Cihan Tuğal Söyleşisinden Notlar
16 Temmuz günü İstanbul Düşünce Evi’nde Cihan Tuğal ile yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz:
Konuyu baştan Türkiye’den kurmayacağım. Bu protestoların son 4-5 son iki senedir daha şiddetli şekilde dünyada yayılmasının arkasında ne hangi nedenler var onlardan bahsedeceğim, oradan da Türkiye’deki özgün koşullara geçeceğim. Dünya düzeninin çözülüş sürecinde olduğunu düşünüyorum ama gerçekten buna bir alternatif var mı, böyle ciddi bir mesele var. Ve bu dünya çapında yayılan protestolardan bir alternatif çıkar mı… Özellikle son 4-5 senedir ön plana çıkan ülkeler İspanya, Yunanistan, Amerika, Tunus, Mısır, Türkiye ve Brezilya- en çok bunları vurgulayacağım. Buradaki protestolardan yeni bir yön alternatif çıkar mı? … Buradan da Türkiye’deki özgün durumlar ve sınırlardan bahsedeceğim.
Şimdi bence bu protestolar rastlantı değil, rastgele değil, çok benzer protesto formları yayılıyor, bunun nedeni sadece birbirini örnek almak veya bir komplo değil, bence çok sistematik nedenleri var. Ve iki ana diyalektikten bahsedeceğim, iççice de olan iki ana mekanizmadan. İlk mekanizma daha bariz olanı, daha siyasi ve askeri olanı, ikincisi ise daha toplumsal ve iktisadi olanı ve bu mekanizmayı biraz daha vurgulamak gerekir.
İlk olarak, askeri siyasi mekanizma: dünyanın bir önderi olduğunu görüyorsunuz, bu belli toplumsal kültürel değerlerin ihracı ile de oluyor…. Son on senedir Amerika’nın hem iktisadi modelinin hem askeri siyasi önderliğinin çözüldüğünü- özellikle Irak işgali ile görüyoruz. Bunun bir görüngüsü, önderlik ettiği dünyanın (Batının) rızasının alınamaması. Bir çözülüşün parçası olarak görüyorum ben bunları. Amerika’da, Vietnam sendromundan sonra, Kosova zaferinden sonra bir umut doğdu “biz hala askeri kontrolümüzü bir rıza ile örgütleyebiliriz” diye ama 2003 Irak ve sonra Arap baharında bu çözüldü. Amerika bütün bunlara çözüm bulamadı. Bir çözülüş sürecinin parçası olarak görüyorum ben.
Amerika’da daha iyi yönetimler olsaydı, belki bir iki yerde daha akıllıca taktikler izlenebilirdi. Ama sorun daha yapısal. Dijital teknolojilerin yayıldığı, kirli savaş sırlarının sürekli sızdırıldığın bir dünyada emperyal önderlik iyice zor hale geldi. Yani Amerika’nın artık “iyi” bir zafer kazanması çok çok zor bir şey haline geldi.
Bu dünya düzeninin çözülüşün bir boyutu, yani askeri-siyasi-diplomatik liderliğin çözülüşünün bir boyutu. İkinci boyutu iktisadi, toplumsal çöküş. Ekonomik çöküş sadece bir boyutu bunun. 2008’de bir ekonomik çöküş vardı, toparlanmış gibi görünüyordu. Ama bu çöküş hemen ardından İzlandalarda, iki buçuk sene sonra Amerika’ya geldi. İşgal ismi, “Occupy” ismi orada konuldu ama bu eylem formu başka yerlerde başlamıştı, hatta yavaş yavaş belki ilk adımları Tahrir’de başlamıştı.
Bu bahsettiğimiz ikinci iktisadi ve kültürel boyut İlk başta Mayıs ortalarında 2011’de İspanya’daki ayaklanma ile başlamıştı, biraz da Tahrir’den feyz alarak. Ancak Tahrir’den farkı, işgalin kendisinin amaç olmaya başlamasıydı. Ben biraz bunu açmak istiyorum aslında, bu Gezi süreci ve sonrasındaki forumların bütün bu eylemlerle de bağlantılı oluşunu, bu işgal formunun önemini vurgulamayı düşünüyorum birazdan.
Şimdi bu iktisadi ve toplumsal çöküşün bir boyutunu bu finansal kriz ile gördük, ve burada sallanan ülkeler Amerika, İspanya ve Yunanistan oldu. Yunanistan’da zaten bir süre vardı, 2011de arttı. Fakat daha ilginç olan ve açıklanması daha zor olan Türkiye ve Brezilya’ydı, çünkü bunlar Amerika’nın yaydığı Neo-liberal iktisadi modelin “başarılı” olarak uygulandığı ülkelerdi. Neo-liberalizm, Türkiye ve Brezilya’da kazandırmaya devam ediyordu. (hatta burada bir parantez açalım, Tunus ve Mısıra baktığımızda da orda bile işler o kadar kötü gözükmüyordu) Bu ülkeler hala büyüyorlardı, belki Türkiye kadar hızlı büyümüyorlardı ama gene de 5%, 6%, büyüme oranları vardı. Fakat Mısır ve Tunus, Türkiye ve Brezilya ile aynı kefede değil, çünkü oradaki iktisadi sıkıntıların başka boyutları var. Türkiye ve Brezilya’nın ortak yanı yoksulluğun azalması. İktisatta iki farklı yoksulluk ölçüsü oluyor. Biri mutlak yoksulluk, günde iki dolar altı kazanan insan oranı yani bir nevi açlığa mahkûm insan sayısı ülkedeki. Bir de görece yoksulluk var- bu Türkiye’de azalmadı, AKP iktidarında da azalmadı. Mutlak yoksullukta hem Türkiye hem de Brezilya’da çok keskin azalma oldu, bir taraftan büyüme, bir taraftan refahın artması sayılara baktığınıza bir takım ellerde çok toplanıyor gibi görünüyor ama, mahallelere baktığınızda- örneğin Ümraniye- eskiden Türkiye’nin en yoksul bir yeri iken, şimdi her tarafta AVM, her tarafta irili ufaklı dükkanlar, orta boy marketler ve bunlardan alışveriş eden yığınla insan. Yani en azından çıplak gözle baktığınızda bir bolluk ve refah algısı var.
Keza Brezilya’da da aynı şey var. Oradaki eşitsizlikler daha keskin olmasına rağmen. Yani bol para harcayan ciddi bir kesim var ve bunlar sırf toplumun yüzde onu değil. Ve buralarda bu başarılara rağmen sıkıntıların oluşması, olayın bambaşka bir boyutu- yani mesele büyüme ya da gelirin yeterince paylaşılmaması da değil. Türkiye’de böyle bir mesele olduğunu biliyoruz ama eylemin başını çeken profesyonel kesimlerde bu yüzden patlama olmadı.
Bu çok ilginç bir durum aslında.. Yani eşitsizlik var Türkiye’de ama mesele bugün gelirin paylaşımı değil. Eşitsizlik var ama mağdur olan kesimler değildi sokaktakiler. Eylemi gerçekleştirenler -aşağı yuları profesyonel insanlardı- mühendis, doktor, akademisyen, avukat, tasarımcı, yazar, öğretmendi. Ve bu yolda ilerleyen öğrenciler. Yani İspanya ve Yunanistan’daki eylemlerde de ayıran buydu biraz. Orada işsiz olacağını neredeyse kesinlikle bilen insanlar sokaktaydı, gençlik arasındaki işsizlik oranı 50% ve tırmanarak devam ediyor İspanyada mesela. Yunanistan’da da aşağı yukarı oran aynı. Fakat Türkiye’de sorun bu değil. Türkiye’de sorun, profesyonel kesimlerin hayatlarının aşırı sıkıcılaşması ve anlamsızlaşması. Ve de hayatın genel olarak yaşanılmaz hale gelmesi. Yani bu paralar kazanılıyor, tatil yapacak fırsatlar oluyor, araba ve ev sahibi oluyor insanlar- İspanya’daki sürecin tam tersi. İspanya zengin oluyor, ama gençleri yoksul, işleri yok, emeklilik imkanları yok, arabaları ve evleri yok. Bizdeki gençlerin ise ciddi bir kesimi son otuz yılın, özellikle Özal döneminin patlamasının ürünü olan profesyonel sınıftan, ve bu patlamadan mali olarak çok ciddi yararlanmış kesimler. Yani ailelerine göre daha rahat hayat süren kesimler. Bunların eylemlere katılmalarının sebebi yoksulluk, eşitsizlik ya da pastadan daha büyük pay alma isteği değil, bu işlerin vadettiği mutluluğu getirmemesi. Çünkü şehir aşırı daraltıcı bir hale geldi. Mesele Brezilya’da da çok benziyor buna. Bizde parktan koptu olay, orada bilet fiyatından koptu. Otobüs bileti fiyatı ile başlaması çok manidar, burada olay nasıl merkezi yerlerdeki parklardan koptuysa- (burada gene kısa bir not geçeceğim- merkezi, çünkü ara mahallelere baktığınızda orada insanlar belki on yıllardır görmediği kadar park görüyor ama diğer yandan merkezi alanlardaki parklar ortak alanlar yok ediliyor. Yani bu da hükümetin tabandan gelen takibe bazı açılardan açık olduğunu gösteriyor) ama kentin genel yaşanırlığını azaltan uygulamalar var bu büyük ortak alanlarda.
Brezilya’da ise büyük bir ulaşım sorunu var. İstanbul’da yaşadığımızdan çok daha büyük bir ulaşım sorunu var. Örneğin işe gidiş 3 saat işe dönüş 3 saat. Kamu ulaşımı çökertilmiş, toplum arabaya yöneltişmiş durumda. Orada patlak verenin burasıyla benzerlikleri de var farkları da. Orada yine orta sınıflar işin öncülüğünde ama bir farkı şu- eğitime ve sağlığa harcanan bütçe, Brezilya’nın daha fazla gündeminde. Fakat şuraya harcamayın dedikleri yer gene kentsel bir mesele. Çok büyük statlar kuruluyor Brezilya’da Olimpiyatlara hazırlık diye, ve bu çok büyük sıkıntılar yaratıyor orda. Yani kentsel mesele sadece birkaç ilin meselesi olan bir şey değil ve bu hem bir demokrasi meselesi, hem orta sınıfın alanlarının daralması meselesi, hem de asıl önemlisi- genel bir metalaşma durumuna işaret ediyor.
Bu sözcüğü, metalaşmayı özellikle vurgulamak istiyorum. Biz Gezi’deki eylemlere baktığımızda, temeldeki problemin bu olduğunu görüyoruz. Polis şiddeti, otoriterlik ve demokrasi sorunu var, ama olayın patlak verdiği yer, her şeyin alınıp satılır olması meselesi. Özellikle bu profesyonel kesim yaşamında kentsel yaşamın çekilmez hale gelmesi. Ve bu metalaşmayı sadece kent üzerinden değil insanların gündelik hayatlarında da görebiliyoruz- bir örnek- hayatın her saati bir çalışma saati haline dönüşmüş durumda. Çalışma saati olmayan saat yok artık ve piyasada bir karşılığı var bunun. Parasını almıyor olsam bile çok rahat hesaplayabilirim piyasadaki para değerini. Ve bu insan hayatında korkunç bir daralma yaratıyor.. Diğer bir örnek- en olmayacak yer diye düşündüğümüz tatil. Orada bile dizüstü var ve o dizüstü kapandığında bile bu durum devam ediyor. İnsanlar artık ilişkilerine, bizim de sosyal bilimlerde çok sevdiğimiz bir kavram olan sosyal kapital olarak bakıyorlar. Buna bazı sosyal bilimciler eleştirel olarak bakıyorlar, bazıları da olumlamak için söylüyorlar. Yani zenginlerin bankada sermayesi var, ama onun haricinde de tüm toplumda olan bir sermaye de her ilişki bir sermayedir diye anlatır sosyal bilimciler bunu. Ama artık giderek genişleyen profesyonel kesimlerin yaşamında tüm ilişkilerin, örneğin tatilde kurulan arkadaşlıkların bile işyerinde yükselmeye yönelik bakılıyor olması durumu var. Ben bu ilişkiden nasıl bir meslek sıçraması yaşarım düşüncesi. Dolayısıyla tatilde doğal arkadaşlıklar diye kuruluyor gibi görünen bir ilişkide de alttan altta bir metalaşma var. Bu tam da hayatı daraltan bir şey, ve Gezi’ye katılan kesimin oraya bu kadar sarılmasının nedeni de bence bu.
Ben yine İspanya ile bir karşıtlık kuracağım; İspanyadaki en yaygın sloganlardan birisi “evim yok, işim yok, emekliliğim yok, dolayısıyla korkum yok” idi ve orda polisle ölümüne çatışıyorlar. Peki, bizim “küpeli gençler” bazıları ayda bin lira üstü kazanan gençler niye slogan atıp, barikat kuruyor? İspanya’daki slogan atılamaz burada bu profesyonel sınıf tarafından. Sosyoloji insanların zaten binlerce yıldır sosyal sermaye biriktiriyor olmasından söz eder. Şu anda ise profesyonel sınıflar/sermayedarlar bunu bilinçli yapıyorlar, buna metalaşma diyoruz. Ama belki sermaye sınıfı açısından bu o kadar sorun yaratmıyor çünkü varoluşları zaten bunun üzerine kurulu, profesyonellerin ise hayatta başka beklentileri de olabiliyor, estetik vs. gibi ve bu kadar metalaşmayı kaldıramıyorlar. Ve bence Gezi’deki meselenin bu kadar “abartılması” da ondandı. Çünkü bu kesimler, özellikle gençler, Türkiye’nin en metalaşmış yıllarında doğdu; Gezi’de ilk defa sermaye ile sınırlandırılamayacak bir sosyal ilişki ve bir çevre yaşadılar, o barikatları el ele kurmada vesaire ve sosyal ilişkiyi sırf kendisi için tattılar. İlk defa insan sevgisinin kendisi için insanlarla ilişki kurdular. Ve o yüzden bu parkı, bu meydanı insanlar bu kadar canhıraş bir şekilde savundular.
Şimdi şuna dikkat çekmek istiyorum- hem Tahrir’de, hem Taksim’de, hem Amerika’da, hem Brezilya’da olan bir şey, bu işgal formunun yaygınlaşması. Bu işgal formu aslında eski bir anarşist eylem biçimi. Sosyalistlerin, komünistlerin, sosyal demokratların çok itibar etmediği bir “yerinde komün” kurma anlayışı. Anarşistler mesela-Hollanda’da, özellikle kuzey ülkelerinde, hep yaparlar bunu, orada hayatın doğal bir parçası haline gelmiştir, orda komün kurarlar, polis bile buna göz yummaya başlamış. Özellikle Danimarka, Hollanda ve bildiğim kadarıyla İsveç’te. Günümüzün farklılığı artık son 2-3 yıldır bunun kitlesel hale gelmesi ve anarşizan ülkelerin dışına taşmış olması. Amerika ve İspanya’nın geçmişine bakarsanız orada da anarşizm var tarihsel olarak, ama Amerika’da çoğunlukla unutuldu bu ve şimdi geri dönüş yaptı.
Ben bunların dönüş yapmasının net olarak bu kentsel dönüşüm ile bağlantısı olduğunu söylüyorum. İnsanlığın bayağı bir ortadan kalkması lazım ki insanlar vicdana odaklansın, aynı şekilde ortak alanların gitmesi gerekir ki, insanlar şiddetli bir şekilde ortak alanların yaratılması için uğraşsın. Türkiye’nin son 30 yılının hikâyesi de biraz da bu- yani bu müşterekler denilen alanların, Türkiye’de ve diğer ülkelerde hızlı bir biçimde ve yer yer de polis şiddeti ile ortadan kalkması. Ve şimdi toplum yavaş yavaş bunları zorluyor, yani müştereklerinin geri alınmasını. Onun için önceden solun ufak bir kesimine ait eylem biçimi kitlelerin eylemine dönüşebiliyor.
Ama bir de şunu görmek lazım, Batı Avrupa ve Amerika’daki eylemlerde bir finans meselesi de var. Yani borç ve paranın meta haline gelmesi. Oradaki mesele bundan koptu biraz. Yani bütün mesele kentsel dönüşüm değil, borçların, paranın ve finans sektörünün metalaşması. Occupy eyleminin Türkiye’ye hemen sıçramamasının sebebi bu, çünkü bizdeki borç meselesi henüz “toplumsal”, yani metalaşmamış. Ama bence bizdeki finans meselesi de kabardıkça, İspanya, İzlanda, Amerika gibi önümüzdeki ortak sorunları göreceğiz, onlar ile kaderimiz daha da birleşecek.
Şimdi bir kent ve doğanın metalaşmasından bahsettik, bir finansın metalaşmasından bahsettik- bir de Türkiye’de çok olmayan, bu tabloyu tamamlayıcı Bir şey var; emeğin metalaşması. Ve emeğin metalaşması meselesini biz Türkiye’de, Amerika’da vs. çok görmüyoruz çünkü Amerika ve Türkiye’de onun sancıları yaşanmış, zamanında atlatılmış ve sistem bu krizi büyük ölçüde çözmüş. Bunu en şiddetli biçimde biz Mısır ve Tunus’ta gördük. Emeğin metalaşması derken bir proletaryanın yaratılmasından bahsediyoruz, Türkiye’de tam olarak bir proletarya yok, yani vardı, şimdi de var ama çok büyük ve etkin değil yani geleneksel koruma mekanizmalarından tamamen arındırılmış, ve tamamen sermayedardan aldığı ücretle yaşayan bir kesimin yaratılması yok. Çünkü bizde toplumun büyük bir kesimi sadece ücretle değil yan mekanizmayla yaşıyor. Özellikle burada sosyolojide alt proletarya dediğimiz, düzensiz maaş düzensiz işle yaşayan bir kesim var. Mesela inşaat işçilerinin çoğu böyledir, o yüzden tam anlamıyla bir proletarya değildir. İnsanlar işçi ama metalaşmış bir emek gücüne sahip değil onlar. Emeğin metalaştığı yerler ise insanların gerçekten ücrete tabi tutulduğu, ücretten başka hayatını dayandıracak bir şeyin olmadığı ve kültürünü ve siyasetini onun etrafında kurduğu yerler oluyor. Ki Çin’in büyük bir kısmı şu anda hakikaten öyle. Mısır’ın belli yerleri öyle. Mesela Tahrir’dekiler değil, ama Mahalla ve Tanta diye iki yer var, 8 senedir falan oralarda tam anlamıyla emeğin metalaşması yaşandı.
Bu ve benzeri ülkeler dışında emeğin metalaşmasından kaynaklanan, daha bölüşüm odaklı, sömürü odaklı politikalar ve itirazlar, aşağı yukarı yok gibi. Yani Batı Avrupa’da da çok az var, Amerika’da da çok az var, Türkiye’de zaten yok. Türkiye’de isyan çok çok ağırlıklı olarak bir yeni küçük burjuva isyanı.
Buradan da bu isyanın sınırlarına gelebiliriz. Bir emek isyanının olmaması, daha geniş toplumsal kesimlere yayılmasına ve yeni değerlerin oluşmasına engel. Bu açıdan Mısır ve Tunus örnek (Tahrir ve Mahalla’daki isyanlar ayrı dalga boylarında yürüyor: işçi sınıfının talepleri, isyanın (Tahrir’de belirlenen) merkezine oturamıyor). Bu orta sınıf isyanların hiç ulaşmadığı yerler- Çin gibi, Güneydoğu Asya gibi yerlerde de işçi hareketleri var, ama bu isyan dalgasından çok kopuk. Yani tüm dünyada emeğin isyanı bu orta sınıf isyanından kopmuş ve bu kopukluk olduğu sürece, sistemi sarsıcı ya da daha önemlisi alternatif üretici bir şeyin çıkması zor görünüyor.
Hareketin aslında bir kentsel dönüşüm meselesi odaklı olmadığı, eylemlere katılan kesimlerin bu sorunu yaşamadığına bunun sadece sembolik bir meseleye dönüştüğüne dair bir soru vardı, onu cevaplıyayım-Bence aksine küçük burjuva bir kentsel dönüşüm projesinin hem yıkıcılığını hem yapıcılığını çok daha yüksek bir şekilde yaşadı. Örneğin Beşiktaş iskelesi, iskelenin gidiyor olması orada büyük sıkıntı yaratıyor. Mesele gecekondulardaki gibi ona şu kadar para vereyim, vs. ile halledilecek bir şey de değil. Başka bir örnek de Kadıköy’den- Haydarpaşa meselesi yüzünden yıllarca biriken bir öfke var. Bu projenin yeni küçük burjuvazi merkezli yerlere bir katkısı olmuyor. Örneğin Bağcılarda adam zaten AVM istiyor. Yani hareketliliğin bir orta sınıf meselesi olması ve bu işin sınırlarına geliyoruz yine. Mesele sadece parkın AVM olması DA değil. Kentin ulaşımıyla, binalarıyla, yaşanmaz hale gelmesi. Ümraniye’deki Bağcılardaki kişiye daha farklı dokunurken bu, Kadıköy ve Beşiktaş’taki insanlara başka şekilde dokunuyor. Onun için bu bir kent (ama aynı zamanda küçük burjuva) hareketi.
Kentsel dönüşümün ikna ve rıza süreçlerini nerden kurduğuna da tam da buradan bakmak gerekiyor. Mesela parkta bir süredir Fikirtepe’yi nasıl örgütleyeceğiz konuşuluyor? Ben de diyorum ki orda örgütleyemezsiniz. Çünkü pazar ve metalaşma süreci bir sorun değil kurtuluş. Ve bir sınıf atlama aracı. 35 yıldır de her şeyin kent rantı ile büyüyor olması durumu var. Kent rantı ve inşaat, turizm ve finans ile büyüyor her şey Türkiye’de. On sene önce kent sosyologları ciddi olarak “deniz bitti rant kalmadı” diyorlardı. Oysa Maltepe’de deniz dolgu yapılıp arsa oldu. Kuzey İstanbul var. Satacak çok yer var ve ikna süreçleri buradan çıkıyor. Fikirtepe’de, Ümraniye’de hiçbir şekilde sistemle sıkıntısı olan büyük kitleler oluşmaz. Ümraniye’de saatlerce parkta forum olacak dedikleri yeri aradık mesela. Yok, bulamıyoruz. Bulunca da ancak 50- 60 kişilik forumu “Tunceliler Caddesinde” bulduk. Orada da başka dinamikler var. Bu hareketin orta sınıfın dışına taştığı tek yer Alevi meselesi. Barikatların çoğunu da onlar kurmadı, yoksa sıkıntılar, polisin tepkisi farklı olurdu.
Ayrıca sekülerlik konusunda da bence durum şöyle bir şey- profesyonellerin hayatı yaşanmaz hale geldi ve bu kadar cengâverlik bu yüzden. Seküler hayatın tehdit altında olduğunu hissetmelerinden değil. Çünkü öyle olsaydı öyle slogan atılırdı. AVM olayı hep vurgulanmaya devam edildi. Bence sekülerlik bu hareketin çok çeperlerinde kaldı.
Bence bu hareketin iki temel bileşeni var, bir tanesi bu metalaşma hikâyesi, bir tanesi bu demokrasi ve otoriterlik meselesi- bence bu sekülerlik meselesi son yaşananla kesişiyor ve bence merkezdeki mesele, katılımcı demokrasi meselesi. Yani demokrasinin sadece sandıkla ve oy verme ile sınırlı olmaması. Ve zaten beklentileri aşırı şişirilen bu yeni küçük burjuvazi onun karşılığını siyasette de bulamıyor. Hem hayatın kendisi çekilmez hale geliyor, hem de siyasi olarak hiçbir güçleri yok. Ve bunu vurgulamamın sebebi diğer ülkelerde de bunun hep gündeme geliyor olması. Bütün bu ülkelerdeki farklılıklara rağmen, işte İspanya’da yaşlılardan, eski partilerden bıkma durumu, Yunanistan’da büyük kitlelerin hiçbir şekilde kale alınmaması ve her şeyin Avrupa Birliği ile yürütülmesi. Brezilya’da gene bütün demokratik açılımlara siyasal reformlara rağmen oligarşik bir yapının sürmesi. Amerika ise çok acayip bir yer- hem çok demokratik görünen bir yer, bireysel özgürlüklerin sonuna kadar yaşanabildiği, ama hiçbir şekilde topluluk olarak karar mekanizmasına katılamadığınız bir ülke.
Bütün bu ülkelerde ve Türkiye’de, insanlar topluluk olarak bizi de ciddiye alın demiş oldu. Ve ilk söylediğim cümlelere geri dönecek olursak, bunu bir dünya düzeni krizi olarak görünüyorum. Bu da rastlantı değil- mesela Türkiye’ye özgül koşullar olabilir, ama bütün bu ülkelerde niçin katılımcı demokrasiden söz edilmiyordu da birden patlak verdi? -çünkü demokrasi vaat edildi. Bu da çok önemli. Dünya sisteminin hegemonik gücü olan Amerika bunları vaat ediyordu- mutluluk, bolluk ve bir demokrasi lafı. Ama bütün bu bahsettiğimiz ülkelerde bunu yaşamaya başladık. AVM, araba, ev mutluluk getirmiyor, var olan demokrasi de gündelik yaşamımıza yansımıyor. Bence önümüzdeki senelerde bu böyle devam edecek: orta sınıfları bu iktisadi-kültürel sistem kesmeyecek ve orta sınıflar daha fazla isyan edecek.
Bu kriz illa çözülecek ya da sistem illa çökecek diye bir şey yok, aslında 3 yoldan bahsedebiliriz- bir ihtimal orta sınıfın kendini kurtarırken yeni bir hegemonik düzen yaratması, ve şu anda var olan rahatsızlıkları sistemin içinde eritmesi. Diyelim ki orta sınıf bu savaşı verdi, verdi ama çözülemedi, orda da illa devrim olacak diye bir şey yok, çok daha kötü bir çöküş yaşanabilinir- feodalleşme demesek de mesela ekolojik diktatörlükler olabilir – çok zenginlerin kendilerini çok yüksek duvarlar arkasına kapattığı, ve dünyanın geri kalanının da bir suç ve ekolojik felaket batağı haline geldiği bir durum. Yani dünyanın kapitalizm tarafından batırılması ya da daha iyi bir dünya kurulması kadar, kapitalizmin batması ama daha kötü bir dünya kurulması ihtimali de var. Bence bizim düşünmemiz gereken kısım da bu. Şu anda orta sınıfın var olan rahatsızlıklarını kapitalizm içinde çözmek çok zor, o yüzden kapitalizm giderek şiddetlenecek, buradan çıkışın tek yolu da bunu daha geniş halk kesimlerine yaymak.
Türkiye’nin çok ciddi sıkıntıları var bu küresel dalga içerisinde, çok ciddi de güçleri var. Olaya Geziden de bakabiliriz, tam tersine hükümetin ve rejimin gücünden de. Bence bahsettiğimiz diğer ülkelerde olmadığı kadar hegemonik bir rejim var. Amerika’dan da daha hegemonik mesela- çünkü Amerika’da Neo-liberalliğin din ile harmanlanması ve daha geniş kesimlere seslenebilmesi, çok daha sığ yaşandı. Yani Amerika’nın dindar entelektüelleri, çok da beceremediler, çok sığ kaçtılar, daha başından faşizan kaçtılar. Bizde ise çok daha başarılı işlendi. Neo-liberalliğin din ile harmanlanması ve asker karşıtlığı üzerine kurulması vs. ile dindarlık yeni rejimle özdeşleşti.
Gezi’de kadınların katılımının belirgin olması meselesine değinirsek- aslında çok yönü var Gezi’nin, ben küresel olarak olan biten ile ortaklıklara bakmaya çalıştığım için- metalaşma ve savaş demokrasi meselesi gibi – bu konulara gelmeme zaman izin vermedi. Kadın meselesi her yerde yoktu. Ama Amerika’da da, İspanya’da da, Tunus’ta, Mısırda diğer iki mesele de gündemdeydi.
Emek ile kapitalizm arasında zıtlıklar ve çıkar çatışması olduğu, sanayi devrimi öncesinde insanları işe koşmak veya bir başka ifade ile sömürebilmek için fiziksel zorlama kullanıldığı, iddia edilmiştir. Günümüzde ise manevi zorlama ön plana çıkmakta bu manevi zorlama süreci “manipülasyon” kavramı ile açıklanmakta ve kültür ile gerçekleştirildiği ifade edilmektedir.
Kapitalizmin kendisini dayandırdığı temel unsurun üretimden tüketime doğru bir kayışı gerektirmiş olduğu iddiasıdır. Kapitalizm, karı bireyselleştirirken rizikoyu toplumsallaştırmayı başarmış, bu maksatla emeğin manipülasyonu ortaya çıkmıştır.
Manipülasyon emek üzerinde üretim ve tüketim amaçlı olmak üzere iki şekilde yapılmaktadır. Kapitalizm, tarihsel çıkışını üretimi arttırma esasına göre gerçekleştirmiş olmasına rağmen zaman içerisinde sadece üretim ile varlığını devam ettiremeyeceğini anlamış tüketimin de kapitalizmin varlığını sürdürmek için vazgeçilmez bir şart olduğu ifade edilmiştir. Temel üretim unsuru olan insana olan ilgi bu sayede temel tüketim unsuru olarak insan şeklinde kabul görmeye başlamıştır. Bu değişikliğin nedeni manipülasyon sürecinin tüketim esnasında daha verimli olduğunun anlaşılmasıdır. Zira insanların sadece bir kısmı üretim sürecine katılırken toplumdaki bireylerin tamamı tüketim sürecine belirli derecelerde katılmaktadır. Günümüzde gelinen noktada kapitalist sistem üretim ve tüketimi bir bütün olarak ele almakta sistemin kurgusu emek üzerine dayanılarak tasarlanmakta ve uygulanmaktadır .
Emeğin insan faaliyetine verilen niteleme olduğu, ücretin emeğin karşılığı olduğu bir sistem insana dönük dengeyi (adaleti) sağlayamayacağı düşünülmektedir. Nursi, bu nedenle kapitalizme, ecir yani ücret dönemi demiş ve biteceğini söylemiştir. Malikiyetin bu anlamda küçük özel mülkiyeti ifade edilmiş ve emeğin alınıp satılmadığı insanca bir dengeyi sağlayacağı üzerinde durulmuştur.
Kültür kelimesi Türkçeye Fransızca “culture” kelimesinden geçmiştir. (Ocult; inanç, soyut değerlere inanmak) Önceleri “ekip-biçmek” anlamında kullanılırken zamanla hayvan yetiştirmeye ve sonunda da zihin yetiştirmeye doğru bir anlam genişlemesine uğramıştır .
Kültür kelimesinin ilk kapsamlı tanımlamasını tapan Sir Tylor’a göre “insanın toplumun üyesi olarak elde ettiği bilgi, inanç sanat, ahlak, hukuk, adet ve diğer yetenekler ile alışkanlıklardan oluşan karmaşık bir bütündür ”.
Etimolojik geçmişi ile “kültür” kavramının insanların davranış kalıplarını oluşturmada bir bağ, zihin yetiştirme işi olduğu ortaya çıkmaktadır . Her toplumda maddi ve manevi kültür kodları o toplumun egemen zihniyet yapısının temel etkenlerini oluşturur . İnsanlar genel bir bakış açısı ile toplum içinde yaşıyor olsa da aslında öncelikle gruplar içerisinde yaşamaktadır. Gruplar iki şekilde sınıflandırılmaktadırlar: Birincil ve ikincil gruplar. Birincil gruplar, ikincil gruplara göre bireyin ve toplumun üzerinde daha etkilidir .
Kültürün aktarılma mekanizmasında da birincil grupların ikincil gruplardan daha etkili olduğu ileri sürülebilir. Birincil grupları değişime zorlayan dış unsur ikincil gruplar arasında sayılan “rol ve statü” özelliğidir. Özellikle toplumun alt tabakaları için içinde bulundukları gruptan başka bir gruba geçme yani statü değiştirme arzusu herkes tarafından bilinen bir durum olduğu söylenebilmektedir.
Çalışma kavramı İbranice “avodah” ve köle anlamına gelen “eved” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir . Arapçada da “abd, ibadet” kelimesi ile ifade edilir. Fakat İslamiyet’te ibadet sadece Allah için yapılır. Bu durumda İslamiyet’in köleliği düşünce bağlamında kabul etmediği ve çalışmaya bakışında farklılık gösterdiği düşünülebilir. Çalışma ile ilgili olarak tarihsel bakış itibariyle ilginç sayılabilecek düşünceler üretilmiştir.
“Antik çağ düşünürlerine göre zorunluluk ve sıkıntı veren anlamları içeren çalışma ifadesi, Latincede işkence aleti olan “tripalium”dan türetilmiştir. İngilizcede ise zahmet, yorgunluk, ıstırap çağrışımları yapan “labo(u)r” kelimesi emeği tanımlamak üzere kullanıldığı görülmektedir ”.
Çalışmanın işkence, eziyet ve aşağılık gibi kavramlardan günümüze değin geçirdiği değişim dikkat çekicidir. Bugün çalışmaya duyulan arzu ve çalışmanın gerekliliği tartışılmaz bir hal aldığı ifade edilmektedir. Bunun nedeni olarak küreselleşmenin beraberinde getirdiği tüketim toplumu anlayışı gösterilebilir. Birisi için çalışmak diğer bir deyişle “emeği sunmak, bir başkası için sağlanan ve hayatta kalmak için gerekli olan unsurlara ulaşmak için gereklidir ”. Almak için öncelikle vermenin gerekli olduğu iddia edilmekte çalışmanın bütün insanların normal durumu olduğu; çalışmamanın ise anormal olduğu kabul edilmektedir.
Çalışma kavramının günümüzdeki kullanımı, kişinin bir bedel karşılığı bedensel veya zihinsel işgücünün bir başkasının isteği doğrultusunda üretici güç olarak kullanılmasıdır. Tarihin çeşitli dönemlerinde insanın çalışması için yaratıldığı ifade edilmektedir. “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur ” ayeti çalışmanın öneminden bahseder. Çalışma ve özellikle çalışma ahlakının, üzerindeki inançlardan yani ruhsal kökeninden bağımsız şekilde açıklanamayacağı bir gerçektir.
Kölelik, mahkûm çalışması gibi bir çalışma biçimini içerdiği için gerek gözetleme gerekse örgütlenme masrafları yüzünden en az etkin olan yöntem olarak değerlendirilmiştir. Ortaklaşa yani işbirliği ile belirli bir amaç için çalışma ise en etkin çalışma biçimidir. İnsanlar heyecan ve şevk verildiğinde daha yoğun ve güçlü çalışmaktadırlar. Bu durum ancak savaş ve devrim gibi olağanüstü dönemlere özgü bir çalışma biçimidir .
Marks, ekonomiye göre yorumlanmış tarih ile ekonomi politiğin, toplumsal gelişimini anlayıp etkilemede en önemli bilimler olduğunu ileri sürmüştür. Hegelci diyalektikten yararlanarak tarihsel ilerlemeyi; çizgisel olmayan, sınıf mücadelesi ve devrimlerle gerçekleşen bir fikir olarak geliştirmişti. Toplumsal mutabakatın bir doğa yasası olduğunu ve ancak kapitalizmin önüne geçen sürekli bir mücadele yolu ile sağlanabileceğini iddia etmişti .
Marks’ın çıkış noktası olarak Ricardo’nun emek-değer teorisi gösterilmiştir. Ancak emek değeri ile işçilerin emek gücünün değeri arasında bir ayrım koyarak bu teoriyi dönüştürmüştür. Emek, kendisinin yeniden üretimi için gerekenden daha fazla emek gücü gerektiren özel bir mal olup artık değer meydana getirmekteydi. Bunun sonucunda servet artık değere el koyan burjuvazinin küçük bir tabakasının elinde birikiyordu. Kapitalist ekonominin, sermayenin sürekli olarak bir yerde yoğunlaşmasına ve küçük ölçekli bağımsız teşebbüslerin yıkımına yol açtığı ifade edilerek servetin birikmesi, halkın proleterleşmesini ve proleterler arasında yoksulluğun sürekli artması sonucunu doğurduğu söylenmiştir.
Hâlbuki servetin endüstriyel sistemde kendine gereken işçileri bulabilmiş olmasının derinindeki temel neden olarak ihtiyaçların serbest bırakılmış olması iddia edilmiştir. Sistemin derin mantığı olarak Marks’ın sandığı gibi büyük sayıda insanın fakirleşmeleri ve köleleşmelerinde olmayıp tersine giderek daha fazla sayıda ve müreffeh tüketicilerin meydana getirilmesi olduğu ifade edilmektedir. Tüketim kültürünün ön plana çıkarılması başka bir kültür ayırımını göstermekte diğer bir ifade ile tüketim kültürü ve bu kültürün çalışma üzerindeki etkisi, dikkat çekici olarak sunulmaktadır.
Batı kapitalizminin, yeni olan düzenli bir “meslek” çatısı altında rasyonel-metodik çalışmayı kendine vazgeçilmez bir hayat ilkesi ve felsefesi haline getirmiştir . Kapitalizmin kendisinin dahi emek ve çalışma ile açıklanması, günümüzdeki emek ve çalışma anlayışı üzerinde kapitalizmin derin etkilerinin olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
“Kültür ile emek arasındaki ilişki şu yaklaşımla da ortaya konulabilir: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içerisinde meydana getirilen bütün maddi ve manevi değerler ile bunların ortaya çıkmasında sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olarak yapılan kültür tanımı ile emek, ister ücretsiz ister ücretli olsun, bedeni ya da zihni üretim süreci olduğuna göre her iki kavram da ortak nokta olarak insanı görmektedir. Her ikisi de insan tarafından meydana getirilmektedir. Sadece konuya bu açıdan yaklaşmak bile her iki kavram arasındaki paralelliği ve birbiri ile olan ilişkiyi ortaya koymaktadır ”.
Kapitalizmin en önemli sorunlarından bir tanesi; talep yetersizliği olup aynı zamanda ortaya çıkan ekonomik krizlerin de en önemli nedenlerinden bir tanesi olduğu ifade edilmektedir. Ekonomik talep belirli bir doygunluk noktasından sonra giderek artan bir hızda düşmekte ve bu durum atıl kapasitenin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sisteme özgü bu işleyiş ve hastalıktan kurtulmanın yolu ise aşırı tüketimi pompalamak ve israfı teşvik etmekten geçmektedir. Talep düşüşü ve emeğin verimliliğindeki azalışa paralel olarak kar oranlarının düşmesi de sistemde faiz üzerinden sağlanan aşırı finansallaşma ile telafi edilmektedir. Bu durum kapitalizmin anarşik bir yapıya sahip olduğu ve bu işleyişin düzenlenemediği takdirde tekelci bir yapıya evrilerek krizleri sürekli hale getireceği endişesi söz konusudur.
Endüstri toplumundaki çatışmanın; kaynak kıtlığı ile değil daha çok kaynakların bölüşümü ile ilgili bir çatışma olarak kabul edilmesi gerektiği iddia edilmektedir. Endüstri toplumu sorunlarından birisinin aşırı üretim olduğu doğru olmakla birlikte bu sorun günümüzde ihtiyaçların manipülasyonu ile aşılmaya çalışılmaktadır. Ancak ihtiyaçların manipülasyonu da beraberinde bambaşka yeni sorunlar doğurmaktadır. İnsanlar aşırı bir tüketim içine çekilmiştir ve aşırı tüketimin finansmanı ise sistemin zayıf noktasını oluşturan, çeşitli yöntemlerle borçlanma yolu ile finanse edilen dolayısı ile bugünkü büyümenin borca dayalı, sanal bir büyüme olduğu dile getirilmektedir. Sistemin belirli aralıklarla kriz içine girmesinin arkasında yatan temellerden birinin, borçlanma pahasına da olsa tüketimin sürdürülmesi olduğu sık sık ifade edilmektedir.
Kapitalizmin ilk ayırt edici özelliğinin sanıldığı gibi makine değil, saat aracılığı ile düzenlenmiş olduğu, örgütlenmiş zamansal düzenlilik ile ifade edildiği görülmektedir. Günümüzde zamanın, aslında kapitalizm tarafından meydana getirilmiş bir kavram olduğunu söyleyenlere dahi rastlanmaktadır. Kapitalizmin saat aracılığı ile zamanı tanımlayabilme, parçalara bölme, yeni zaman dilimleri icat edebilme ve bunu bütün topluma benimsetebilme gücü şaşırtıcı olduğu kadar ürkütücü olarak değerlendirilmektedir.
Zaman algısı kültürel bir algıdır ve emeğin manipülasyon sürecinde etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Kapitalizmin ortaya koyduğu ve manipüle ettiği zaman algısı ise “çizgisel, geri dönüşü olmayan, sürekli ileriye doğru akan ve homojen bir özellik” olarak göstermekte ve düşünülmektedir. Kapitalizm tarafından manipüle edilen zaman algısı, özellikle örgütlenme düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Ford, işleri küçük parçalara bölüp sabit duran işçilerin önüne akan bir bant getirdiğinde, bu düzenleme yeni bir teknolojik temele dayanmamaktaydı.
Fordizmin başarısının temelinde mekân ve zamanın o güne kadar görülmemiş bir biçimde yeniden düzenlemesinin yatmakta olduğu iddia edilmiştir. Önceleri endüstri devriminin ihtiyacı olan disiplinli emek için kullanılan zaman, giderek çok boyutlu bir manipülasyon aracı haline dönüştürülmüştür. Örneğin ilk dönemlerde çalışma süreleri alabildiğince uzunken güncel gelişmeler, gerek çalışma sürelerinin azaltıldığını, gerek esnek çalışma modellerinin adı verilen yeni çalışma ilişkileri biçimleriyle de çalışan bireylere daha fazla boş zaman sağlandığını göstermektedir. Ancak burası şüpheyle yaklaşılması gereken bir durumdur. Çünkü kapitalizmin karşılık beklemeden hiçbir şeyi kendiliğinden verecek anlayıştaki bir sistem olmadığı sık sık vurgulanmaktadır.
Günümüzdeki çılgınlık boyutuna ulaşmış ve mutlulukla özdeşleşmiş tüketim tutkusu düşünüldüğünde, sistemin amacının birinci üretim süreci olan çalışma zamanı dışında, ikinci bir üretim zamanı olarak tüketim ile bir sarmal oluşturmak ve böylece hacmi artacak bir biçimde üretim-tüketim dengesinin devamlılığını sağlayarak kendi varlığını sürdürmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle artan, çeşitlenen ve esnekleşen “boş zamanın” aslında sistem tarafından düşünülmüş bir manipülasyon mekanizmasının kilit noktasını oluşturmakta olduğu değerlendirilmektedir.
Çalışmayı oyun ya da sanat gibi başka hoşa giden şeylerden ayırt etmenin en iyi yolu zorunluluk ilkesidir . Kapitalist sistem, nasıl ki bireylere ne zaman çalışacaklarını dikte edebiliyor ise aynı şekilde ne zaman dinlenebilmeleri gerektiğini de dikte etmektedir. Dolayısı ile boş zaman temelde çalışma düzeni tarafından oluşturulmaktadır ve kapitalizm günümüz anlamı ile zamanı sadece hâkimiyet altına almamış nasıl kullanılacağının da sınırlarını çizmiştir.
Bireyler üretici oldukları kadar aynı zamanda tüketici olma özelliğini de taşımaktadırlar. Bu özellik kapitalist ekonomik sistemin gözünden kaçmamış bireylere mesai saatleri içinde üretme, mesai saatleri dışında tüketme görevini yüklemiştir. Bunun nedeni, modern ekonomik aktivitenin kesin olarak tüketime dayanması olduğu ifade edilmiştir. Bu amaçla bireylere boş zaman kavramının benimsetilmesi ve ekonomik ihtiyaçları doğrultusunda boş zamanlarını nasıl kullanacaklarının öğretilmesi gerekmektedir .
Bu süreçte mekânlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, oyun/temsil salonları, parklar, turistik bölgeler, aktiviteler gerçekte tüketimciliği arttırmanın kapitalist sistemi restore etmenin aracı kurumları olarak öne çıkmıştır . Kapitalizmin özünün sadece üretime dayanmadığı, üretim tüketim sarmalına dayandığını da söylemek mümkün olmaktadır. Ancak bu sarmalın sürekli olarak büyüyen bir sarmal olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Bu nedenle “kapitalizm üretim ve tüketimi sürekli olarak arttıracak biçimde davranmaktadır ” görüşü gittikçe kuvvet bulmaktadır.
Artan kredi kartı borçlarının boş zamanlardan seve seve vazgeçerek fazla mesai yapmaya ya da ek iş yapmaya istekli bir çalışan ordusu meydana çıkartması şaşırtıcı değildir . Kapitalist sistem zaman algısını tümüyle kuşatmış ve manipüle etmiş bulunmakta bireylerin üretme yükümlülükleri çalışma zamanı ile tüketme yükümlülükleri de boş zaman ile tanımlanmış bulunmaktadır .
Emeklilik ve turizm için de aynı süreç geçerlidir. Çalışanların mutlaka tatile çıkması gerektiği yönünde yaygınlaşan genel kanı bu savı destekler niteliktedir. Çünkü turizm faaliyetlerine katılan bireylerin beklentileri vardır ve bu beklentiler görsel ve yazılı etkinliklerle yapılandırılır ve sürdürülür . Bu noktada yine “algının manipülasyonu” kavramı gündeme gelmektedir .
Bireyler mevcut ekonomik sistem içerisinde kendilerini öyle bir konumlandırılmışlardır ki, eğer kimliklerini ve sosyal statülerini kaybetmek istemiyorlar ise yoksul olduklarının ya da yoksullaştıklarının izlenimini bırakmamak için ne olursa olsun tüketmek, daha çok tüketmek zorundadırlar. Böylelikle sistem ücretli çalışmak zorunda olanları tüketim-çalışma sarmalına çekmiş bulunmaktadır . Hâlbuki insan esir olmak istemediği gibi ücretli olmak ve kapitalist sistemin kölesi olmak da istemez.
Emek, toprak ve paranın meta işlevi görevi yapmasının piyasanın doğal işleyişinin bozulmasının ilk adımı olduğu görüşü vardır. Buğra, Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm” isimli eserinde piyasa ekonomisinin meta efsanesi üzerinde kurulduğunu yani emek, toprak ve para için sanki bunlar satılmak üzere üretilmiş olan bir mal gibi olduğunu, bunlar için serbest piyasa kurulması gerektiği eleştirisinde bulunmuştur. Yani Polanyi’nin “insan doğasına aykırı” dediği piyasa toplumunun, insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, iddia edilmektedir. Ekonomik liberalizmi eleştirmeye kalkanların ağır bir şekilde eleştirildiği, korumacılık önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarının varlığı, onlara hizmet eden popülist politikacılar ile birlikte olarak görüldüğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği ifade edilmektedir. Oysa emek, toprak ve paranın, meta olmadığı görüşü güçlü bir şekilde ifade edilmektedir. Emek, insan faaliyetlerine verilen addır, toprak insanın içinde yaşadığı doğa, para ise merkezi güçlerin üretim ve değişime sosyal amaçlar doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla meydana getirdikleri satın alma gücüdür . Bunları meta gibi örgütlemeye kalkmak insana, insanın içindeki doğaya ve insanın üretim düzenine doğal olmayan bir saldırı olduğu söylenmiştir.
Polanyi, emeğin piyasa dışına alınmasının, rekabetçi emek piyasalarının kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturduğunu ifade etmiştir. Paternalist devlet, emeği savunuyormuş gibi görünür fakat uzun vadede yaptığı şeyin onu kendi olmaktan çıkararak, örgütsüz ve savunmasız bırakmak olduğu iddia edilmektedir.
Kapitalist ekonomik sistem içinde hür olarak yaşamlarını sürdüren kölelerin varlığından bahsetmek mümkündür . Ekonomik piyasaların genişlemesi insanı piyasanın bir aksesuarı yapar ki, bu durum doğal bir süreç değildir . Çünkü doğal olmayan tarihsel dönemlerin arkasından insanlık, faşist ve baskıcı yöntemler ile karşı karşıya kalmıştır. Kar merkezli şirketlerin oluşturduğu kapitalist sistem halkı koruma konusunda güvenilemez zira onların asıl amacı karlarını arttırmak ve para kazanmaktır. Ne zaman kar etme şartları ile halkın çıkarları ile ters düşecek olsa her seferinde kar etme seçeneğinin tercih edildiği görülmüştür.
Ücretlilik esasına dayalı bir sistemin çökeceği iddiası sinema filmlerine televizyon dizilerinde dahi gündeme gelmektedir. Dizinin kahramanları, kapitalist sistemin esareti altına girmek istemeyen kişiyi takdir ederek “bizden 100 yıl ileride yaşıyor” şeklinde övmektedirler. Bahse konu şahıs şu ifadelerle kapitalist sistemi ve onun dayattığı ücretli sistemi şu şekilde eleştirmektedir:
“Ben zaten Bodrum’da yaşıyorum. Benim için 12 ay tatil zaten. Çalışmak bir çeşit esarettir. Sistem insanları krediler yolu ile borçlandırıyor. Sonra da o borcu ödemek için daha çok çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Daha çok mal edinme hırsı modern köleliktir. İnsanın kapitalist sistemin dayattığı gibi çalışmaya ihtiyacı yok ki! Çalış, çalış, çalış, yiyeceğin bir tas yemek. Ne kadar ev alırsan al sonuçta oturacağın sadece bir tanesidir. O herkesin tapınılacak kadar önem verdiği para, bankada olan digital bir rakamdan ibarettir ”.
Bahse konu film ve televizyon dizilerinde kapitalizmin insanı köleleştirdiğine vurgu yapılmakta buna mukabil çalışmanın erdemi ve güzelliği gözden kaçırılmaktadır. Her ne kadar ücretli sistem dayatılarak insanların büyük bir kısmı modern bir köle olarak maniple edilmiş olsalar da gerçek özgürlük tembel tembel oturmak değildir. İnsan bu dünyaya sadece yemek içmek ve yaşamak için gönderilmiş olsa idi bu duruma hak verilebilirdi. Fakat insan şu dünyaya bir me’mur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiştir .
Malikiyet ve Serbestiyet Devrinde ise köleliğin artık tamamen ortadan kalkacağı; zamana, mekâna ve tüketime bağlı manipülasyonun daha önceden olduğu gibi devam edemeyeceği tekâmül-gelişme prensipleri doğrultusunda hareket edileceği düşünülmektedir. Çünkü kapitalizmde olduğu gibi sistemin devamlılığı geniş bir ücretli emekçi kitlesinin kontrol altına alınmasını ve üretim-tüketim sarmalının çalışmasını gerektirmez. İnsanlığın bu dönemde daha erdemli ve başkalarının haklarını korumak konusunda daha bilinçli olacağı değerlendirilmektedir