Atasoy Müftüoğlu: Kur’an Referans Kaynağı Olmaktan Çıkmıştır

Gelenek ile modernlik arasında sıkışıp kalan Müslümanlar olarak güncel sorunlarımıza çözümler üretmenin derdindeyiz. Bunu yaparken kimi zaman eskinin reçetelerini kullanıp bu reçetelerden medet umabiliyoruz. Oysa Müslümanca yaşamak, ibnül vakt olmayı da gerekli kılmakta aynı zamanda. Ancak geçmişin nostaljik hatıralarına sığınmak her nedense insanlara daha cazip gelmekte. Muhafazakârlık insana bu kolaycılığı dayatarak onu aslında ‘güncel olanın sorumluluğu’ndan da uzaklaştırabiliyor. İşte bu bağlamda Atasoy Müftüoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi sürecince muhafazakârlığın kolaycı tarafından, yeni bir dil üretmenin imkânlarına dek birçok meseleyi konuşma fırsatı bulduk. Söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

MUHAFAZAKÂR CENDERELERDEN KURTULMAK YAHUT YENİ BİR DİL KURMANIN İMKÂNI

Bizler İslami bütüne ait olanı konuşmuyoruz. İslami bütünün zorunlu kıldığı sorunları konuşmuyoruz. Parçalar üzerinde konuşuyoruz. Her kesim bir parçaya tutunuyor. Herkes kendi parçasını çok önemli buluyor. Parçalar arasında içtenlikli bir iletişim de yok üstelik. Parçalar kendilerini kutsallaştırdıkları için bir başka parçanın ne dediğine dönüp bakma ihtiyacı duymuyor.

Yapıp ettiklerimiz sadece kendi muhitimizde konuşuluyor. Genel kamuoyunun dikkatini çekecek bir dili henüz inşa edemedik. Böyle bir şeyi sorun dahi etmiyoruz. Bu noktadan hareketle belirtmek gerekir ki biz Kitab-ı Kerim’in kullandığı yöntemi, dili, yaklaşımı kullanmıyoruz. Kitab-ı Kerim ‘ey insanlar’ diye hitap ediyor. Biz ise parçalara sesleniyoruz. Yani ey türkler, ey kürtler, ey araplar, ey farslar, ey şiiler, ey sünniler diye hitap ediyoruz. Burada çok açık bir sapma var. Bu parçalardan birisine hitap etmeye başladığınız andan itibaren bir inhiraf içindesinizdir. Ama bunu fark etmiyorsunuz ve sapmayı kutsallaştırmaya başlıyorsunuz.

Bugün eğer bir eylemden söz edilecekse –özellikle sizin kuşaklar için söylüyorum çünkü bizim kuşakların böyle bir kaygısı olmadı- bu eylem İslami bütün için bir dil bulmak meselesidir. Kendi kültür muhitimizin dışında bizim yapıp ettiklerimizle ilgilenen hiç kimse yok dünyada. Yani hiç kimsenin ilgisini çekmiyoruz. Çünkü zaten Müslümanlar olarak biz bir niteliğin ifadesinde çok istatistiki ilgilerin muhatabıyız. Biz bir istatistik konusuyuz. Nitelik konusu değiliz. Bilgi bilinç ve içerik üretmiyoruz. Özellikle son dönemde medeniyet bağlamında çok yoğun tartışmalar yapılıyor. Aslında medeni bir dünyada yaşamadığımızı görüyorsunuz. İnsanlar farklı mezheplerden oldukları için birbirlerini boğazlıyorlar. İnsanlar farklı etnik aidiyetlere sahip oldukları için birbirlerini ötekileştiriyorlar, marjinalleştiriyorlar. İnsanlar hala birbirlerinin hangi mezhepten yahut hangi etnik kökenden olduklarını merak ediyorlarsa, yargılama konusu yapıyorlarsa böyle bir dünyada medeniyetten bahsedilemez. Medeniyet sadece bir klişe olmaktan ibaret kalır.

Bugün çok açık bir şekilde bizler epistemolojik bir bunalım içerisindeyiz. Fakat bunalımla bütünleştiğimiz için bunalımı fark etmiyoruz. Neyi konuşacağımıza ne kadar konuşacağımıza nasıl konuşacağımıza biz karar vermiyoruz. Çünkü tartışma konuları ithal ediliyor. Muhafazakarlık da ithal edilmiş bir tartışma konusudur. İthal edilmiş konularla ilgili özeleştirel bir farkındalığa sahip değiliz. Çünkü hepimiz bir şekilde propoganda nesnesi muamelesi görüyoruz. Kendi tercihlerimizin öznesi değiliz. Neyi konuşacağımıza kendimiz karar verdiğimizde kendi tercihlerimizin öznesi olacağız.

YENİ BİR DİL İNŞA ETMELİYİZ

Bizler kavramsal inşayı başarabilmiş değiliz. Kavramlarımızın kamusal alanda ölü kavramlar olduğunu hatırlatmak isterim. Kamusal alanda yaşayan ve kamusal alanı etkileyen kavramlarımız yok. Bütün kavramlarımız çok özel zamanlarda çok özel mekanlarda hatırlanıyor ya da bir uzmanlık haline getiriliyor. Yoksa dilimizin, kavramlarımızın, düşüncelerimizin kamusal dünyada hiçbir yankısı yok. Belirleyici ve tayin edici bir içeriği yok. Sorun budur. Buradan hareketle bütün kavramların irdelenmesi gerekir. Kavramlarımız yaşayan kavramlar mı ölü kavramlar mı buna bakmak gerekir. Bu kavramları hangi koşullarda kullanıyoruz? Herkes kavramları istismar aracına mı dönüştürüyor acaba?  Bugün Allah’ın muazzez dini çok çirkin bir şekilde istismar konusu yapılmaktadır.

Muhafazakârlık kavramı sosyoloji literatürüne baktığınızda Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Ben konunun teorik kısmıyla ilgilenmeyeceğim. Muhafazakârlığın İslam toplumlarında neyi ifade ettiğini konuşmamız gerekiyor. Ben bu noktalar üzerine temas etmek istiyorum.

Muhafazakârlık tarihe geç kalmak demektir. Mücadele alanına çıkmaya, tarihte söz sahibi olmaya geç kalmak demektir. Çünkü muhafazakârlık tekrar etmek ve taklit etmek ile ilintilidir. Hiçbir kültürdeki muhafazakarlık büyük ölçekli değişim ve dönüşüm talebine açık değildir. Büyük ölçekli değişim ve dönüşümlerden rahatsız da olur ayrıca. Muhafazakârlıkların neyi muhafaza edip etmeyeceği konusu ancak düşünsel bağlantıları güçlü toplumların harcıdır. Eğer bir toplum düşünsel bağımsızlığa sahip değilse neyi muhafaza edip etmeyeceğinin kararını kendisi veremez. Çünkü muhafazakâr toplumlar kendileri düşünmezler onlar düşündürtülürler. Aynen bugün bizlerin yaşadıkları gibi. Bizim kendimize ait düşüncelerimiz yoktur. Bize ne düşüneceğimiz dışarıdan ve tepeden dayatılmaktadır. Bugün öncelikle şunu hatırlamamız gerekiyor. Biz neden bugün İslami bir modelden söz etmiyoruz da böyle parçalara bölünmüş bir dilden söz ediyoruz? Neden İslami bütüne ilişkin bir entelektüel mücadelenin içinde değiliz? Özellikle gençlerin neden böyle bir gündemi yok mesela? Asıl bu konular etrafında bir çalışma yapmak gerekmektedir. Bize muhafazakâr kesimler diye hitap ediyorlar. Mesela şöyle bir reaksiyon vermiyoruz: “Hayır biz muhafazakâr değiliz. Biz bunu reddediyoruz. “ Bunun nedeni evvela bir tarih perspektifine sahip olmayışımızdır. Eğer bu perspektife sahip olsaydık İslam’ın hayata ve tarihe çıktığı dönemdeki dönüştürücü etkisini hatırlayarak muhafazakârlık tanımını reddedebilirdik.

İslam tarihe bir yanardağın fışkırması gibi çıktı ve tarihi bütünüyle etkilemekle kalmadı aynı zamanda tarihi dönüştürerek tarihin öznesi oldu. İnsanlık tarihinin en zor döneminde ilk küreselleşmeyi Müslümanlar gerçekleştirmiştir. Onlar Kuran’ı özümseyerek hayatlarının kendisi kıldılar. Biz ise Kuran’ı daha çok bilgi biriktirmek için kullanıyoruz. Bu bilgi hayatlarımızı dönüştürmüyor. Bizleri dönüştürmeyen Kuran bilgisi toplumu nasıl dönüştürecek? Günümüzde İslam dünyasında en çok okunan kitap Kur’an’dır. Yalızca sadece ‘okunmaktadır.’ Okunan Kur’anların içinde yaşadığımız çağ ile ilişki kurduğunu söyleyemeyiz. İslam’ın tarihe çıktığı dönemde Müslümanlar da Kur’an okudular ve onu evrenselleştirdiler. Biz ise Kur’an’ı okuyoruz ve onu yerelleştiriyoruz. Yerel bağlama, mezhep ve etnik köken bağlamına hapsediyoruz ilahi kelamı. Herkes kendi yolunu tarzını meşrulaştırmak için böyle bir yöntemi tercih ediyor. Hâlbukibirçok yerde defalarca ‘ey insanlar’ diye hitap eden Kur’an’ın o kuşatıcı kapsayıcı dili daha hassas ve dikkatli olmamızı gerektiriyor.

GENÇLİK ZAMANIN RUHUNU YAKALAMAKTIR

İslam’a giriş kelime-i tevhit ile başlıyor. Kelime-i tevhit ise siyasal özgürlüğe sahip olmak demektir. Biz kelime-i tevhidi çokça ve mekanik bir şekilde tekrarlıyoruz. Dile getiriyoruz ama siyasal hürriyet sahibi değiliz. Ve modern zamanlar boyunca modern tarihin siyasal ‘nesneleri’ olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Aşağılanarak rencide edilerek  insan altı bir konuma indirilerek ancak hayatımızı sürdürebiliyoruz. Oysa insani varoluş ancak siyasal özgürlükle yürüyebilmektedir. Örneğin İslam sadece bir maneviyat biçimiyse diyeceğim bir söz yoktur, hayatımızı böylece sürdürebiliriz. Eğer yalnızca maneviyat değilse İslam –ki değil- o halde bizim yeni bir dil için bir başlangıç yapmamız gerekiyor. Cesaret etmemiz gerekiyor. Bunu da genç kuşakların yapması gerekiyor. Genç kuşaklar bunu, muhafazakârlıktan bağımsızlaşarak yapabilirler ancak. Genç kuşaklar eğer kendilerinden öncekileri taklit ediyorlarsa onlar da bir yerde muhafazakârlığa ‘mahkûm olmuşlar’ demektir. Örneğin sizin beni taklit ettiğinizi düşünelim. Böyle yaptığınızda muhafazakarlaştınız demektir. Beni tekrar ediyorsunuz demektir. Hâlbuki siz henüz hayatın başındasınız. Siz 80-100 yaşındaki bir üstat kadar düşünemezsiniz. Düşünmemelisiniz de . Genç olmanın bir onuru vardır. Genç olmak genç düşüncelere sahip olmak demektir. Her üstat her düşünür daha çok kendi çağının çocuğudur. Ve o daha çok kendi zamanını yansıtır. Eğer kendi zamanına ilişkin görevlerini yapmışsa kendisini bahtiyar addedebilir. İki yüzyıl önce yaşayan üstadın/bilgenin/arifin bugün için söyleyeceği bir söz yoktur. Hiçbir üstat eleştiriden muaf tutulamaz. Üstatları eleştiriden muaf telakki etmek kötürümleştirici bir muhafazakârlığın adıdır. Bunları söylemek üstatları sorgulamak anlamına gelmez. Ama siz genç olduğunuz için sizin üstatları aşan bir entelektüel irade ortaya koymanız gerekmektedir. Bu, mümkündür. Üstatlarla görüş alışverişinde bulunulabilir. Ve fakat sonunda kararı veren sizlersiniz. Dolayısıyla hiçbir üstat eleştiriden muaf değildir. Bir çelişki genç kuşakların özellikle fark etmesi gerekirdi. Ama bunları fark etmedik. Çünkü biz bugün asıl sorunları değil yüzeydekileri konuşuyoruz. Yüzeyden gidiyoruz derine inmiyoruz. Olayları konuşuyoruz olguları konuşmuyoruz. Olup bitenleri konuşuyoruz olması gerekenleri konuşmuyoruz. Gündemimizde ne olduğunu bilmiyoruz çünkü kendi gündemimiz dahi yok. Gündemler bize dışarıdan dayatılıyor. Biz dışarıdan tanımlanıyoruz.Neyi okuyup neyi okumamamız gerektiğine, ne kadar Müslüman olup ne kadar olmamamız gerektiğine hep başkaları karar veriyor. Bizim öncelikle bu islami bütünlük lehinde bir tercih yapmamız gerekiyor. İslami bütünlük lehinde tercih yapmak için zihinsel sömürge olmaktan vazgeçmek, zihinsel sömürgesizleştirme mücadelesine hazır hale gelmek gerekiyor. Kolonyalistler İslam dünyası topraklarını sömürgeleştirmeden önce oranın insanlarının zihinlerini sömürgeleştirdi. Bu zihnin eleştiri sorgulama, hesaplaşma ortaya koymasına, isyan üretmesine engel oldular. Ve halen bu zihinsel sömürge devam etmektedir. Nasıl devam etmektedir peki? Biz kapitalizmle, sekülerizmle, liberalizmle bütünleşmiş bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumda yaşıyor olmak demek İslami bir toplumda yaşamıyor olmak demektir. Eğer İslami bir toplumda yaşıyor olsaydık ne kapitalizm ne sekülerizm ne liberalizm bünyemize nüfuz edemeyecekti. Müslüman olmak demek bir dirence sahip olmak demektir. Eğer islam kültürü ve medeniyeti diye bir şey varsa bu medeniyetin kendi kurumlarını da üretmesi gerekirdi. İslam kültür ve medeniyeti bugün kamusal alanda varlığını sürdürüyor olsaydı o zaman kapitalizminsekülerizmin ve liberalizmin etkisine maruz kalmayacaktık.

İTHAL DÜŞÜNCEDEN ZİYADE BİZE AİT OLANIN PEŞİNDEN KOŞMALIYIZ

Dahasını söyleyeyim. İslam tefekkür hayatı tarihin son birkaç yüzyılı boyunca sömürgeleştirildiği için biz hep izin verilmiş alanlarda izin verilmiş ölçülerde konuştuk. Her gün- bugün dahi- bizler seküler bir tahakküme maruz kalıyoruz. Siz sekülerizmle hesaplaşıp, sekülerizmin İslam toplumlarına ihracının çok büyük bir patoloji olduğunu kanıtlayan bir düşünce okulu biliyor musunuz? Ya da buralar niçin bu tür okullar değil? Buralarda bunlar niçin konuşulmuyor? Asıl konuşmamız gerekeni konuşmak noktasında bir tercih yapmamız gerekiyor. Batı, kendisinin mutlaklaştırdığı, dokunulmaz kıldığı politik, ekonomik, kültürel modelini şiddet yoluyla bize dayatıyor. Peki, bizim bir modelimiz yok mu? Biz bir model inşa etmekten aciz miyiz? Nerede bizim modelimiz? Yahut bu modeli ortaya koymak için kim çalışacak? Batılılar kendi modelleriyle ilgili olarak diledikleri şekilde bu modelin evrenselleştirilmesi için bütün propaganda, halkla ilişkiler faaliyetlerini diledikleri gibi sürdürecekler ve bizi bu propagandanın nesnesi haline getirecekler biz çok kısık seslerle dolaylı bir dille bize tanıdıkları sınırlar içerisinde kendimiz için bir gelecek arayacağız. O da ne olacak? Maneviyatla ya da imanla sınırlı bir din algısı olacak.Hayır, böyle olmaz. Neden bir entelektüel infial yok? Bu son iki yüz yılla neden hesaplaşamadık? Büyüküstatlarımız düşünürlerimiz filozoflarımız neden eklektik bir tarzı seçti? Nihai bir tercih neden yapamıyoruz? Neden ödünç kavramlarla düşüncelerle amel ediyoruz? Bütün bunlar muhafazakâr bir kültürün madurları olduğumuz içindir. Yani biz muhafazakârlığa maruz kalıyoruz. Sadece muhafazakârlığa maruz kalmıyoruz. Biz her türlü teslimiyetçiliğe maruz kalıyoruz. Bununu nedenini bulmak zorundayız. Sizden öncekiler bunun nedenlerini bulamadılar. Çünkü onların böyle bir sorunu yoktu. Yani modernite ile hesaplaşma gibi bir sorunları yoktu. Bugün bile yeteri kadar bir hesaplaşmaya gidemedik. Modernite emperyalizmin farklı bir boyutuydu bunu fark edemedik. Bugün modernite farklı isimler altında farklı bağlamlarda etkisini sürdürüyor. Özellikle bu bağlamda Avrupa dışı toplumlar Batı aydınlanması kavramları ile iki yüz yıldır terörize edilmektedirler. Bu kavramların hiç birisinin ideolojik olmaları dışında hayatta bir karşılığı yok aslında. Bu kavramların hiç birisi masum değil. Böyle olduğu halde bu kavramlar ideolojik yöntemlerle dokunulmaz kılınmıştır. Bu kavramsallaştırmaların evrenselliğine itiraz etmedik henüz. Sizin kuşaklar bunu yapacaklar. Avrupa aydınlanmasının evrenselliği efsanesisizin kuşaklar ortadan kaldıracaklar. Buna cesaret etmeleri gerekiyor. Neden cesaret edemiyorsunuz? Çünkü genel anlamda biz bugün dini hayatın ürettiği narkoz sebebiyle bu haldeyiz. Bugün halkların afyonu haline getirilmiş bir din algısı var. Sizin kuşakların bu muhafazakârlık adına İslam’a acımasızca zarar veren İslami cemaatlerin gerçekliğini görmeleri gerekiyor. Bu durum aslında dinin bütün boyutlarıyla vülgarize edilmesidir. Bu da dinin kalabalıkların hoşuna gidecek şekilde sunulması, pazarlanması demektir. Şimdi yeni bir moda daha var . O da dinin emperyalistlerin hoşuna gidecek şekilde pazarlanması modasıdır.

Bugün şu noktaya yoğunlaşmamız gerekirdi. Allah’ın muazzez kitabı meşruiyet kaynağı olmaktan çıkmıştır. İslam meşruiyet kaynağı olmaktan çıkmıştır. Demokrasi meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Herkes Kur’an okuyor okuyor . Kur’an okulları, Kur’an hareketleri, Kur’an halkaları vs. vs. Ama tüm bu çabalara rağmen Kur’an referans kaynağı değil. Burada bir çelişki yok mu? Ben Anadolu’da konferanslar verdiğimde ya bu adam hiç ayet okumuyor hadis okumuyor. Yani biraz şüpheli bir adam diyorlar benim için. Peki, okuyoruz işte. Ama neden referans kaynağı değil. Neden hayatımızı, siyasetimizi, dünyamızı, toplumumuzu Kitab-ı Kerim’e göre inşa etmiyoruz. Nerde Kitab’ın öngördüğü kurumlar? Bakınız çok vahim bir çelişkiyi yaşıyoruz. Ama bu vahameti gençlerin fark etmesi gerekir. Vülgarize edilmiş bir dine maruz kalanların fark etmemiş olması anlaşılabilir ama sizin bunları anlayamamış olmanız mazur görülemez.

Seküler bir siyasal kimliğimiz var. Buna karşın duygusal bir İslami kimliğimiz var. Bu çelişki kadar vahim bir çelişki olamaz Müslümanlar için. Sekülerizmin hangi derecede olursa olsun İslam toplumlarında etkisini olması kadar vahim bir durum olamaz. Siz bu tarz bir kötülüğe maruz kalmış bir topluluk gibi görünmüyorsunuz. Hatta hiçbir kötülüğe maruz kalmış insanlar gibi görünmüyorsunuz. Herkes lale devrinde yaşıyor gibi hayatını sürdürüyor. Böyle bir durumda sorunun vahametini kavramak gerekiyor.

ODANIN İÇİNDEKİ KOCA FİLİ GÖREMEMEK

Son zamanlarda konferanslarda bir metafordan bahsediyorum. İngilizcede ‘odanın ortasında duran fili fark etmemek’ diye bir kullanım vardır. Yani şu salonda bir fil var. Ve bu koca hayvanı fark etmiyorsunuz. Odanın ortasında duran fili fark etmemek demek hayati sorunları fark etmemek demektir. “Hemen, şimdi” çözümlenmesi gereken sorunları fark etmemek demektir. Ve bu sorunları ertelemek demektir. Şimdi arkadaşlar size söylüyorum: Odanın ortasında duran fili fark etmeyenler bizleriz. Evet, fili görmüyoruz. Kapitalizmin tüm kavram ve kurumlarıyla tahakküm altına aldığı bir toplumda, sekülerizmin tartışmaya dahi konu edilmediği ve dokunulmaz kılındığı bir ülkede yaşıyoruz. Bugünün dünyasında en büyük diktatörlük neoliberal tahakkümdür. Çünkü neoliberal diktatörlük farklı bir dünya görüşünün farklı bir hayat perspektifinin kendisini ifade etmesine izin vermiyor. Her şeyi homojenleştiriyor, basmakalıplaştırıyor.

Bugün geldiğimiz noktada Müslümanlar neoliberal gündemin belirlediği doğrultuda örgütlenmeler gerçekleştiriyorlar. Mesela sivil toplum bunlardan bir tanesidir. Sivil toplum bizde camidir. Ama bugün camiler İslam’ı temsil etmiyorlar. Camiler ulus devleti temsil ediyorlar. Camiler ulus devletin kutsallarını temsil eden mekanlar olarak varlar. Camiler İslam’ı istemekte özgür değiller. Biz bugün camilerin politik mekanlar olduğunu söyleyemeyiz. Halbuki camiler politik mekanlardır. Sivil toplum kuramında sivil toplum, toplumun taleplerini devlete iletir. Bizde ise devlet camiler aracılığıyla günde 5 kez toplumun nabzını tutmaktadır. Muhafazakârlık sebebiyle bu dönüşümü fark edemedik. Bu olumsuz dönüşümü fark edemememizin en temel sebebi muhafazakârlıktı.

Tahakküm üreten bir dille karşı karşıyayız. Bu tahakkümcü dille sizin kuşaklar hesaplaşabilirler. Bu hesaplaşmanın yapılabilmesi için öncelikle sizin kuşakların önceki kuşakların mirasını eleştirel bir dille değerlendirmeleri gerekir. Bir toplum düşünün ki yüzyıldan beri aynı metni döne döne okuyor. Dünyada sanki başka hiçbir anlamlı çaba yokmuş gibi. Yani bu nedenle toplum kendisini tek akla kapatıyor. Genç bir kuşağın herhangi bir insanın aklına tabi olması –farz-ı muhal benim aklıma – o kuşağın intiharı anlamına gelir. Biz yeryüzünde akılları çoğaltmak için bulunuyoruz. Düşünceyi, tefekkürü, hikmeti çoğaltmak için buradayız. Tek akla kapandığınız sürece hiçbir şeyi çoğaltmıyorsunuz her şeyi azaltıyorsunuz aslında. O akıl kimin aklı olursa olsun bu gerçek değişmez. Bu akıllar kendi dönemlerinde kendi görevlerini yapmışlarsa kendilerini bahtiyar addetsinler.

KUR’AN REFERANS KAYNAĞI OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR

Bugün geldiğimiz noktayı görüyor musunuz? Kitab-ı Kerim referans kaynağı değil, Mevlana referans kaynağı. Kuran-ı Kerim referans kaynağı değil İbn Arabi, Said Nursi referans kaynağı. İsimleri çoğaltmak mümkündür. Birçok şahıs referans kaynağı iken sadece Kur’an referans kaynağı değil.Tüm bunlarda bir çelişki yok mu? Burada yapısal bir problem yok mu? Tekrar ediyorum, İslam maneviyatçılıktan, Batınilikten, sezgicilikten ibaretse, Mevlana’yı da okuyabilirsiniz İbn Arabi’yi de okuyabilirsiniz Sadi Nursi’yi de okuyabilirsiniz. Oysa İslam bunlara indirgenemez. O halde İslam’ın bütün boyutlarını bir araya getiren bir bilincin oluşturulmasına öncülük etmek gerekir. Bunu sizin kuşaklar yapabilir.

Bizim, gençlere bir çağrımız var. Diyoruz ki ‘gençler bize gelmeyin, kendinize gelin.’ Kendiniz olmazsanız eğer kendi tercihlerinizin öznesi olamazsınız. Neyi okuyacağınıza nasıl okuyacağınıza kendiniz karar verin. Big Brother karar vermesin sizin tercihlerinize. Ama şöyle de bir durum var İslam dünyasında ne kadar büyük adam varsa –pek çoğu ile tanıştım bu şahısların-   Gönlümden hep şu geçerdi. Bu büyük üstatlardan birisi çıkacak ve bize şöyle bir şey söyleyecek: “Arkadaşlar bize gelip gidiyorsunuz, çok güzel, anlamlı lakin dünya bizden ibaret değil bizimle de kaim değil. Dünyada ne kadar anlamlı çaba varsa o çabaları da takip edin. “ Böyle birisi çıkmadı. Şimdi bütün üstatlar bizim ufkumuzu kapatıyor. Kendi varlığıyla kapatıyor. Bilincimizi, gözlerimizi kapatıyor. Bizi bir hapishaneye mahkum ediyor. Hepimizin ömrü bir hapishanede geçer gibi geçiyor. Biz bir diğer tarafta da bazı metinlerden biliyoruz. Orada iki günü eşit olan ziyandadır diyor. Fakat aslında bütün bir ömrümüz ‘bir gün’ gibi geçiyor. Bunu fark etmiyoruz.

GETTOLARIMIZI TERK EDİP BAŞKA DÜNYALARA DA KULAK VEREBİLMELİYİZ

Neden referans sistemi ithal ediyoruz? Neden ontolojik ve epistemolojik bir emperyal sisteme hala maruz kalıyoruz. Neden hepimiz seküler sistemin nesnesiyiz? Neden kendimize ait bir dünya görüşü ve hayat tarzı perspektifimiz yok? Neden bir tarih felsefesi perspektifimiz yok? Neden eleştirel bir farkındalığa sahip değiliz? Muhafazakâr olduğumuz için bu böyledir. Çünkü muhafazakârlar hiçbir şeyin değişmesini istemezler. Her türlü yenilikten rahatsız olurlar. Yenilik bir fantezi değildir. Yenilenmeye ihtiyacımız olduğu için söylüyorum bunu. Yeni bir dil kurmaya ihtiyacımız var. Bütünlüğün bilincine ihtiyacımız var. Biz kendimizi şu ya da bu yoruma hapsederek diğer yorumlara anlayışlara kendimizi kapatıyoruz. Hâlbuki bugün sorun şudur: Neden ümmet bugün bir ‘gerçekliğin’ adı değildir? Ümmet neden kitaplardan okuduğumuz bir şeydir sadece? Hâlbuki ümmet dediğimiz şey bizim siyasal gerçekliğimizin adıdır. Onun için gerçek diyoruz. Niçin biz modern ve seküler rüzgârlar yönünde konumlarımızı seçiyoruz. Neden İslami bir model özgür değil? Bu sorulara cevap vermemiz gerekiyor. Neden dünya çapında ‘bu adam ne düşünüyor, ne söylüyor?’ diyen bir Müslüman düşünür, filozof yok? Neden bugünün dünyasına, 21.yy’ın dünyasına bir önerimiz yok? Neden biz, hep bize dışarıdan tahsil edilen şeyleri konuşuyoruz, tartışıyoruz?  Eğer zihinsel bağımsızlık sahibi olsaydık, eğer zihinsel sömürgesizleştirmeyi başarabilmiş olsaydık, bugün bu Aydınlanma dönemi kavramlarının dokunulmazlıklarını reddedebiliyor olacaktık.

Bakınız, toplumlarımız demokrasi terörizmine maruz kalıyor. Demokrasi adına değerlerimiz birer birer yok ediliyor. Demokrasi bir put ve biz yeryüzüne bütün putları kırmak için geldik. Hem içeriye doğru putları üretiyoruz, hem dışarıya doğru putlar üretiyoruz. Putlar karşısında hepimiz çok edilgin bir pozisyondayız; içimizdeki putlar ve dışımızdaki putlar… Hani yeryüzüne put kırıcı bir düşünceyi temsil etmek için gelmiştik? Bunu gençler yapabilirler; put kırıcı bir düşünce, bir edebiyat, bir sanat, bir felsefe kurabilirler. Edebiyatın, sanatın, düşüncenin, felsefenin bugünün tarihine tanıklık ediyor olması gerekir. Fildişi kulesi edebiyatından, sanatından, felsefesinden bahsetmiyoruz. Hayatın içinde, toplumun içinde, kavganın içinde bir sanat, edebiyat, felsefe, tefekkürden söz ediyoruz.  Bilgelikten söz ediyoruz. Siyasal bir duruş sahibi olmak, -bir partide siyaset yapıyor olmak anlamında değil- bir partiniz olabilir, bir cemaatiniz olabilir, bir örgütünüz olabilir ama önce öğrenmeniz gereken şey şudur; dünya ve ahiret bizim partimizden, bizim örgütümüzden, bizim cemaatimizden, bizim üstadımızdan ibaret değil. Önce herkesin bunu öğrenmesi lazım. Bunu öğrenirseniz ancak o zaman hem zihninizi, hem kalbinizi bütün bir insanlığa açabilirsiniz. Biz bu muhafazakârlıkla yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız ve onu bütün bir varlığımızla reddetmediğimiz sürece kendimizi tekrar etmeye, yani daha doğrusu modern tarih boyunca biriktirdiğimiz yanılsamaları biriktirmeye devam edeceğiz. Önce zihinsel sömürgesizleştirmeyle başlamak ve sonra kendi kavramsal düzenimizi yeniden inşa etme cehdi göstermek ,hem içe doğru bir eleştirinin imkanları üzerinde çalışmak, hem dışa doğru bir eleştirinin imkanları üzerinde çalışmak, hiçbir zaman ideolojik bir propaganda tarafından bir meta haline getirilmemek üzere bir direniş dili geliştirmek, yeni bir şey önermek…

BÜGÜNÜN SORUNLARINA GEÇMİŞİN REÇETELERİ ÇARE OLAMAZ

Bugünün sorunları eski kalıplara sığmıyor. İbn Arabi’nin, ya da Mevlana’nın, ya da Yunus’un, seküler diktatörlük gibi, seküler tahakküm altında kalmak gibi sorunları yoktu.  Bugünün insanı bunları konuşacak ve bunları tartışacak. Eğer arz ettiğin gibi İslam bir Bâtınilikse, o zaman hepimiz geçmişe dönelim. Dini bir tercihte bulunmak demek geçmişe doğru yürümek anlamına gelmez. Bugünü siz yaşıyorsunuz. Neden geçmişe doğru yürüyorsunuz da bugünü daha anlamlı hale getirmek için bir çaba, bir etkinlik içine girmiyorsunuz, ya da girmiyoruz? Neden bugünün bu büyük tartışmasında yokuz? Büyük tartışmadan kastım; yani İslam tarihten ne zaman, niçin, nasıl çekildi ve yeniden tarihe nasıl, ne zaman dönecek? Var mı böyle bir kaygımız? Biz İslam’ın tarihe dönmesini mi istiyoruz, yoksa biz İslam’ın sadece içimize dönmesini mi istiyoruz? Bugün geldiğimiz nokta şudur; bugünkü dindarlık biçimleri, seküler dindarlık, mistik dindarlık, halk dindarlığı olarak özetlenebilecek bir dindarlık biçimidir. Din algısı bütünüyle vulgarize edilmiştir ve güruhun, kalabalıkların hoşuna gidebilecek bir biçime dönüştürülmüştür.  İslami esaslar, temel kaygılar gündemimizden çıkmıştır. Bunlarla ilgili hiçbir çabamız yoktur ve bugünün tarihine tanıklık edebilecek hiçbir şekilde bir içerik üretiyor değiliz. Üretmiyoruz.  Bunları nasıl konuşacağımız etrafında bir çözümleme yapmak gerekiyor.

Onun için muhafazakârların hepimizin zihnini kötürümleştiren, bizi her türlü- hem düşünsel, hem siyasal- eylemden alıkoyan bu muhafazakarlıkla yüzleşmek gerekiyor. Bunun için yeni bir başlangıç, yeni bir dil gerekiyor. Bu dil bütünlüğün dili olacak. Bütünlüğün dili, bütün bir insanlığı içine alan bir dil olacak, kuşatıcı bir dil olacak. Bu dili kurarken hiç kimse farklılıkları sorun haline getirmeyecek. Önemli olan şudur; farklılıkları doğuran tarihsel nedenleri anlamak. Bugün bizi, farklı mezhepleri, farklı eğilimleri karşı karşıya getiren şey de o muhafazakârlıktır. Çünkü herkes tarihten devraldığı alışkanlıkları biriktiriyor.

Alışkanlıkları norm haline getiriyoruz. Gerçek normlar gündemimizde değil, alışkanlıkları norm haline getiriyoruz. Bunların hepsine isyan etmeliyiz. Kitab-ı Kerim’in ruhuna, vizyonuna, müktesebatına, nasıl bir toplum, nasıl bir insanlık istediğine ilişkin bir çözümleme yapmadıkça,  Kuran-ı Kerim’i sonsuza dek okusanız Kuran’ın size hiçbir katkısı olmayacaktır. Kuran okumak öyle kolay mı sanıyorsunuz? Kuran-ı Kerim okumak Allah Tebarek ve Teâlâ hazretleriyle temas halinde olmak, onu dinliyor olmak, ona ait olmak, onun için yapıyor olmak demek. Bu öyle kolay bir şey değil. Ama biz onu okumayı da çok mekanik bir şey haline getirdik. Sürem tamamlandı galiba. Genel hatlarıyla anlatacaklarım bu kadar, şimdi varsa sorularınızı almak isterim.

SORU-CEVAP BÖLÜMÜ

Soru: Tekrardan hoş geldiniz. Ben genel olarak şu yaklaşım üzerinde konuşmak istiyorum. Bizim İslamcı kesimde daha çok modernleşmeyi, modernizmi ön planda tutup, oradan yola çıkarak, mesela işte, ekonomik statükoyu ya da kapitalizmi eleştirme gibi bir yaklaşım var. Bu da genellikle şeyi doğuruyor;- sizin söylemlerinizde de onu sezdim gibi- Aydınlanma düşüncesi ve Avrupa’daki o gelişimden gelen düşüncenin İslam toplumlarını etkisi altına alması.  Bu sanki o düşüncenin içinde yerleştiği ekonomik durumu ve kapitalizmin gelişimini geri plana atıyor gibi. Yani ikisi birbirine çok bağımlı gibi gözüküyor bana. Siz ne dersiniz; bu mânâda salt bir modernite eleştirisi, kapitalizmi geri plana atan bir modernite eleştirisi yeterli midir?

Cevap: Burada asıl sorun şu; ‘Biz tarihten neden çekildik?’ gibi bir soruya yanıt arıyorsak eğer; asıl sorun bizim içimizdedir. Yani Avrupa’nın yükselişi karşısında- özellikle 1492’den sonra-  siyasal bir irade olmaktan çıkıyor İslam ve sadece bir kültüre dönüşüyor. Siyasal bir belirleyici, bir tayin edici değil. Keza yine kolonyalistlerin İslam toplumlarını sömürgeleştirmeden önce onların zihin dünyalarını eleştirmeleri ve onların sömürgeleştirilmeye müsait olmalarından kaynaklanıyor. Öyle bir noktaya gelmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bunun pek çok nedeni var. Bu nedenleri bir araya getirecek neler yapılabilir; sistematik çalışmalar yapılabilir. Bu nedenler bir siyasal parçalanma olabilir veya İslam İmparatorlukları’nın kültürel parçalanmaları olabilir, siyasal parçalanmalar olabilir.  İslam’ın sadece bir maneviyat biçimine dönüşmüş olması olabilir. Tasavvufi gelişmelerin etkisi olabilir, çünkü tasavvufi gelişmeler özellikle şeriata karşı bir kayıtsızlığın doğmasına neden olmuştur. Burada sorun, ‘tasavvuf var mı, yok mu? ‘ tartışması yapmak değildir. Tasavvuf nasların sınırları içinde kalarak kendisine bir yol /yordam /yöntem bulabilir ama naslara karşı sorumludur. Fakat birkaç yüzyıldan beri tasavvuf kendisini naslara karşı sorumlu tutmuyor. Dolayısıyla naslara karşı sorumlu olmayan bir tasavvuf hareketi de bir tür Bâtıniliğe dönüşüyor, Bâtıni tevillere dönüşüyor. Bugün dini hayatta büyük ölçüde bu Bâtıni tevillerden ibaret bir noktaya da gelmiştir. Onun için bu sizin sözünü ettiğiniz nokta önemlidir.

SEKÜLERİZM İLE BATINILİK ARASINDA SIKIŞIP KALMAK

Bir yöntem olarak içsel nedenlerden de başlanabilir ve fakat kolonyalizmin zihinlerimizi sömürgeleştirmesiyle başlayan süreç önemli bir süreçtir, çünkü bu zihinsel sömürgeleşme durumuyla birlikte İslam dünyasında düşünce hayatı daha çok batılılaşma yönünde tercihler yapma noktasına gelmiştir. Bir örnek vermek gerekirse; Napolyon’un Mısır’ı işgal ettiği dönemde şöyle bir gelişme yaşanıyor biliyorsunuz; Mısır seferinden önce Napolyon Avrupa’daki bütün oryantalist kuruluşlara müracaat ediyor ve onlardan öneri alıyor. Gittikleri ülkelerde ne yönde hareket edeceklerine ilişkin öneriler alıyor. Bu önerilerin birkaç maddesi son derece önemli. Birisi şöyle;  gittiğiniz ülkelerde etnik ve mezhepçi ayrımları derinleştirin. İki; gittiğiniz ülkelerde mistik ve Bâtıni eğilimleri güçlendirin. Fakat bu arada çok daha farklı bir şey oluyor. Yine bu oryantalist enstitüler Napolyon ‘a yalnızca askeri varlığıyla değil, oraya aynı zamanda Avrupa‘nın entelektüel dünyasını da taşıması gerektiğini önererek, 170 kadar bilim adamını da Napolyon beraberinde Mısır ‘a götürüyor. Bunlar arasında tanınmış sosyologlar var, filozoflar var, etnologlar var, antropologlar var, siyaset bilimciler var. Bu bilim adamları Kahire ‘ye vardıkları gün ilk yaptıkları şey Ezher ‘in bilimsel kredibilitesine gölge düşürmek oluyor ve Ezher çevresindeki pek çok bilim adamının Avrupa üniversitelerinde bir ek eğitim almaları konusunda onları ikna ediyorlar. Nitekim o tarihten sonra Rifâ’a Râfi el-Tahtâvî ve arkadaşları Paris’ gidiyorlar ve Paris ‘ten batılılaşmış olarak dönüyorlar. Aynı günlerde İstanbul ‘dan Ebubekir Ratib Efendi, aynı günlerde Mağrib’den Tunuslu Hayrettin Paşa ilâ âhir, geliyorlar ve bunların her birisi ülkelerine seküler bir modelin zorunlu olduğu fikriyle dönüyorlar.

Bu konuya temas edişimizin nedeni; yabancılaşma nasıl başladı; içeride nasıl başladı, dışarıda nasıl başladı? Fakat içeride en önemli saik, yani bizim üzerinde durmamız gereken en önemli saik -ki şuanda da o noktada bulunuyoruz- bilimsel üretimin durduğu tarihten beri tarihi etkileyecek hiçbir şey yapmadık. Şuanda da bilimsel üretim yapmıyoruz çünkü sözünü ettiğim gibi epistemolojik bir bunalımla karşı karşıyayız çünkü biz seküler bir epistemolojiyle amel ediyoruz.  Bunun hem iç nedeni var, hem dış nedeni var. Eğer bilim üretmiyorsanız üretenlere mecbur mahkûm olacaksınız. Ve bugün geldiğimiz nokta, biz küresel bir kültür imparatorluğuyla karşı karşıyayız. Kültür üretmediğimiz için bu imparatorluk tarafından üretilen kültürü tüketiyoruz ve hiçbir eleştiriye tabi tutmadan, hiçbir direnişe tabi tutmadan tüketiyoruz. Neden kültür üretmiyoruz? Neden bilgi üretmiyoruz? Neden enformasyon üretmiyoruz? Çünkü biz her gün medya uyuşturucuları alıyoruz. Hiçbir şekilde büyük resme yönelik bir dikkat içinde değiliz.

Mesela bizim pek çok derneklerimiz var,  vakıflarımız var. Bu dernekler ve vakıflar bir düşünce enstitüsü gibi çalışmıyor. Herkesin bir kendi tarzı var ve herkes o kendi tarzıyla büyüleniyor. Mesela bugün, en yakından örnek verelim komşumuz Mazlumder; İnsan Hakları Derneği. Bugünün dünyasının en kirli kavramı, ‘insan hakları’ kavramı. İnsan hakları kavramı bizim haklarımızı içermiyor. Hiçbir zaman içermedi. İnsan hakları diye bir kavram olsaydı eğer Suriye ‘de bu kadar katliam olmayacaktı, Mısır’da bu kadar katliam olmayacaktı, Irak’ta bu kadar katliam olmayacaktı, Afganistan’da bu kadar katliam olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir kavram olsaydı Afganistan’da her gün insansız hava uçakları masum insanları katlediyor olmayacaktı. Keza eğer demokrasi diye bir şey olsaydı Mısır’da son yaşanan gelişmeler gibi gelişmeler olmayacaktı. Fakat asıl vahim olan şu; İslami düşünce hayatımızın geldiği nokta. Demokrasi sayıların galibiyetiyle ilgili bir konudur. Sayılar hiçbir zaman hakikatin ölçütü olamazlar ama Müslüman düşünürlerin geldiği nokta nedir; ‘Demokrasi nihai bir mutabakat zeminidir.’ noktasına gelmişlerdir. Demokrasi büyük bir puttur ve en büyük put kırıcı mücadeleyi demokrasi ve insan hakları kavramları etrafında vermek gerekirken biz bugün hepimiz demokrasinin ve insan hakları kavramının himayesini seçtik. Bu bir düşüşün ifadesidir. Bundan daha büyük bir düşüş olamaz.

SALT MODERN ELESTİRİSİ YETERLİ Mİ?

S: Hocam öncelikle çok teşekkürler. Şimdi siz bizi bir hesaplaşmaya çağırdınız. Bir hesaplaşma içine girmemiz gerekir dediniz; kapitalizmle, neo-liberalizmle, muhafazakârlıkla. Şimdi Türkiye ‘de ben son zamanlarda şöyle bir mesele görüyorum; sizin bu bahsettiğiniz hesaplaşma çağrısına icabet eden bazı grupların tamamen bahsettiğimiz bu modernist projelere, artı bir modernist projeyle alternatif üretmeye çalıştığını görüyoruz. Benim gördüğüm en temel şey bu. Bunun da oturduğu yer Marksizm. Yani biz marksizmin kavram aparatlarını kullanıyoruz, kavram hazinesini kullanıyoruz ve bununla kapitalizmi eleştirmeye, onu bir şekilde yıkmaya çalışıyoruz. Yani bazı gruplarda bu var özellikle. Şimdi bence bu modernist bir bakış açısı ve çok sağlıklı bir bakış açısı değil. Kanaatimce de bunun en büyük sebebi grupların geleneği tamamen dışlaması. Yani ben geleneği çok olumsuz görmüyorum. Bizim İmam-ı Azam dediğimiz adam ya da Said-i Nursi dediğimiz adam sisteme entegre olmuş, oynayan adamlar değildi. Bu noktada ben şunu sormak istiyorum; bu marksizmin bütün o soyutlama tuzaklarına -üretim ilişkileri, emek, sermaye vs.- düşmeden siz geleneği nereye oturtuyorsunuz bu ekolün içerisinde?

C: Şimdi efendim Marksizm bir kurmaca olmasaydı eğer bugün hala yaşıyor olacaktı, hayatta karşılığı olacaktı. Dolayısıyla insanlar Marksist literatürün etkisi altında kalıyor olabilirler. Bu bir fantezi de olabilir, bir öykünme biçimi de olabilir. Aslolan şudur önce tabi; İslami temeller üzerinde bir birikim, aslolan o birikimdir.

S: Geleneğe mi tekabül ediyor hocam?

C: Geleneğe tekabül etmiyor. Geleneğin eleştirel bir dille ve seçici olarak ne yapılması gerekiyor; – ben söyledim ya ‘alışkanlıklarımızı norm haline getirdik.’- . Geçmişte yaşayan herkes kutsal değil. Bizden önce yaşayan herkes kutsal değil. Gazali ‘yi de biz konuşabilmeliyiz ama onu tutsak etmek için değil; Gazali’den hangi ölçüde yararlanmayacağımız için. Gazali‘nin felsefe aleyhinde ya da Bâtınilik yönünde yaptığı tercihler konuşulabilmelidir/ konuşabilmeliyiz. Bunu söylemek demek, Gazali ‘yi tahkir etmek anlamına asla gelmez. Gazali bütünüyle dokunulmaz kılınmamalıdır. Said-i Nursi dokunulmaz kılınmamalıdır.  Said-i Nursi, Türkiye Nato’ya girdiğinde telgraf çekmiştir, tebrik etmiştir dönemin başbakanını. O yine Soğuk Savaş döneminin bir gereği olarak Amerikancıdır. Çünkü Soğuk Savaş döneminde bütün Müslümanlar solcu kâfirlere karşı sağcı kâfirlerin safını seçmiştir.

Sağcılığın moda olduğu bir dönem vardı.  İslamcılık yoktu. İslamcılık kavramı da aslında bizim kendi inşamız olan bir kavram değil. Ama bu kavram bizi kastettiği için kullanıyoruz. Yani nedir o; İslam’ın bütün boyutlarıyla yeniden tarihe dönmesini arzu etmek/istemek/ talep etmek ya da bu uğurda mücadele etmek anlamında bunu kullanıyoruz. Said-i Nursi de artık dokunulmaz olmaktan çıkarılabilmelidir. Yani dokunabilmeliyiz Said-i Nursi’ye de. Gerçi ben dokundum, elini sıkmış birisiyim Said-i Nursi’nin. Nurcular benim elimin kutsal olduğuna inanırlar ve dokunmak isterler. Yani dokunabilmeliyiz bütün üstatlara. Yani nam olsun memlekete diye dokunmamalıyız. Allah’ın hatırı/ namı yürüsün diye yapmalıyız; çünkü bugün onların namı Allah’ın namının önüne geçmiştir. Sonra hiçbirimiz asla ve kat’a bencil olmamalıyız, kendi ismimizi öne çıkaran bir şey yapmamalıyız, namımız yürüsün diye hiçbir şey yapmamalıyız. Ümmetin namı, Allah’ın namı yürüsün diye yapmalıyız. O yüzden üstadlarımızı – Gazali de olsa-  eleştirel bir dikkatle takip etmeliyiz.

Ben bir konferansımda Yunus Emre örneğini verdim. Dedim ki, Yunus Emre diyor ki bir şiirinde; ‘dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek.’  Diyorum ki bugünün şairinin şöyle yazması lazım; döveni dövmek gerek, söveni sövmek gerek. Çünkü hep dövülen ve sövülen biziz. Ve bir örnek verdim,  çünkü Yunus şeriata karşı çok müstağni.  Çok derviş, çok mütevazı, fakat şeriata karşı çok kibirli. Çünkü tasavvufun bir ayrıcalığı var. Bugün de öyle, tasavvufun bir ayrıcalığı var şeriata karşı. Şeriattan daha üstün. Bunları dikkatle takip etmeliyiz. Dedim ki; Yunus’u, Mevlana ‘yı okumak isteyen herkes Orta Çağ’ı okumalı, çünkü bu insanlar hangi dönemin ürünü, bunları bilmek zorundayız. Orta Çağ Anadolusu büyük ölçüde bu babalar Türkiyesi. Mesela Mevlana Kalenderî mezhebinden bir zâttır. Menkıbelerini okursanız dehşete kapılırsınız. Bu,  Mevlana’yı okumayın anlamına gelmez. Mevlana’yı, o dönemin nabzını tutarak okuyun, demektir. Gelenek de ancak bu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Çünkü geçmişte her şey iyi değil,  bugün yaptığımız her şey de güzel değil. Doğu her şeyiyle masum değil, Batı her şeyiyle kötü değil.

İslam, tarihe çıktığı günden beri bütün kültürlerle ilişki kurdu, bütün uygarlıklarla ilişki kurdu. Kendi bünyesine uygun ne varsa aldı. Onların bünyesine uygun ne varsa verdi.  Biz dünyayı böyle ikili karşıtlıklar içinde anlamak zorunda değiliz.  Biz çünkü bütün insanlığa seslenmekle yükümlü bir inancın çocuklarıyız. Sorunumuz bütün insanlıkla ama biz daha birbirimizle bile ilişki kuramıyoruz. Onun için geleneği seçici bir tarzda ele almak gerekiyor. Geçmişe yürümek demek geçmişi bütünüyle inkâr etmek anlamına gelmez, gelmemelidir. Dolayısıyla geçmişin de eleştirel bir dille takip edilmesi lazım.

Mesela sağlıklı bir şekilde bir Ortaçağ okuması yapan bir zihin bugün devraldığımız dini mirasın referanslarını orada görebilir. Yani o vulgarize edildiğini söylediğim referanslar bütünüyle o Ortaçağ Türkiyesi’nden, Anadolusu’ndan aldığımız şeylerdir. Meşruiyetinin Kuran’la hiç ilgisi yoktur. Bu konuyla ilgili olarak pek çok öykü var. Öykü de değil, yaşanmış gerçeklik var. Ben Selçuklu tarihini eleştirel bir dikkatle okuduktan sonra bazı örneklere, özellikle sizin kuşakların dikkatini çekmiştim, bizden öncekilerin kutsallaştırılmaması amacına yönelik olarak. Bir tarih felsefesi perspektifi çok önemli. Bizim bir tarih felsefesi perspektifimiz yok. Biz tarihi daha çok efsanevi bir tarih olarak, büyük olaylar, büyük adamlar tarihi olarak okuyoruz. Tarihi yapan düşünceyle ilgili hiçbir çalışmamız yok.

CEMAAT-BİREY ÇATIŞMASI VE DENGESİ

S: Şöyle tek cümlelik bir şey söyleyecek olursak, bireysel olarak; çok kanaatkâr bir toplum, çok kanaatkâr bireyler haline geldik. Daha fazlası yok, sadece o an elimizde olan var, daha fazlası olamaz, böyle bir şeyi idrak bile edemiyoruz. Böyle bir idrak içinde olmadığımız için zaten böyle bir talepte de bulunma ihtiyacı doğal olarak hissetmiyoruz. Zihinsel bir hantallık, kanaatkâr olma hali var. Bu bir… İkincisi de cemiyet olarak, cemaatler olarak kendi hizbi menfaatlerimizin dışında tüm bir ümmeti, tüm bir insanlığı kuşatacak bir isyan ahlakı, bir isyan sesi çıkmıyor.  Kendi hizbi cemaatimiz için bir sürü şeyi yapıyoruz; iyi veya kötü, insani veya gayr-i insani, ama iş kendi cemaatinin dışındaki birine geldiği zaman sorun oluyor. Bu bana göre iyidir, benim kötüm de bana yanlıştır. Böyle bir paradoks hali var. Bu da bizi tamamen kendi gettolarımıza hapsetme gibi bir sürece götürüyor. Burada bir sıkıntı var. Bugün dinin sadece camiye, sadece Ramazan’a hapsedilmesi gerçeği var. Bu Cumhuriyet ‘in, Kemalist ulus devletin temel atılışında değil miydi zaten? Laiklik içerisinde; cami, din işleri ayrıdır, dünyevi işler ayrıdır. Dini hayat ayrıdır, seküler hayat ayrıdır. Bu şöyle bir şey haline geldi; ‘cemaatler’ dini, mütedeyyin yapılar. Dün eleştirdikleri bu Kemalist jargonu, dili bugün kendileri kullanmaya başladılar, farklı bir versiyonuyla. Gittikçe kendimizden uzaklaşıyoruz. Yani bizi biz yapan temel, öz kavramlarımızdan uzaklaşıyoruz. Bu cemaatlerle ilgili olarak,- ‘STK’lar olarak söyleyebiliriz günümüz ifadesiyle- bu konuda ne düşünürsünüz hocam? Yani ben bireysel olarak kendi üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum ama artık bugün cemaatlerin, STK’ların, bir yer işgal ettiğini iddia eden yapıların da artık tam ve doğru bir ses, tam ve doğru insanların yetkin bir ses çıkarmaları gerekmiyor mu?

C: İşte o bütünsel dille alakalı. Yani artık parçalara bölünmüş bir şeyden söz ediyoruz. Herkes kendi parçasına tutunuyor. O gerçek eylem, İslami bütünü korumayla ilgili bir eylem olacak. Yani mesela burada bu arkadaşlar böyle bir proje üzerinde, böyle bir program üzerinde pekâlâ çalışabilirler. Bütünlüğün dilini kurmak ve bütün bir insanlığın dikkatini çekebilecek bir proje üzerinde çalışmak gibi.

Ulus-devlet tabi bir facia ve işte diyelim ki Kürt sorunu diye bir sorun var ve bu sorunun nedeni ulus -devlet. Fakat Müslümanlar Kürt sorunu karşısında ulus-devletin yanında yer aldılar yakın zamana kadar. Ulus-devlete inandılar. Çünkü her ulus-devlet bir şekilde kendisini kutsallaştırmak zorundaydı. Bu Türkiye ve diğer ülkelerde de böyle ve bunu camiler aracılığıyla, Diyanet aracılığıyla yaptılar. Yani Diyanet, camiler, din Türkiye’de ulus- devletin mukaddeslerini tebcil etmek üzere görevlendirildi ve o sınırların dışına çıkamadı. Sadece orada değil, her yerde öyledir.

Çok ilginçtir; cezaevinde İslami Selamet Cephesi seçimleri kazandığında biliyorsunuz darbe yapıldı ve darbeciler Müslümanlara yönelik bir deklarasyon yayınladılar, Diyanet İşleri Başkanı aracılığıyla. Dediler ki; ‘ Ey Müslümanlar! Evlerinize dönün, devlet zarar görmesin.’ Din zarar görürse görsün, din zaten hep zarar görüyor; devlet zarar görmesin.  Çünkü ulus- devlette asıl mukaddes o devletin kendisiydi. Hâlbuki devlet o kadar kutsal falan değil. Devlet bir bürokrasiler toplamı, bir kutsallığı yok. Devlet hangi zihniyetle algılanılıyor, o önemli. Devlet bizde hiçbir zaman İslami temsil etmedi, ulus- devlet temsil etti. O açıdan söylüyorum; kavramsal bir özgürleşme gerekiyor. Fakat asıl önemli şey bir zihinsel sömürgesizleştirme.

Ben post kolonyal okulun düşüncesini önemli buluyorum. Yani Avrupa bizi taşralaştırdı, şimdi biz Avrupa ‘yı taşralaştırabiliriz. Çünkü taşralı üretmez, merak etmez, tecessüs etmez, hep merkezde yoğunlaşır. Şimdi biz neden kendimizi merkez haline getirmiyoruz? Çünkü bize yapılanların tümü ideolojik kurmacanın sonucuydu. Hepsi aynı sonuçları verdi. Hiçbirisinin gerçek hayatla ilgisi yoktu. Bunları yapabiliriz. Post kolonyalistlere karşı şöyle bir eleştiri var; bunlar sadece eleştiriyor, bir şey önermiyor da deniliyor. Mesela işte Sharabati’nin kitabı yayımlandı, Boğaziçi Üniversitesi yayınları arasında; ‘ Avrupa‘nın Taşralılaştırılması’. Orada diyor; sadece eleştiriyor bunlar, bir şey önermiyor diye.

Bizim önereceğimiz şeyler var ama biz özgüvenimizi kaybettik. Biz İslam’a yeteri kadar güvenmiyoruz. Çünkü ortada gerçekten sahiplenemeyeceğimiz ölçüde İslamlar var. Yani sorunlu İslamlar var, sorunlu Müslümanlar var. Diyor ya Muhammed İkbal; ‘Kaç yıl bu Müslümanlardan sığındım İslam’a.’diye. Öyleyse yeniden İslam’a sığınmak gerekiyor. Biz geçmişi bütünüyle yok saymadan ama eleştirel bir seçicilik içinde yeni bir dil kurabiliriz. Bu dil de bizi değil, bütün bir ümmeti temsil edecek bir dil olabilir ve bu geçmişte nasıl Dünya’yı yönetmişse, tarihi yönetmişse, medeniyet kurmuşsa -yani bugün bir medeniyet kurma gibi bir yetenek yok zaten- bunu yeniden yapabilir. Zaten medeniyet biz böyle düşünmeye başladığımız an başlayacak. Yani ‘Ey insanlar!’ a hitap ettiğimiz zaman başlayacak. Yani aramızdaki farklılıkları sorun olmaktan çıkardığımız gün medenileşeceğiz.

Hepinize teşekkür ediyorum ve dua ediyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir