki.
28 Şubat sürecinde Avrupa’ya gidip okumuş ve bugün holdinglerde çalışan kadınla tekstil atölyesinde çalışan kadın arasındaki fark ortaya çıktı. Sosyal konum olarak belirginleşmemişti. 90’larda hepsi aynı potanın altına giriyordu. Sol söylem, neo-liberalizm ayrımı filizlenmiş. Müslüman halk için “kıyametin kopacağını bilsen dahi elindeki fidanı dik” diyen bir peygamber var. İstanbul’a bakıyorsunuz; Bir talan var. Bunun üstünden bir muhalefet var artık.
Allah korkusu olan adam nasıl kanal açar? Ben diyor İstanbul’a kanal açacağım. Ucuz bir modernizm var Erdoğan’da. “Ben her şeyi yapabilirim, insanım ya” düşüncesi mevcut. Allah yapmadıysa sen niye yapıyorsun demez mi insan?
Siz dediniz ya ben metinden Kuzey Kore’yi çıkarabilirim. Kur’an’dan da böyle talana izin veren bir yorum çıkabilir. Işid de Fethullah Gülen de çıkıyor o metinden. Kur’an’dan “doğayı sizin emrinize verdik” ayetini ‘bu imar şekillendirme anlamındadır’ diye devşirilebiliyorlar.
‘Biyolojik çeşitliliği yok etme yasası’ çıktığında eyleme gelen başörtülü bir kadınla konuştuk. Ekolojistler olarak ‘doğanın parçasıyız, sahibi değiliz’ diyoruz. Müslüman ekolojistlerin açıklamakta güçlük çektiği şey, eşref-i mahlukat oluşu insanın. Çerçeveye en aykırı durum bu. Bu sorun belki şöyle açıklanabilir; “Varlıkların en şereflisiysen, yeşile zarar vermemektir sana yakışan” denebilir ama metinden istediğini çıkarabiliyor sonuçta.
AŞILAMAZ İLKELERİMİZ OLMALI
Ahlak ekonomisinden, kapitalist sistemde işçi sınıfının yerinden, suç-ahlak ilişkisinden bahsettiniz. Şuna değinmek istiyorum; hayvanların işçiliği, canlı olarak değil yenmek için var olan diye bakmamız, giydiğimiz kürkler, denek olarak kullanılan hayvanlar. Kapitalist sistemin vahşice bir hayvanın öldürülebilmesi ve yaşam şartlarının çok çirkin oluşu bir problem. Eskiden kıtlık halinde adak olduğunda veya hayvan hastalandığında kesilirdi hayvanlar. Ünlü vegan aktivist ‘Barış yemek masalarında başlar’ der. ‘Eğer bir devrimden konuşulacaksa kapitalist sistemde hayvanların yeri ne?’ sorusuna yanıt verilmeli. Meşhur bir hikayedir. Adamın biri vejeteryan bir lokantada oturuyor. Canı et yemek istiyor. Garsona sipariş veriyor ve tavuk eti yemek istediğini söylüyor. Tabi garsonun cevabı “ Kesebiliyorsan ye” şeklinde oluyor. Tabi biz de bu adam misali aslında tavuğun kesim aşamasını ve o süreçte neler yaşandığından bihaber et siparişi veriyoruz lokantalarda. Önümüze steril bişey geliyor sonuçta. Bu konularında –hayvan katliamları- adalet perspektifinden ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bir diğer husus da Özgecan cinayeti. Bu tarz cinayet/tecavüz olaylarında ceza olarak idam gündeme getirildi son günlerde. Siz bu konularda neler düşünüyorsunuz merak ediyorum.
Kant’ın ‘aşılamaz ilke’ dediği bir prensibi vardır. Bizim hayatımızda da böyle ilkeler olmalı bence. Hayatımızın birçok alanında bir infial durumunda hemen ihlal ettiğimiz birçok ilke vardır mesela. Yani öyle bir ilkeden bahsedelim ki Kant’ın ifade ettiği aşılamaz ilkelerden birisi olsun bu ilkeler. Bence idam da bu aşılamaz ilkemiz olabilir. Hiçbir durumda kabul edemeyeceğimiz bir şeydir idam cezası.
ADALET KAVRAMI SAĞIN TEKELİNE BIRAKILMAMALI
Bir toplumda adalet duygusu çok önemlidir. Mesela Türkiye İşçi Partisi’nin yayın organının adı “Sosyal Adalet”tir. Birçok Marksist zamanında bu adlandırmayla da dalga geçmiştir. TİP marksistliğini saklamak için böyle dandirik bir adlandırmaya gitti, denirdi. Oysa Mehmet Ali Aybar adaletin toplumda nasıl bir yansıması olduğunu çok iyi biliyordu. Ben şimdi bir kahvede konuşsam insanlarla, birçok kişi beni ciddiye almaz, Marksist ağızla konuştuğumuz için pek sallayan olmaz. Oysa Mehmet Ali Aybar hiç de alt sınıflardan olmamasına rağmen halk ile çok iyi bir iletişim kuruyordu.
Biz de mesela Parti’yi kurduğumuzda – tabi o zaman HDP bünyesinde siyaset yapmıyorduk- 4 adalet diye bir şey ortay koymuştuk. Bu 4 adalet kavramı üzerinden partiyi tarif ediyorduk. Bunlar; katılım adaleti, çevre adaleti, iklim adaleti ve tanınma adaleti idi. Mesela İttihat ve Terakki Cemiyeti de Fransız İhtilalinin 3 prensibini kendine ilke edinmişti. Uhuvvet, musavvat ve hürriyet. Fakat Fransız devrimcilerinde olmayan bir diğer slogan vardır İttihat Terakki’de; O da Adalet prensibidir. 1908’de bu ülkede gerçekleştirilen devrimde akla gelen ilk kavram “Adalet” idi. Çünkü adaletle ilgili bir problem olduğunu düşünüyorlardı İttihat Terakkili devrimciler.
Öte taraftan ilginçtir Türkiye’de birçok parti/siyasal oluşum bu kavrama dahi temellük etmiştir. Birçok parti adalet ve ahlak kavramını kullanmaktadır ayrıca. Adaleti, parti ismi olarak kullanmıştır bu partiler. Özellikle sağ partiler kavram olarak adaleti tekellerine almışlardır. Adalet Partisinden başlayıp Adalet ve Kalkınma Partisine kadar birçok parti bu işi yapmıştır. Peki, bu iki önemli kavram neden belirli oluşumların tekeline bırakılmıştır? Bu konu üzerinde düşünmek gerekmektedir.
Diğer soruna gelecek olursak, benim hayatta en değer verdiğim gruplar – yağ çekmek için söylemiyorum bunu- hayvan hakları ile ilgili mücadele veren gruplar olmuştur. Senin gibi aktivistleri gerçekten takdir ediyorum. Benim için çok zor bir alan senin pozisyonun. Tümüyle vegan bir hayatı tercih etmek benim yapabileceğim bir şey değil. O yüzden takdir ediyorum belki de.
Hocam ben de tam vegan değilim aslında. Ama olmaya çalışıyorum diyelim . Öğrenci evinde vegan olmak da zor gerçekten. (Gülüşmeler…)
TÜRKİYE SOLU “DEFEATISM” HASTALIĞINDAN KURTULMALIDIR
Tabi Türkiye’de bu tarz mücadelelerde de ilerleme var. Eskisi gibi değil gerçekten. Benim önemli bulduğum bir kavram var, ‘defeatism’. Ayrıca Türkiye toplumunda da çok yaygın. Bu “yenilgici ruh hali” hayatımızın birçok alanını etkisi altına alıyor. Kurulan partilere ve performanslarına baktığımızda bunu iyi anlayabilirsiniz. Mesela TİP 1965’de kuruluyor. Ve katıldığı ilk seçimde %3lük önemli bir başarıyla 15 milletvekili sokuyor Meclise. O zaman büyük bir başarı bu sol açısından. 1969 yılında da buna yakın bir başarı gösteriyor. O tarihten itibaren 40 yıl geçiyor ve siz meclise bir vekil sokamamışsınız. 2009’da Ufuk Uras giriyor Meclise. Adama yapmadıklarını bırakmadılar solcu arkadaşlar. “Ruhunu kime sattı” diye birçok itham da bulundular. Tamam, genel mecliste yoksunuz peki yerele bakalım . Yerelde ne yapıyor Türkiye solu? 40 yıllık tarihimizde yerelle ilgili de bir başarı yok aslında. Bir Fatsa’mız var, gece gündüz Fatsa ile yatıp kalkıyoruz. Durum bundan ibaret. Genel Meclis’te yokuz. Yerel Meclislerde yokuz. Tamam diyorsunuz, siyasete bu şekilde dahil olmadınız peki işçilerin zihniyetini, kültürünü değiştirmek için ne yapıyorsun oraya bakalım diyoruz. Orda da bir şey yok. Peki kardeşim o zaman bu ukalalık nerden geliyor, ben bunu anlamlandırmakta güçlük çekiyorum doğrusu. Bu defeatism hastalığından kurtulmak lazım bir şekilde. Yeniden öğrenmenin, hatalardan ders almanın yolunu bulmak gerekiyor. Öğrenmeyi denemeli, başka birşeyler yapmaya çalışmalıyız. Sürekli olarak faturayı başkasına kesmekle bu işlerin çözümüne ulaşılamaz. İlk önce birtakım sorunları sorun olarak tespit edeceksin ki ona göre çözüm bulabilelim. Tabii biz bunları söyleyince birilerinin adamı olmakla itham ediliyoruz, orası da ayrı bir hikayedir.
Hocam katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Verimli bir oturum oldu bizler açısından.
Ergut: Ben teşekkür ederim. İyi akşamlar diliyorum herkese.