Cihan Tuğal Söyleşisinden Notlar

1 Response

  1. Vehbi Kara dedi ki:

    Emek ile kapitalizm arasında zıtlıklar ve çıkar çatışması olduğu, sanayi devrimi öncesinde insanları işe koşmak veya bir başka ifade ile sömürebilmek için fiziksel zorlama kullanıldığı, iddia edilmiştir. Günümüzde ise manevi zorlama ön plana çıkmakta bu manevi zorlama süreci “manipülasyon” kavramı ile açıklanmakta ve kültür ile gerçekleştirildiği ifade edilmektedir.
    Kapitalizmin kendisini dayandırdığı temel unsurun üretimden tüketime doğru bir kayışı gerektirmiş olduğu iddiasıdır. Kapitalizm, karı bireyselleştirirken rizikoyu toplumsallaştırmayı başarmış, bu maksatla emeğin manipülasyonu ortaya çıkmıştır.
    Manipülasyon emek üzerinde üretim ve tüketim amaçlı olmak üzere iki şekilde yapılmaktadır. Kapitalizm, tarihsel çıkışını üretimi arttırma esasına göre gerçekleştirmiş olmasına rağmen zaman içerisinde sadece üretim ile varlığını devam ettiremeyeceğini anlamış tüketimin de kapitalizmin varlığını sürdürmek için vazgeçilmez bir şart olduğu ifade edilmiştir. Temel üretim unsuru olan insana olan ilgi bu sayede temel tüketim unsuru olarak insan şeklinde kabul görmeye başlamıştır. Bu değişikliğin nedeni manipülasyon sürecinin tüketim esnasında daha verimli olduğunun anlaşılmasıdır. Zira insanların sadece bir kısmı üretim sürecine katılırken toplumdaki bireylerin tamamı tüketim sürecine belirli derecelerde katılmaktadır. Günümüzde gelinen noktada kapitalist sistem üretim ve tüketimi bir bütün olarak ele almakta sistemin kurgusu emek üzerine dayanılarak tasarlanmakta ve uygulanmaktadır .
    Emeğin insan faaliyetine verilen niteleme olduğu, ücretin emeğin karşılığı olduğu bir sistem insana dönük dengeyi (adaleti) sağlayamayacağı düşünülmektedir. Nursi, bu nedenle kapitalizme, ecir yani ücret dönemi demiş ve biteceğini söylemiştir. Malikiyetin bu anlamda küçük özel mülkiyeti ifade edilmiş ve emeğin alınıp satılmadığı insanca bir dengeyi sağlayacağı üzerinde durulmuştur.
    Kültür kelimesi Türkçeye Fransızca “culture” kelimesinden geçmiştir. (Ocult; inanç, soyut değerlere inanmak) Önceleri “ekip-biçmek” anlamında kullanılırken zamanla hayvan yetiştirmeye ve sonunda da zihin yetiştirmeye doğru bir anlam genişlemesine uğramıştır .
    Kültür kelimesinin ilk kapsamlı tanımlamasını tapan Sir Tylor’a göre “insanın toplumun üyesi olarak elde ettiği bilgi, inanç sanat, ahlak, hukuk, adet ve diğer yetenekler ile alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür ”.
    Etimolojik geçmişi ile “kültür” kavramının insanların davranış kalıplarını oluşturmada bir bağ, zihin yetiştirme işi olduğu ortaya çıkmaktadır . Her toplumda maddi ve manevi kültür kodları o toplumun egemen zihniyet yapısının temel etkenlerini oluşturur . İnsanlar genel bir bakış açısı ile toplum içinde yaşıyor olsa da aslında öncelikle gruplar içerisinde yaşamaktadır. Gruplar iki şekilde sınıflandırılmaktadırlar: Birincil ve ikincil gruplar. Birincil gruplar, ikincil gruplara göre bireyin ve toplumun üzerinde daha etkilidir .
    Kültürün aktarılma mekanizmasında da birincil grupların ikincil gruplardan daha etkili olduğu ileri sürülebilir. Birincil grupları değişime zorlayan dış unsur ikincil gruplar arasında sayılan “rol ve statü” özelliğidir. Özellikle toplumun alt tabakaları için içinde bulundukları gruptan başka bir gruba geçme yani statü değiştirme arzusu herkes tarafından bilinen bir durum olduğu söylenebilmektedir.
    Çalışma kavramı İbranice “avodah” ve köle anlamına gelen “eved” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir . Arapçada da “abd, ibadet” kelimesi ile ifade edilir. Fakat İslamiyet’te ibadet sadece Allah için yapılır. Bu durumda İslamiyet’in köleliği düşünce bağlamında kabul etmediği ve çalışmaya bakışında farklılık gösterdiği düşünülebilir. Çalışma ile ilgili olarak tarihsel bakış itibariyle ilginç sayılabilecek düşünceler üretilmiştir.
    “Antik çağ düşünürlerine göre zorunluluk ve sıkıntı veren anlamları içeren çalışma ifadesi, Latincede işkence aleti olan “tripalium”dan türetilmiştir. İngilizcede ise zahmet, yorgunluk, ıstırap çağrışımları yapan “labo(u)r” kelimesi emeği tanımlamak üzere kullanıldığı görülmektedir ”.
    Çalışmanın işkence, eziyet ve aşağılık gibi kavramlardan günümüze değin geçirdiği değişim dikkat çekicidir. Bugün çalışmaya duyulan arzu ve çalışmanın gerekliliği tartışılmaz bir hal aldığı ifade edilmektedir. Bunun nedeni olarak küreselleşmenin beraberinde getirdiği tüketim toplumu anlayışı gösterilebilir. Birisi için çalışmak diğer bir deyişle “emeği sunmak, bir başkası için sağlanan ve hayatta kalmak için gerekli olan unsurlara ulaşmak için gereklidir ”. Almak için öncelikle vermenin gerekli olduğu iddia edilmekte çalışmanın bütün insanların normal durumu olduğu; çalışmamanın ise anormal olduğu kabul edilmektedir.
    Çalışma kavramının günümüzdeki kullanımı, kişinin bir bedel karşılığı bedensel veya zihinsel işgücünün bir başkasının isteği doğrultusunda üretici güç olarak kullanılmasıdır. Tarihin çeşitli dönemlerinde insanın çalışması için yaratıldığı ifade edilmektedir. “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur ” ayeti çalışmanın öneminden bahseder. Çalışma ve özellikle çalışma ahlakının, üzerindeki inançlardan yani ruhsal kökeninden bağımsız şekilde açıklanamayacağı bir gerçektir.
    Kölelik, mahkûm çalışması gibi bir çalışma biçimini içerdiği için gerek gözetleme gerekse örgütlenme masrafları yüzünden en az etkin olan yöntem olarak değerlendirilmiştir. Ortaklaşa yani işbirliği ile belirli bir amaç için çalışma ise en etkin çalışma biçimidir. İnsanlar heyecan ve şevk verildiğinde daha yoğun ve güçlü çalışmaktadırlar. Bu durum ancak savaş ve devrim gibi olağanüstü dönemlere özgü bir çalışma biçimidir .
    Marks, ekonomiye göre yorumlanmış tarih ile ekonomi politiğin, toplumsal gelişimini anlayıp etkilemede en önemli bilimler olduğunu ileri sürmüştür. Hegelci diyalektikten yararlanarak tarihsel ilerlemeyi; çizgisel olmayan, sınıf mücadelesi ve devrimlerle gerçekleşen bir fikir olarak geliştirmişti. Toplumsal mutabakatın bir doğa yasası olduğunu ve ancak kapitalizmin önüne geçen sürekli bir mücadele yolu ile sağlanabileceğini iddia etmişti .
    Marks’ın çıkış noktası olarak Ricardo’nun emek-değer teorisi gösterilmiştir. Ancak emek değeri ile işçilerin emek gücünün değeri arasında bir ayrım koyarak bu teoriyi dönüştürmüştür. Emek, kendisinin yeniden üretimi için gerekenden daha fazla emek gücü gerektiren özel bir mal olup artık değer meydana getirmekteydi. Bunun sonucunda servet artık değere el koyan burjuvazinin küçük bir tabakasının elinde birikiyordu. Kapitalist ekonominin, sermayenin sürekli olarak bir yerde yoğunlaşmasına ve küçük ölçekli bağımsız teşebbüslerin yıkımına yol açtığı ifade edilerek servetin birikmesi, halkın proleterleşmesini ve proleterler arasında yoksulluğun sürekli artması sonucunu doğurduğu söylenmiştir.
    Hâlbuki servetin endüstriyel sistemde kendine gereken işçileri bulabilmiş olmasının derinindeki temel neden olarak ihtiyaçların serbest bırakılmış olması iddia edilmiştir. Sistemin derin mantığı olarak Marks’ın sandığı gibi büyük sayıda insanın fakirleşmeleri ve köleleşmelerinde olmayıp tersine giderek daha fazla sayıda ve müreffeh tüketicilerin meydana getirilmesi olduğu ifade edilmektedir. Tüketim kültürünün ön plana çıkarılması başka bir kültür ayırımını göstermekte diğer bir ifade ile tüketim kültürü ve bu kültürün çalışma üzerindeki etkisi, dikkat çekici olarak sunulmaktadır.
    Batı kapitalizminin, yeni olan düzenli bir “meslek” çatısı altında rasyonel-metodik çalışmayı kendine vazgeçilmez bir hayat ilkesi ve felsefesi haline getirmiştir . Kapitalizmin kendisinin dahi emek ve çalışma ile açıklanması, günümüzdeki emek ve çalışma anlayışı üzerinde kapitalizmin derin etkilerinin olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
    “Kültür ile emek arasındaki ilişki şu yaklaşımla da ortaya konulabilir: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içerisinde meydana getirilen bütün maddi ve manevi değerler ile bunların ortaya çıkmasında sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olarak yapılan kültür tanımı ile emek, ister ücretsiz ister ücretli olsun, bedeni ya da zihni üretim süreci olduğuna göre her iki kavram da ortak nokta olarak insanı görmektedir. Her ikisi de insan tarafından meydana getirilmektedir. Sadece konuya bu açıdan yaklaşmak bile her iki kavram arasındaki paralelliği ve birbiri ile olan ilişkiyi ortaya koymaktadır ”.
    Kapitalizmin en önemli sorunlarından bir tanesi; talep yetersizliği olup aynı zamanda ortaya çıkan ekonomik krizlerin de en önemli nedenlerinden bir tanesi olduğu ifade edilmektedir. Ekonomik talep belirli bir doygunluk noktasından sonra giderek artan bir hızda düşmekte ve bu durum atıl kapasitenin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sisteme özgü bu işleyiş ve hastalıktan kurtulmanın yolu ise aşırı tüketimi pompalamak ve israfı teşvik etmekten geçmektedir. Talep düşüşü ve emeğin verimliliğindeki azalışa paralel olarak kar oranlarının düşmesi de sistemde faiz üzerinden sağlanan aşırı finansallaşma ile telafi edilmektedir. Bu durum kapitalizmin anarşik bir yapıya sahip olduğu ve bu işleyişin düzenlenemediği takdirde tekelci bir yapıya evrilerek krizleri sürekli hale getireceği endişesi söz konusudur.
    Endüstri toplumundaki çatışmanın; kaynak kıtlığı ile değil daha çok kaynakların bölüşümü ile ilgili bir çatışma olarak kabul edilmesi gerektiği iddia edilmektedir. Endüstri toplumu sorunlarından birisinin aşırı üretim olduğu doğru olmakla birlikte bu sorun günümüzde ihtiyaçların manipülasyonu ile aşılmaya çalışılmaktadır. Ancak ihtiyaçların manipülasyonu da beraberinde bambaşka yeni sorunlar doğurmaktadır. İnsanlar aşırı bir tüketim içine çekilmiştir ve aşırı tüketimin finansmanı ise sistemin zayıf noktasını oluşturan, çeşitli yöntemlerle borçlanma yolu ile finanse edilen dolayısı ile bugünkü büyümenin borca dayalı, sanal bir büyüme olduğu dile getirilmektedir. Sistemin belirli aralıklarla kriz içine girmesinin arkasında yatan temellerden birinin, borçlanma pahasına da olsa tüketimin sürdürülmesi olduğu sık sık ifade edilmektedir.
    Kapitalizmin ilk ayırt edici özelliğinin sanıldığı gibi makine değil, saat aracılığı ile düzenlenmiş olduğu, örgütlenmiş zamansal düzenlilik ile ifade edildiği görülmektedir. Günümüzde zamanın, aslında kapitalizm tarafından meydana getirilmiş bir kavram olduğunu söyleyenlere dahi rastlanmaktadır. Kapitalizmin saat aracılığı ile zamanı tanımlayabilme, parçalara bölme, yeni zaman dilimleri icat edebilme ve bunu bütün topluma benimsetebilme gücü şaşırtıcı olduğu kadar ürkütücü olarak değerlendirilmektedir.
    Zaman algısı kültürel bir algıdır ve emeğin manipülasyon sürecinde etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Kapitalizmin ortaya koyduğu ve manipüle ettiği zaman algısı ise “çizgisel, geri dönüşü olmayan, sürekli ileriye doğru akan ve homojen bir özellik” olarak göstermekte ve düşünülmektedir. Kapitalizm tarafından manipüle edilen zaman algısı, özellikle örgütlenme düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Ford, işleri küçük parçalara bölüp sabit duran işçilerin önüne akan bir bant getirdiğinde, bu düzenleme yeni bir teknolojik temele dayanmamaktaydı.
    Fordizmin başarısının temelinde mekân ve zamanın o güne kadar görülmemiş bir biçimde yeniden düzenlemesinin yatmakta olduğu iddia edilmiştir. Önceleri endüstri devriminin ihtiyacı olan disiplinli emek için kullanılan zaman, giderek çok boyutlu bir manipülasyon aracı haline dönüştürülmüştür. Örneğin ilk dönemlerde çalışma süreleri alabildiğince uzunken güncel gelişmeler, gerek çalışma sürelerinin azaltıldığını, gerek esnek çalışma modellerinin adı verilen yeni çalışma ilişkileri biçimleriyle de çalışan bireylere daha fazla boş zaman sağlandığını göstermektedir. Ancak burası şüpheyle yaklaşılması gereken bir durumdur. Çünkü kapitalizmin karşılık beklemeden hiçbir şeyi kendiliğinden verecek anlayıştaki bir sistem olmadığı sık sık vurgulanmaktadır.
    Günümüzdeki çılgınlık boyutuna ulaşmış ve mutlulukla özdeşleşmiş tüketim tutkusu düşünüldüğünde, sistemin amacının birinci üretim süreci olan çalışma zamanı dışında, ikinci bir üretim zamanı olarak tüketim ile bir sarmal oluşturmak ve böylece hacmi artacak bir biçimde üretim-tüketim dengesinin devamlılığını sağlayarak kendi varlığını sürdürmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle artan, çeşitlenen ve esnekleşen “boş zamanın” aslında sistem tarafından düşünülmüş bir manipülasyon mekanizmasının kilit noktasını oluşturmakta olduğu değerlendirilmektedir.
    Çalışmayı oyun ya da sanat gibi başka hoşa giden şeylerden ayırt etmenin en iyi yolu zorunluluk ilkesidir . Kapitalist sistem, nasıl ki bireylere ne zaman çalışacaklarını dikte edebiliyor ise aynı şekilde ne zaman dinlenebilmeleri gerektiğini de dikte etmektedir. Dolayısı ile boş zaman temelde çalışma düzeni tarafından oluşturulmaktadır ve kapitalizm günümüz anlamı ile zamanı sadece hâkimiyet altına almamış nasıl kullanılacağının da sınırlarını çizmiştir.
    Bireyler üretici oldukları kadar aynı zamanda tüketici olma özelliğini de taşımaktadırlar. Bu özellik kapitalist ekonomik sistemin gözünden kaçmamış bireylere mesai saatleri içinde üretme, mesai saatleri dışında tüketme görevini yüklemiştir. Bunun nedeni, modern ekonomik aktivitenin kesin olarak tüketime dayanması olduğu ifade edilmiştir. Bu amaçla bireylere boş zaman kavramının benimsetilmesi ve ekonomik ihtiyaçları doğrultusunda boş zamanlarını nasıl kullanacaklarının öğretilmesi gerekmektedir .
    Bu süreçte mekânlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, oyun/temsil salonları, parklar, turistik bölgeler, aktiviteler gerçekte tüketimciliği arttırmanın kapitalist sistemi restore etmenin aracı kurumları olarak öne çıkmıştır . Kapitalizmin özünün sadece üretime dayanmadığı, üretim tüketim sarmalına dayandığını da söylemek mümkün olmaktadır. Ancak bu sarmalın sürekli olarak büyüyen bir sarmal olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Bu nedenle “kapitalizm üretim ve tüketimi sürekli olarak arttıracak biçimde davranmaktadır ” görüşü gittikçe kuvvet bulmaktadır.
    Artan kredi kartı borçlarının boş zamanlardan seve seve vazgeçerek fazla mesai yapmaya ya da ek iş yapmaya istekli bir çalışan ordusu meydana çıkartması şaşırtıcı değildir . Kapitalist sistem zaman algısını tümüyle kuşatmış ve manipüle etmiş bulunmakta bireylerin üretme yükümlülükleri çalışma zamanı ile tüketme yükümlülükleri de boş zaman ile tanımlanmış bulunmaktadır .
    Emeklilik ve turizm için de aynı süreç geçerlidir. Çalışanların mutlaka tatile çıkması gerektiği yönünde yaygınlaşan genel kanı bu savı destekler niteliktedir. Çünkü turizm faaliyetlerine katılan bireylerin beklentileri vardır ve bu beklentiler görsel ve yazılı etkinliklerle yapılandırılır ve sürdürülür . Bu noktada yine “algının manipülasyonu” kavramı gündeme gelmektedir .
    Bireyler mevcut ekonomik sistem içerisinde kendilerini öyle bir konumlandırılmışlardır ki, eğer kimliklerini ve sosyal statülerini kaybetmek istemiyorlar ise yoksul olduklarının ya da yoksullaştıklarının izlenimini bırakmamak için ne olursa olsun tüketmek, daha çok tüketmek zorundadırlar. Böylelikle sistem ücretli çalışmak zorunda olanları tüketim-çalışma sarmalına çekmiş bulunmaktadır . Hâlbuki insan esir olmak istemediği gibi ücretli olmak ve kapitalist sistemin kölesi olmak da istemez.
    Emek, toprak ve paranın meta işlevi görevi yapmasının piyasanın doğal işleyişinin bozulmasının ilk adımı olduğu görüşü vardır. Buğra, Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm” isimli eserinde piyasa ekonomisinin meta efsanesi üzerinde kurulduğunu yani emek, toprak ve para için sanki bunlar satılmak üzere üretilmiş olan bir mal gibi olduğunu, bunlar için serbest piyasa kurulması gerektiği eleştirisinde bulunmuştur. Yani Polanyi’nin “insan doğasına aykırı” dediği piyasa toplumunun, insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, iddia edilmektedir. Ekonomik liberalizmi eleştirmeye kalkanların ağır bir şekilde eleştirildiği, korumacılık önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarının varlığı, onlara hizmet eden popülist politikacılar ile birlikte olarak görüldüğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği ifade edilmektedir. Oysa emek, toprak ve paranın, meta olmadığı görüşü güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Emek, insan faaliyetlerine verilen addır, toprak insanın içinde yaşadığı doğa, para ise merkezi güçlerin üretim ve değişime sosyal amaçlar doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla meydana getirdikleri satın alma gücüdür . Bunları meta gibi örgütlemeye kalkmak insana, insanın içindeki doğaya ve insanın üretim düzenine doğal olmayan bir saldırı olduğu söylenmiştir.
    Polanyi, emeğin piyasa dışına alınmasının, rekabetçi emek piyasalarının kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturduğunu ifade etmiştir. Paternalist devlet, emeği savunuyormuş gibi görünür fakat uzun vadede yaptığı şeyin onu kendi olmaktan çıkararak, örgütsüz ve savunmasız bırakmak olduğu iddia edilmektedir.
    Kapitalist ekonomik sistem içinde hür olarak yaşamlarını sürdüren kölelerin varlığından bahsetmek mümkündür . Ekonomik piyasaların genişlemesi insanı piyasanın bir aksesuarı yapar ki, bu durum doğal bir süreç değildir . Çünkü doğal olmayan tarihsel dönemlerin arkasından insanlık, faşist ve baskıcı yöntemler ile karşı karşıya kalmıştır. Kar merkezli şirketlerin oluşturduğu kapitalist sistem halkı koruma konusunda güvenilemez zira onların asıl amacı karlarını arttırmak ve para kazanmaktır. Ne zaman kar etme şartları ile halkın çıkarları ile ters düşecek olsa her seferinde kar etme seçeneğinin tercih edildiği görülmüştür.
    Ücretlilik esasına dayalı bir sistemin çökeceği iddiası sinema filmlerine televizyon dizilerinde dahi gündeme gelmektedir. Dizinin kahramanları, kapitalist sistemin esareti altına girmek istemeyen kişiyi takdir ederek “bizden 100 yıl ileride yaşıyor” şeklinde övmektedirler. Bahse konu şahıs şu ifadelerle kapitalist sistemi ve onun dayattığı ücretli sistemi şu şekilde eleştirmektedir:
    “Ben zaten Bodrum’da yaşıyorum. Benim için 12 ay tatil zaten. Çalışmak bir çeşit esarettir. Sistem insanları krediler yolu ile borçlandırıyor. Sonra da o borcu ödemek için daha çok çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Daha çok mal edinme hırsı modern köleliktir. İnsanın kapitalist sistemin dayattığı gibi çalışmaya ihtiyacı yok ki! Çalış, çalış, çalış, yiyeceğin bir tas yemek. Ne kadar ev alırsan al sonuçta oturacağın sadece bir tanesidir. O herkesin tapınılacak kadar önem verdiği para, bankada olan digital bir rakamdan ibarettir ”.
    Bahse konu film ve televizyon dizilerinde kapitalizmin insanı köleleştirdiğine vurgu yapılmakta buna mukabil çalışmanın erdemi ve güzelliği gözden kaçırılmaktadır. Her ne kadar ücretli sistem dayatılarak insanların büyük bir kısmı modern bir köle olarak maniple edilmiş olsalar da gerçek özgürlük tembel tembel oturmak değildir. İnsan bu dünyaya sadece yemek içmek ve yaşamak için gönderilmiş olsa idi bu duruma hak verilebilirdi. Fakat insan şu dünyaya bir me’mur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiştir .
    Malikiyet ve Serbestiyet Devrinde ise köleliğin artık tamamen ortadan kalkacağı; zamana, mekâna ve tüketime bağlı manipülasyonun daha önceden olduğu gibi devam edemeyeceği tekâmül-gelişme prensipleri doğrultusunda hareket edileceği düşünülmektedir. Çünkü kapitalizmde olduğu gibi sistemin devamlılığı geniş bir ücretli emekçi kitlesinin kontrol altına alınmasını ve üretim-tüketim sarmalının çalışmasını gerektirmez. İnsanlığın bu dönemde daha erdemli ve başkalarının haklarını korumak konusunda daha bilinçli olacağı değerlendirilmektedir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir