Ayşe Düzkan : “Filistin meselesi İslami değil enternasyonalist bir meseledir”
Bugün bir çoğumuz çağdaş düşünürleri sayarken ABD’den, Belçika’dan, Fransa’dan isimler veririz ama Arap ve İranlılarda belki bazı tarihsel figürleri biliyoruz ama güncel olarak kim ne yazıyor bunları çok az biliyoruz. Bilmemiz için de genellikle onların bir Batı diline çevrilmiş olması gerekiyor. Bu bir tesadüf değil, bu bir toplumsal iklim yaratıyor ve bunu emperyalizmin kültürel sonuçlarından biri olarak görmek gerektiğine inanıyorum. Kültür emperyalizmi terimini benimsemiyorum, emperyalizm tek bir şeydir ama bu bizim Filistinlilerle, Suriyelilerle, İranlılarla emperyalist ABD’nin ve o topraklarda sömürgeciliği ilk başlatanlardan İngiltere’nin ana diliyle anlaşıyor olmamız emperyalizmin sonuçlarından biridir. Bu Türkiyeliler olarak bizim kültürel iklimimizi ve meselelere bakışımızı etkileyen şeylerden biri.
İkinci bir şey daha var, Türkiye çok ilginç bir kategoride yer alıyor, böyle çok az ülke var bunlardan biri de belki İran. Zamanında büyük bir imparatorluk, ancak şimdilerde eskilerin deyimiyle üçüncü dünya ülkesi olarak tanımlayabileceğimiz bir konumda; yani milli gelirin çok düşük olduğu, işsizlik oranlarının yüksek olduğu, zaman zaman kendi egemenliğini korumakta güçlük çeken ülkeler pozisyonunda, Portekiz de belki bir nebze bu kategoriye girebilir. Bu durumun bizim açımızdan şöyle bir sonucu var; politik birçok mesele emperyal bir nostalji içinde ele alınıyor. Mesela bugün Hindistan’da bir felaket olsa İngiltere’den kimse “canım onlar da bizim egemenliğimizde kalsa olmazdı böyle bir şey, biz onları daha iyi yönetiyorduk” demez, aklından geçirse bile dillendirmez. Sanmayın ki İngiltere’de eski günlere “Güneş Batmayan İmparatorluk”a özlem duyanlar yok ama kimse bu fikirleri açıktan söylemez ve bunlara rağbet edilmez. Ancak Türkiye’de bunu diyebiliyoruz, Osmanlı coğrafyasında bir sorun olduğunda “bizden ayrıldılar o yüzden bu felaketler ortaya çıktı” diyebiliyoruz. Böyle bir nostaljik düşünme hali politik iklimimizin bir parçası, Filistin’e dair düşünürken de bunun önemli olduğunu söyleyebilirim. Filistin aslında bizim iç meselemiz değil, halklarla dayanışmaya dair bir mesele. İsimlendirme ile ilgili de küçük bir şey söyleyeceğim, biz o bölgeye Ortadoğu diyoruz. Ortadoğu hakikaten Batı emperyalizminin dilidir, kavramıdır. O sebeple Arap dünyası o bölgeye Bilâdü’ş-Şam demeyi tercih ediyor ama Batı Asya tanımlaması da var. Ortadoğu ayrıca o kadar çok negatif şey ile bağlantılandırılmış bir kavram ki; hepimizin bildiği Ortadoğu bataklığı gibi kullanımlar çok yaygın. Bu tabloda Batı Asya kullanımı bana daha doğru geliyor ama alışkanlıktan gelen şekilde dilimde Ortadoğu’nun da Bilâdü’ş-Şam’ın da yeri var.
Çok söylenen bir şey vardır, Filistin meselesi Yahudilerle ilgili bir mesele değildir. Anti-semitizme mesafe koyan söylemler yaygın ama aslında ben bunun yeterince içselleştirilmiş bir söylem olduğunu düşünmüyorum. Bu mesele neden önemli? Sadece siyonizm ile anti-semitizm birer ırkçılık biçimi olarak aynı ideolojik, teorik kökene sahip oldukları için değil, dünyanın her yerinde, Filistin’le dayanışma hareketleri içinde, BDS hareketi içinde çok Yahudi olduğu için de değil. Burada bir parantez açayım, İsrail’deki barış hareketi, İsrail’deki Filistin yanlısı hareket Türkiye’deki barış hareketi kadar güçlü değil ancak diasporada, tarihsel Filistin’in dışında Yahudiler çok yoğun şekilde Filistin ile dayanışma hareketlerine destek veriyor ancak sadece bundan dolayı da değil, semitizm siyonizmin en önemli güç kaynaklarından biri olduğu için bu mesele çok önemli. Biliyoruz İsrail sömürgeci bir ülke ama bir ufak farklılık var, “yerleşimci sömürgeci”. Yerleşimci sömürgecilikle ilgili tarihte bildiğimiz en iyi örnek Amerika kıtaları; Portekiz’den vs. gidiyorlar, Teksas, Tommiks halen okunuyor mu bilemedim ama hep tam aksini anlatıyor, onlara göre oraya gidenler Amerika’yı keşfediyor! Ancak orada yaşayanlar var, o insanları öldürüyorlar oraya yerleşiyorlar ve sömürgeci bir sitem kuruyorlar, yerleşimci sömürgecilik tipinin en iyi bilinen örneği bu. İsrail aynı şeyi yapıyor, dünyanın her yerinden yoksul, sıkıntılı, semitizmden çeken Yahudileri çağırıyor, onlara çok büyük imkanlar sağlıyor, onları Filistinlilerin topraklarına, hatta evlerine yerleştiriyor. Devlet evleri boşalttırıyor, yerleşimci Yahudileri oraya yerleştiriyor, yerleşimcilerin tamamı silahlı, seni kendi evine bölgene sokmuyorlar ve bu hep söylenen İsrail’in sınırlarının değişkenliği, sürekli genişlemesi yerleşimcilikle olabilen bir şey. Burada ne zaman bir sinagoga saldırı olsa, ne zaman semitizm dalgası yükselse bir grup Türkiyeli Yahudi İsrail’e gidiyor ve kim bilir nereye yerleşiyorlar. Dolayısıyla semitizm ile mücadele aynı zamanda siyonizm ile mücadeledir, yani ahlaki-teorik boyutu dışında, böyle ciddi bir pratik karşılığı da var.
En kritik noktaya gelelim, Filistin meselesi İslamî bir mesele değildir. Neden İslamî bir mesele olsun? Filistinlerin tamamı Müslüman değil, Filistin’de ve bütün Arap dünyasında çoğunluk olmasalar da çok ciddi bir Hristiyan nüfus var. Arap Hristiyanları için derler ki anadillerinde kutsal kitap inmiş ama yine de dinlerini değiştirmemişler ve duyduğum kadarıyla Filistin toplumunda Hristiyanlara çok büyük kıymet verilirmiş. Sosyal medyada Palestinian Christians adıylaa hesaplar var, sürekli direnişin bir parçası ve çokça takip ediliyorlar. İşin bir yanı bu, bütün bir Filistin toplumunu İslam ile açıklamak mümkün değil. İkincisi, nüfusun Müslüman ağırlıklı olduğu bütün ülkeler destek veriyor mu Filistin’e? Bunu desek Allah’ın gücüne gider, öyle bir durum da yok. Dünyada bütün Filistin ile dayanışma grupları Müslümanlardan mı oluşuyor, öyle bir durum da yok. İsrail, ‘48 Arapları, hala İsrail vatandaşı olan Filistinliler, dışında başka bir dinden kimsenin olmadığı bir devlet ama bu da durumu etkilemiyor. Bu algı biraz da Türkiye’ye mahsus bir durum, Türkiye’de bu kadar köpürtülen bir mesele; “İslam’ın davası, Kudüs bizimdir…” Kudüs bizim değil neden bizim olsun, biz Türkiye vatandaşıyız, Kudüs inşallah kurtulursa ziyarete gideceğimiz bir yer, neden bizim olsun? Kudüs Filistinlilerin. Kâbe bizim mi; olacak bir şey değil…
Peki, Filistin meselesi emperyalizmle açıklanabilir bir mesele mi? Kısmen evet, Filistin’de olup bitenlerde emperyalizmin ve emperyalist hedeflerin çok büyük rolü var. Hakikaten, İsrail’in ABD’nin jandarması olması meselesi hep söylenir ama sadece bununla açıklayamayız durumu; Filistin ile dayanışma emperyalizme karşı mücadele ile açıklayabileceğimiz bir şey değil, orada bir de sömürgecilik meselesi var. Dünyada emperyalizmin egemenlik haklarını çiğnediği çok fazla ülke var, Türkiye de böyle, Türkiye her konuda kendi kararlarını kendi veriyor diyebilir miyiz, öyle babalanmalarla olacak şey değil, ekonomik olarak bağlısın, pek çok uluslararası anlaşma var. Aynı şeyi Mısır için de, Cezayir için de, belki Portekiz için de söyleyebiliriz. Türkiye’de bir dönem çok ilgilenilen ama şimdilerde o ilginin düştüğü Latin Amerika için de benzer bir durum vardır, daha 20-30 yıla kadar ABD orada darbeler yapıyordu. Bu emperyalizmdir ama burada aynı zamanda İsrail’in “yerleşimci sömürgeciliği” var. Sömürgecilik ilişkisi biraz daha farklı bir ilişki, İsrail’in ayakta kalmasından emperyalizmin hiç çıkarı olmasa bile yine de Filistin halkı ile dayanışma içinde olmak gerekir çünkü emperyalizmin çıkarına olmasa bile sömürgecilik karşı çıkılması gereken bir tahakküm ilişkisi.
Bir de “Biz ne yapabiliriz?” meselesi var. Türkiye’de Filistin dendi mi nedir işte Deniz Gezmiş gitmiş vs… Dünyanın her yerinden çok fazla giden var, hatta belki duymuşsunuzdur böyle dayanışmalar konusunda Türkiye rezalet bir durumda, İspanya iç savaşında savaşmaya bir tek Türkiye’den giden olmadığı söylenir. Ancak şunu bilelim dünyanın her yerinden Filistin’e gidenler eğitime gittiler, benim kuşağım yani şuan ellili yaşlarında olanlar arasından 12 Eylül sonrası güvenlik için Lübnan’a, Filistin’e gidenler oldu. Orada eğitim aldılar, o kamplarda yaşadılar ve orada ölenler oldu. Lübnan iç savaşına katılmak zorunda kalanlar oldu. Biliyorsunuz devrimcilik dediğimiz macera biraz da önüne ne çıkarsa ona müdahale etmek demektir. Ölenler oldu, madalya alanlar oldu. Leyla Halid’in İntifada Yayınları’ndan çıkan biyografisinde çok ayrıntılı anlatılır, buradan gidenlerin çoğunluğunun yaptığı şey Patrick Arguello’nun yaptığından farklı. Biliyorsunuz Leyla Halid havacılık tarihine geçmiş bir isim, şimdi kontrolden geçerken pabuçları filan çıkarttırıyorlar ya, ah diyorum Leyla senin yüzünden oldu bunlar, eskiden elini kolunu sallayarak geçiyormuşsun (gülüyor). İkinci uçak kaçırma olayında Nikaragualı Patrick Arguello var yanında, saldırı oluyor, Leyla Halid sağ kalıyor, o öldürülüyor. Hatta kitapta hayıflanarak anlatır; bir şeyler yemek istedi, boş ver iş bitsin öyle yeriz dedim ama aç öldü der. Türkiye’den, Almanya’dan Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan gidenler, -o da spekülasyonu yapılan karikatürize edilen bir şeydir ama tam anlatıldığı gibi bir şey değildir- bunların çoğunun deneyimi oradaki kamplarda eğitim almak.
Ancak şöyle bir şey var Filistin bugün bizden savaşçı istemiyor, savaşacak binlerce kadın ve erkek var. Bizden başka bir şey istiyor Filistin halkı, simgesel dayanışmanın ötesinde bir şey istiyor. Onlar bizden iki farklı şey bekliyor. Bir tanesi dayanışma meselesi, bir diğeri ise BDS meselesi.
Filistin’i düşünürken tartışmamız gereken bir diğer mesele ise; Türkiye’de her şey Türkiye paralelliği içinde anlaşılıyor ya “Hamas mı? Onlar İslamcı, biz laikiz” vs. Her şeye Türkiye merkezli bakınca “laiksem galiba İsrail’in tarafındayım” gibi bir durum çıkıyor. İkinci bir iç mesele olarak dünyanın bir yerinde iki halk var ise bir çatışma hali de var ise hemen Türk-Kürt meselesi paralelinde, o simetri ekseninde konuşmak yaygın. Oysa Filistinlilerin birincil meselesi barış değil, bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum, ayrı bir devlet de değil, iki devlet de değil. Çünkü özellikle geri dönüş meselesi, Filistin dışındaki Filistinlilerin geri dönüşü, devlet meselesinden daha önemli. Bunu kısaca açarsam, dünya üzerinde yaşayan Filistinlileri üçe ayırabiliyoruz; birincisi Gazze ve Batı Şeria’da yaşayanlar, ikincisi 48 Arapları denen İsrail vatandaşı olan Filistinliler, bunların üzerinde apartheid uygulaması var yani diğer Yahudi vatandaşlarıyla aynı yasal haklara sahip değiller, üçüncüsü ve daha önemlisi ise İsrailli bir tarihçi olan Ilan Pappe’nin etnik temizlik olarak adlandırdığı 1948 sonrası ve öncesindeki süreçte dünyanın her yerine gitmek zorunda kalmış olan diasporadaki Filistinliler. İnsanlar anahtarlarını alıp çıkıyorlar, ocakta yemek bırakıp çıkanlar var ama bir daha hiç dönmüyorlar. Anahtarın Filistin davası için bu kadar önemli bir simge olmasının sebebi bu. Çünkü anahtarlarını alıp çıkmışlar, her şeylerini bırakmışlar. Suriye savaşına kadar dünyadaki üç mülteciden ikisi Filistinliydi, o kadar geniş bir nüfus ve o insanlar evlerine, yurtlarına dönmek istiyorlar. Ünlü bir fotoğraf vardır, o iki kadının ellerinde birer döviz ve üzerlerinde şu ifadeler: “Ben ABD’de doğmuş bir Yahudi’yim istediğim zaman Filistin’e gidebiliyorum.” “Ben Filistin’de doğmuş bir Filistinliyim evime dönemiyorum.” Gerçekten de durum böyle. Dünya üzerindeki mültecilerin hala önemli bir bölümü Filistinli ve bu insanlar eve dönmek istiyorlar. Dolayısıyla eve dönüş hakkı, BDS’nin ambleminde de vardır, bu Filistinliler açısından her şeyden daha önemli bir talep. İkincisi apartheidin ortadan kalkması, üçüncüsü işgalin ortadan kalkması ve duvarın yıkılması; Kudüs’ü de ayıran, Batı Şeria’nın içinden geçen dünyanın her yerinden duvar sanatçılarının gidip resimler yaptığı duvar. En son benzer bir yapı Türkiye sınırında da kullanıldı beton bloklar var tak tak tak istediğin yere duvar kuruyorsun…
Bu talepler devlet meselesinden daha önemli, çünkü zaten bir şekilde Filistinlilerin tanınmış bir devleti var. Filistinliler arasındaki tartışmalara girmek istemiyorum ama Mahmut Abbas’ın başında olduğu Filistin yönetimini, FKÖ’nün içinde hakim olan el-Fetih çizgisinin belirlediği Filistin yönetimini, Filistin’in önemli bir bölümü ihanet içinde görüyor. Burada bizim şöyle bir sıkıntımız oluyor, evet Mahmut Abbas laik ama ihanetinin sebebi laik olması değil. Yine o meseleyi de Türkiye’deki o çelişki üzerinden açıklamamız mümkün değil. Siz bu konuşmayı geçen sene teklif etseydiniz bu konuya değinmezdim bile ama hızla Filistinlilerin gündemine giren tek devlet, iki devlet tartışması var. İki devlet birçok AB ülkesinin de savunduğu şey; yerleşimler durdurulsun, İsrail 1967 sınırları içinde kazandığı şeyleri geri versin, 48’de aldığı sınırlara çekilsin, kalan bölgede de Filistin devleti kurulsun, Gazze ile Batı Şeria birleşsin… Genelde de bu savunuldu, Türkiye’de de birçok Filistin taraftarı, ben değil, gerçekçi olanın sadece bu olduğunu başka bir şeyin de mümkün olmadığını söylerdi. Ancak ABD’nin Kudüs kararı ile birlikte tek demokratik Filistin devleti, bir çözüm önerisi olarak tekrar daha kuvvetli olarak gündeme geldi. Daha ayrıntılı bilgiyi one democratic state sitesinden alabilirsiniz. Peki, bu neye dayanıyor? Çok sevilen, her dilde sloganı olan ‘denizden nehire özgür Filistin’ yani Ürdün nehrinden Akdeniz’e kadar olan tarihsel Filistin toprağında her inançtan Filistinlinin birlikte yaşayabileceği demokratik bir Filistin devleti. Filistin direnişinin önemli bir kesiminin bugün önüne koyduğu hedef bu. Tek demokratik devlet, bugün her zamankinden daha gerçekçi bir çözüm gibi görülüyor. Yani İsrail devleti orada var oldukça bütün yapısı son derece militarist, herkesin sürekli askerlik yaptığı, yerleşimcilerin de zaten militarize olduğu, sivil nüfusun abluka altına alındığı, çocukların darp edildiği bir devlet olarak var oldukça orada ikisinin bir arada yaşaması mümkün değil. İsrail açısından bir de şöyle bir şey var; dünyanın en büyük silah sanayilerinden biri, dünyanın en büyük tohum ihracatçılarından biri yani çok kritik iki alanda hakimiyeti var.
Filistin ile dayanışma hareketleri dünyanın her yerinde çok farklı şeyler yapıyorlar, mesela Georges Ibrahim Abdallah isminde Lübnanlı siyasal bir tutuklu var, bugün altmış yaşının üzerindedir ve Filistin direnişi için eylemlere katılmış, 25-30 yıldır Fransa’da cezaevinde yatıyor. Onun salınması için eylemler yapılıyor. Filistin ile dayanışma hareketleri esir direniş liderlerinin salıverilmesi için kampanyalar yürütüyorlar ya da zeytin hasadı ile ilgili kampanya yapıyorlar, zeytin toplamaya gidiyorlar. Filistin ile dayanışmanın iki tane önemli simgesi var: Bir tanesi Rachel Corrie’yi bilirsiniz, diğeri de Vittorio Arrigoni, bir İtalyan, Uluslararası Filistin ile Dayanışma Hareketi’nden, Filistin’e gidiyor, balıkçılarla çalışırken maalesef İslamcı radikal bir Filistinli grup tarafından öldürülüyor.
BDS biraz daha farklı, BDS hareketi 2005’de ortaya çıktı. İsrail şu an bizi İran’dan sonra ikinci büyük düşman ilan etti. Bir sürü önlem alıyor, bazı ülkelerde BDS’yi savunmak yasak. BDS hareketi Güney Afrika’daki apartheid rejimine yönelik boykot kampanyasından ilham alıyoruz. Bu arada Güney Afrika Filistin ile dayanışmanın en güçlü olduğu yerlerdendir. Güney Afrika Cumhuriyeti açıkça apartheidi uygularken, tabii orada ırk meselesi de olduğu için daha rahat anlaşılıyor, bu uluslararası boykot hareketi çok etkili oldu. Filistinliler de bundan ilham alıyorlar ve 170 parti ve demokratik kitle örgütü böyle bir çağrıda bulunuyor ama sadece boykot değil aynı zamanda yatırımların geri çekilmesi ve yaptırımlar uygulanması meselesi var. Boykot, İsrail’de üretilen malları almayacağız gibi bir şey değil. Bunu yapanlar da var ama daha önemlisi daha vurucu, spesifik olarak işgal ile işbirliği yapan şirketlerin mallarını almamak. Bugün önümüze çıkan bunlardan en önemlilerinden biri hp (Hewlett Packard), kontrol noktalarına teknoloji sağlıyorlar. İkincisi G4S diye bir güvenlik şirketi var. Burada da çalışıyor, hatta biz Georges Abdallah için Fransız konsolosluğunun önünde eylem yaptık. Arkamızda da güvenlik görevlisi duruyor, bir baktık adamın kolunda G4S amblemi var. Buradaki pek çok konsolosluğu onlar koruyor. Onlar da kontrol noktalarına, cezaevlerine ve duvara tedarik sağlıyorlar, fakat G4S’e karşı yürütülen kampanya çok başarılı oldu, birer birer anlaşmalar yenilenmemeye başladı. Böylece iş bulamamaya başladı. Zaten Latin Amerika’daki yaptıklarıyla İngiltere’de yaptıkları göçmen öldürme olayıyla bilinen çok pislik bir firma. Orange adında GSM operatörü olan bir Fransız şirketi İsrail’den tamamen çekildi. Yani bir firmanın İsrail ile, işgalle işbirliği yapmasını engellemek ve oradan çekilmelerine sebep olmak. Yaptırımlar meselesi şu açıdan önemli; aslında bir yandan Birleşmiş Milletler’in İsrail’e karşı birçok yaptırım kararı vs. oluyor ama İsrail öyle şeyleri umursamıyor, zaten galiba güçsüz bir devlet değilsen hiç kimse onları umursamıyor. Uluslararası toplum diye çok sevilen bir kavram vardır, uluslararası toplum aslında ABD, hadi biraz Rusya ve Çin… Uluslararası meselelerin zaten uluslarla ilgisi yok devletlerle ilgili meseleler. Başa dönersek İsrail’e o yaptırımların yapılması, ilişkilerin kesilmesi çok önemli. İsrail’in tecrit edilmesi, yalnız bırakılması çok önemli. Yatırımlar meselesinde de borsada ortak yatırımlar olabiliyor ya da İsrail’e yatırımlar olabiliyor. Mesela Zorlu hem gaz anlaşmasında var hem de Vestel oraya yatırım yapacaktı. Dolayısıyla İsrail’e yatırım yapılmasını engellemek, İsrail ile ortak yatırımları geri çekmek hedeflerimizden, nitekim yine ABD’de bir grup kilise borsa da paraları varmış, İsrail ile ilgili bütün şirketlerden hisselerini geri çektiler, biz işgale destek vermek istemiyoruz dediler. Bu üç mesele çok kritik.
Türkiye’de Filistin’i desteklemek pek çok kişi için bu ortak bir tutum ve resmi bir politika. Aslında bu durumun güzel bir yanı da var Türkiye’de hiç bir konuda anlaşamazken farklı politik eğilimleri bir araya getiren tek mesele budur. Sanırım Edward Said’in bir sözüydü; “İsrail’e karşı sözlerin bir anlamı yok, İsrail sözleri umursamıyor…” İsrail için devlet liderlerinin tehditvari konuşmalarından etkilenmiyor, İsrail somut onu rahatsız edecek, varlığını daraltacak, onu gayr-i meşru duruma düşürecek şeylerle sınırlanabilir. O açıdan Türkiye’nin sınıfta kaldığını söylemek mümkün, AKP’nin ilk döneminde de ticari ilişkiler vs. arttı ama Mavi Marmara sonrası yaşanan skandal denebilecek bir süreçti. Bırakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanları, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayıp canından olanlar var onların da dava açma hakkı normalleşme anlaşmasıyla engellendi. O kadar büyük bir cehalet var ki bu konuda, anlaşmayı görmüşsünüzdür her yerde çıktı tekrar ediyor gibi olacağım ama imzalanan yerler: Ankara ve karşısından ne olması gerekiyor resmi başkent olarak? Tel Aviv olması gerekiyor ama Kudüs var! Bizim dışişlerinden de kimse dememiş ki arkadaş bu nedir! Şimdi doğalgaz anlaşması yapılacağını biliyoruz, bu anlaşma şu açıdan önemli o doğalgaz zaten Filistinlinin doğalgazı, bir de denize şu anki Filistin topraklarından geliyor, o doğalgazı Avrupa’ya satmak için anlaşma yapılıyor, Zorlu da bu işin içinde… Bu anlamda ticari ilişkiler hiç değişmiyor, sürekli artıyor bunlar olurken biz istediğimiz mitingi yapalım, İsrail’e lanet okuyalım Filistin davası açısından bunun somut bir sonucu olmaz. Bunun somut sonucu olması için bizim kendi devletimize bu tür bir politikayı benimsetmek üzere basınç yapmamız gerekir.
~SORU – CEVAP~
BDS Türkiye’nin örgütlenmesi hakkında biraz ayrıntı verebilir misiniz?
BDS Türkiye 26 Aralık 2009 yılında kuruldu. Çok küçük bir topluluk olarak kuruluyor, ben bir araya gediklerinin ikinci ya da üçüncü ayında katıldım, kuruculardan değilim. Birkaç Filistinli, bir kaç Filistin davası gönüllüsü, hatta bildiğim kadarıyla Arapça kursunda tanışıyorlar, ilk eylemleri de Leonard Cohen’e yönelik bir kampanyaydı, daha o zaman Türkiye ayağı kurulmamıştı. Leonard Cohen Türkiye’de konser verdikten sonra Tel Aviv’e gidecekti ve bütün dünyada Tel Aviv’de çalma söyleme yönünde bir çağrı vardı, onunla ilgili bir gösteri yapıyorlardı, basının ilgisini ilk kez o şekilde çekmişlerdi, ben de hatta o zaman gazeteciydim röportaj yapmaya gittim, gidiş o gidiş… Ondan sonra da birçok kurumun olduğu demokratik kitle örgütleri, sendikalar ortak imzaladıkları bir metinle 26 Aralık 2009’da kuruluşunu açıkladı. O zamandan beri de küçük bir grup olarak çalışıyoruz. Büromuz yok, paramız yok, bize yazıyorlar büronuz nerede bizim yerleşik sekreteri olan filan bir ofisimiz olduğu düşünülüyor ama öyle bir şey yok. Kahvelerde, evlerde toplanıyoruz, 2 sene önce Ankara’da bir grup çalışmaya başladı, 6 Ocak’ta ilk Kudüs nöbetini başlatacaklar. Hepsi bu kadar aslında, sosyal medya hesaplarımız var, katılmak isteyenler bize yazabiliyor.
Kudüs nöbeti de şu şekilde oldu bu işin uzayacağını düşündük, tabii OHAL koşullarında nasıl olacak onu da bilemiyoruz ama düzenli Kudüs nöbetleri yapalım diye düşündük. Ankara başlatacak, gelmek isteyen gelsin orada durulsun, sadece bir slogan olsun “Kudüs Filistinlilerindir” bunun çok belirleyici bir slogan olduğunu düşünüyoruz. Daha çok genç bir hareketiz ama yine de bir mesafe kat ettik, bir adres olduk, insanlar bazı şeyleri bize soruyor. Hatta referandum sırasında hayırcıların, evetçilerin aynı anda takip ettiği tek hesap sanırım bizimkiyde Her iki taraftan insanlar basın açıklamalarına gelenler arasından da var, retweet edenler arasında da var… bu güzel bir şey diye düşünüyorum. Ben kendi adıma solcuyum ama sola has bir meselesidir diye düşünmüyorum ama şunu da bu vesileyle söyleyeyim; Türkiye’de sağın meselesi olması da 90’lardan beri olan bir şey yani Hamas’ın ortaya çıkışıyla olan bir şeydir. Eskiden Türkiye’de sağcılar İsrail’i sever, Fethullah Gülen diyor ya ‘resmi devlet’ neyine itiraz ediyorsunuz, yani öyle bir yaklaşım vardı.
Türkiye’de 30-40 firmanın olduğu boykot listeleri oluşturuluyor. Orada McDonalds’ından, Coca Cola’sına pek çok şirket olurken siz iki şirket söylediniz. Bu farkı nasıl açıklarsınız?
Aslında onların bir kısmı Yahudi sermayesi olduğu için listelere giriyor. Sermaye ile derdim var ama Yahudi sermayesi diye direkt olarak işgalle ilgisi var denemez, bazısının ilişkisi var. Ancak tüketmeyerek zayıflatmaya çalışmak çok etkili bir strateji değil ama belli spesifik hedeflere vurmak önemli, bunun için çalışıyoruz. Coca Cola ile ilgili birkaç farklı iddia var; işgalle işbirliği yapığını söyleyen de var, ancak Gazze’de fabrika açan tek firma. Biz BDS’nin listelerini, hedeflerini takip etmeye çalışıyoruz. Ana önceliğimiz işgalle işbirliği halindeki oluşumlar, İsrail devletini gayri meşru kabul etmekle birlikte sırf İsrailli olduğu için buraya gelen bir sanatçıyı boykot etmek gibi bir tavrımız yok. Yakın zamanda Radiohead ile ilgili büyük bir kampanya oldu ancak yine de İsrail’e gittiler. Mintaks mı ne var o boykot listeleri içerisinde, Mintaks’ın uluslararası bir firma olduğundan bile emin değilim… Böyle bir şeyin bir sonuç alma ihtimali de yok. Oruç açmak için kullanılan hurmaya Filistin hurması denmesi, üzerinde de açıkça İsrail Hurması yazıyor akıl alır bir şey değil. Ahava diye bir kozmetik firması var, ölü deniz kilini kullanıyor, onlar çok açık. ZTürkiye’de o anlamda tohum meselesi çok kritik. Yani Türkiye’de büyük şeyler alınıyor; tohum, silah, heronlar…
Türkiye’de eskiden sağ siyaset geleneğinin İsrailci olduğunu söylediniz. Müslümanlar’ın ilgisi 90larda başladı dediniz, evet Hamas’ın kuruluşu 1987 ama bence biraz fazla genelleme yaptınız, Milli Görüş 70’lerin başlarında ortaya çıkıyor ve Erbakan da baya anti-siyonist bir adam…
Ama daha sonra… 70’lerde Milli Görüş de, teröristler söylemini benimsiyor. Filistin o dönem dünyada sol içinde etkili bir dalga oluşturuyor. Yani daha 80 sonrası bir şey… Şunu da bilelim Hamas İhvan kökenlidir; İhvan Hamas kurulmadan önce de Filistin meselesi üzerine konuşuyordu ama bunların bir kısmı duvar yıkılması öncesi dönem, Sovyetler Birliği’nin dünyada bir hegemonya olduğu dönemde kim olursa olsun başında, bağımsızlık yanlısı bir hareket Sovyetlere yanaşıyor, başında kim olursa olsun destek görüyor. Bütün Filistin hareketleri oradan silah almışlar, eğitim almışlar… Türkiye’nin bütün sağ konsepti anti-komünist zaten ve o dönem Filistin’deki hareketler komünizme meyyal, solcular yani…
Filistin meselesi ile Kürt meselesinin kıyaslanmasına yönelik görüşlerinizi paylaştınız ancak bir de bazı Kürtçü arkadaşların İsrail’i savunması gibi bir durum var, bunun için ne dersiniz?
Evet var. Burada birkaç şey var, bir tanesi kimlikçilik meselesi; Türkiye’de Yahudiler baskı görüyor mu görüyor, Türkiye’de Yahudi olmak zor mu zor fakat bu uluslararası meseleleri açıklayacak bir şey değil. İkincisi hakikaten Yahudi Kürtler var ve onların bir gönül bağı var, İsrail’de olan Kürtler var. Ama bu da uluslararası politikaları açıklayacak bir şey değil. ABD politikası olarak İsrail’in Barzani’ye desteği vardı. Türkiye’de herkes Barzani’nin önünü çektiği referandum sürecine karşı yazıyordu. FHKC sitesine baktık bu konuda bir tane imzalı yazı vardı. Bu kadar İsrail ile ilgili, Filistin halkını ilgilendiren bir meseleyse bu insanlar da referanduma karşı olmayı akıl ederler ama yazıda sadece Kürt halkıyla Filistin halkının bir dostluğu vardır, İsrail’den destek almak iyi bir şey değildir minvalinde şeyler geçiyordu. Gayet ılımlı bir yazıydı.
Halil Savda’nın yazısını gördüm, hakikaten çılgınca bir yazı, cehalet ötesi bir yazı; İsrail’i kabul etmeden dünyada hiçbir şey olmaz diyor, tarih ile mitolojiyi karıştıran bir yazı; tarihte o toprakların İsrail’e ait olduğuna dair bir şey yok, Tevrat’ta geçiyor sadece. Tevrat’a göre uluslararası düzenlemeler yapılamaz sonuçta. Ben onların güçlü bir eğilim olduğunu düşünmüyorum ya da bunu göremiyorum ama Şalom’un çok tuhaf bir itibarı var solcular arasında, böyle bir durum da var. Ama ben o tür bir siyonizmin Kürtçüler arasında yaygın olduğunu düşünmüyorum.
Pek çok farklı grubun özellikle dinsel motivasyonları olanların Filistin’e gitmesi anlaşılır bir şey ama Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun Filistin’de ne işi var, neden gider oraya?
O dönem çok farklı bir dönem iki kutup var ABD ve Sovyetler, ABD’nin Vietnam’daki açık ve büyük işgali var dünyanın her yerinde özellikle güçlü ülkelerde Almanya gibi, Japonya gibi, İtalya gibi ülkelerde silahlı hareketler ortaya çıkıyor; Kızıl Tugaylar, Japon Kızıl Ordu, Ulrike Meinhof deyince hepiniz bilirsiniz. Bu oluşumların temel bir çizgisi var: özellikle Kızıl Tugaylar fabrikalarda örgütlenmek ile birlikte diyorlar ki biz canavarın ağzındayız, beynindeyiz ve oradan vuracağız. Yani biz bu emperyalist ülkelerde yaşıyoruz, biz burada silahlı eylemlerle emperyalist sistemi içinden yıkacağız diyorlar. Dolayısıyla Kızıl Ordu herhangi bir milli ya da ümmi meseleden dolayı değil enternasyonalist oldukları için, ezilen halklarla dayanışma içinde olmak istedikleri için, emperyalizme karşı oldukları için oraya gidiyorlar. Japon Kızıl Ordusu bunların içerisinde en uzun dayananlardan bir oldu… Ulrike Meinhof’un toplu yazıları Sel Yayınları’ndan çıktı, o kitap okunduğunda neden anti-emperyalizm meselesi bu kadar önde olduğu açığa çıkıyor. Güneydoğu ya da Doğu Asya’daki bir sol, enternasyonalist örgütün artık nefret edilen, hatta nefret bile edilmeyen, küçümsenen bir örgütün, Marksist-Leninist bir örgütün neden enternasyonalist dayanışmaya meylettiği daha iyi anlaşılıyor. Dolayısıyla bu meseleyi enternasyonalizmin güçlü olduğu, devrimlerin olabileceğine inanıldığı, hayallerin kurulan dönemin ruhu içinde ele almak gerekiyor.
Filistin meselesi İslam ülkeleri için ümmeti konsolide eden bir şey… Hamas’ın Gazze’de iktidarı ele almasını ve sürdürmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir dönem herkes kendini sol üzerinden tanımlıyordu. Sadece Sovyet etkisinden değil aynı zamanda anti-emperyalizm söylemi dolayısıyla; daha sonra bu iklim değişti. Bir küçük parantez açıp hatırlatayım, IŞİD’in ilk kurucuları da işgalden sonra Irak ordusunun komutanlarıdır, ilk ortaya çıkış o şekildedir. Çok doğru; Filistin meselesi ümmeti bir arada tutan bir şey belli ki. Bir yandan da Ürdün’den Filistin’e; Ürdün, Lübnan, Filistin hatta Suriye ve Irak dışında bütün Bilâdü’ş-Şam’ın tek devlet, tek halk olduğu biçiminde bir anlayış var. Sonuç olarak bu durumu değiştirmiyor. Hamas niye güçlendi, sadece dünyada solun zayıflaması, duvarın yıkılması değil bence çünkü hakikaten Sovyetler’in çok güçlü desteği var, Sovyetler’in düşüşü de bu anlamda çok önemli. İhvan’ın güçlenmesiyle beraber işler değişti. Bir de sol ile sağın arasında Türkiye’yi de anlayabileceğimiz bir fark var; sağda para var, çünkü sağcı işadamı olabiliyor, solcu işadamı bir efsane, bir karikatür, yok öyle bir şey. İhvan’ın örgütlenmesini bilirsiniz, bir cemaat halinde devletin dışında bir dayanışma kurarak ilerlediler. Gazze ile Mısır arasındaki tünellere lağım suyu basıldı, bir tanesi İhvan’ın iktidarında. Ama İhvan’ın maddi desteğinin Hamas’ın güçlenmesinde çok büyük etkisi var. Hamas’ın yeni bir belgesi var çok tartışılır ama Filistinlilere bırakmak lazım bunun değerlendirmesini.
Filistin direnişinde, Filistin’de feminist kadın hareketi ne durumda acaba?
Başlarda Leyla Halid ve birkaç kadın daha var, son derece anti-feministler ve en başından itibaren direnişte yer almışlar. Fakat şöyle bir şey var maddi hayat ideolojiden daha güçlü bir şey, ne dediğinden daha güçlü bir şey. Ne derse desin orada kült figürlerden birinin bir kadın olmasının çok özendirici ve olumlu bir etkisi var, kişinin söyleminden bağımsız olarak böyle bir durum var. Diasporadaki Filistinliler arasında çok sayıda feminist var. Halide Cerrar adlı halen esir olan kadın milletvekili kendini feminist olarak tanımlıyor. Filistin kadın komiteleri birliğinin Hİtam Saafin yeni salıverildi. Filisinli Esirlerle Dayanışma Ağı Samidoun iki feminist önder diye bahsetti onlardan. Feminizmle ilgili Türkiye solunun tavrının dışında daha normalleştirici bir bakış var. Yeni yeni kadınların talime çıktığının fotoğrafları geliyor, bunda Kürt kadınlardan ilham aldıklarını düşünüyorum. Bunu açmışken kısaca “pink washing” meselesine değineyim; İsrail kendisinin bölgenin LGBTİ haklarının olduğu, kadınların özgürlüğünün olduğu tek ülkesi olduğunu iddia ediyor, bütün dünyada LGBTİ hareketleri buna pink washing, yani suçlarını pembe ile yıkamak adını veriyorlar ve bütün Onur yürüyüşlerinde pink washing’den yana değiliz diye pankartlar oluyor, bir tarafında gökkuşağı bayrağı, bir tarafında Filistin bayrağı olan pankartlar oluyor. Anladığım kadarıyla Arap dünyasında en modern kadın hareketleri Lübnan’da ama yani ben Arapça bilmiyorum, Türkçe bilmeden Türkiye’yi anlamak ne kadar mümkünse bence Arapça bilmeden Filistin’i anlamak da o kadar mümkün.