Atasoy Müftüoğlu ile Söyleşi (10 Ocak Perşembe)
Atasoy Müftüoğlu ile Söyleşi – 10 Ocak Perşembe 19:30
10 Ocak Perşembe günü saat 19:30’da Atasoy Müftüoğlu’nu Üsküdar’da ağırlıyoruz.
Kendisiyle “Ortadoğu’daki” son gelişmeler ve bölge siyaseti hakkında bir söyleşi düzenliyoruz.
Herkesi bekleriz.
Uncular cad. No: 28 Kat: 4
Üsküdar / İstanbul
http://yenisafak.com.tr/Roportaj/?i=342518
Zihinsel bir taşrada yaşıyoruz
Yazar Atasoy Müftüoğlu, İslam dünyası toplumlarının gündeminde zihinsel bir savaş olmadığını söylüyor. Müftüoğlu, “Dinî hayat bilinçle değil, menkıbelerle yürüyor. Merak etmiyoruz, sorgulamıyoruz, üretmiyoruz. Hâlâ zihinsel bir taşrada yaşıyoruz. Avrupa merkezli düşüncenin taşrasıyız” diyor.
Eskişehir deyince akla gelen isim Atasoy Müftüoğlu’dur. Bunu Eskişehirli olduğumu öğrenenlerin hemen ardından “Atasoy Abi’yi tanıyor musun?” diye sormasından biliyorum. Şehir dışından gelip bürosunda konuk olanlara ikram ettiği 3 çay, bir simit, bir elma, kitap ve lokumun, o güzel sohbetinin yanında sözü bile olmaz elbette ama ben misafirperverliğini anlatmak için yine de söyleyeyim. Kendisi ise öyle duru, öyle sağlam, öyle derin ki anlattıklarını saatlerce dinlemek mümkün. Her ne kadar dertlerimiz hakkında acı reçeteler yazsa da isabetli teşhisler yapıyor. Sorunumuzun üretememek olduğunu fakat bunun farkına bile varamadığımızı, çünkü İslam dünyası olarak aklımızı bir yerlerde unuttuğumuzu söylüyor. Sizi Atasoy Abi ile başbaşa bırakıyorum. Öyle diyorum çünkü o hepimizin abisi…
Tarihsel – geleneksel bir İslam’dan bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Türkiye’de bizler Müslümanlar olarak sağlıklı bir İslam tarihi terbiyesi almadık, daha doğrusu tarih felsefesi terbiyesi almadık. Geleneğimizde tarih felsefesi yapmak gibi bir şey yok. Tarih felsefesi ile büyük olaylar, büyük adamlar tarihinden çok, bir ‘düşünce tarihi’ perspektifine sahip olmayı kastediyorum. Tarihi bir bütünlük içinde düşünmek, özellikle küresel çağda genç Müslümanların, kendilerini bir yerelliğe, bir mezhebe, bir etnik asabiyete, bir ülkeye kapatmadan, bütün bir yeryüzü ve insanlık gerçeğini bir bütünlük içinde takip etmeleri gerekiyor. Müslümanlar yerel, mezhepsel ya da etnik herhangi bir asabiyetle sınırlandırılmış bir tarih terbiyesine sahipseler hiçbir zaman gerçek ümmet olmayacak.
Tarih bir bütünlük içinde nasıl düşünülür?
Türkiye’de yaşayan Türkler için tarih Türklerin tarihinden ibaret. Araplar için Araplardan, Kürtler için Kürtlerden, Farslar için Farslardan ibaret. Hiçbirisinden ibaret değil! Bunların hepsinin tarihe bir şekilde katkıları oldu. Fakat katkı hangi bağlamda oldu bu çok önemli. Düşünsel mi, entelektüel mi, askeri mi, ekonomik mi? Bunların belirlenmesi gerekiyor. Asıl soru şu; İslam ve Müslümanlar tarihten nasıl çekildiler. İslam’ın ortaya çıkışından sonra İber yarımadasına giden Müslümanlar şimdi nerede? Küreselleşme çağı da değildi, iletişim çağı da değildi. Bu kadar kısa zamanda nasıl İberya’yı ihya ettiler ve hâlâ etkileri tartışılan bir medeniyet doğdu? Sonra ne oldu da tarihten çekildik? Şu anda neden tarihin nesnesiyiz? Niçin bugünün tarihi bizi bir istatistik malzemesi olarak görüyor ve bize hiç saygısı yok? Niçin bu sürece itiraz edemiyoruz sahte gerekçelerle, hilelerle ülkelerimiz işgal ediliyor? Buna tarihsel yanıtlar bulmamız gerekiyor. Ben son 500 yılın bütün Müslümanlar tarafından eleştirel bir analizle okunması gerektiğini düşünüyorum. 1492’de Müslümanlar tarihte ilk defa fiziksel olarak bir yerden çekiliyorlar ve içe kapanıyorlar.
Sizin tespitiniz ne?
Tek bir nedene indirgenemez ama basitçe; 21. yüzyılı tanımlayamamak, ihtiyaçlarına yanıt verecek bağlamda içerik üretememek… Hiç abartmadan bugün bir bilinç felci yaşadığımızı söyleyebiliriz. İslami bağlamda bilinç, bilgi, yorum üretmiyoruz. Tarih üretmiyoruz, eylem üretmiyoruz. Üretilenlerin tümüne maruz kalıyoruz, korkarım ki maruz kalmaya devam edeceğiz.
Neden üretemiyoruz?
İslam ümmeti akla veda ettiği gün tarihe de veda etti. Yeniden tarihe dönmesi için yeniden akla dönmesi gerekli. Araçsal bir aklı kastetmiyorum, vahiyle uzlaşmış bir aklı kastediyorum. Fakat çarpıcıdır, yeniden İslam dünyası mistisizme dönüyor. Bu ümmetin asla ve kat’a bir geleceği olmayacak demektir. Çünkü şu anda tarihsel bağlamda neo-liberal bir işgal ve istila yaşıyoruz. Biz bunu fark etmiyoruz. Demokrasinin modern zamanlarda bir dekor olduğunu Müslümanların öğrenmesi gerekiyor. Asıl büyük kararların sermaye tarafından verildiğini öğrenmek gerekiyor. Bugün mezhepçilik varsa ve bu utanç vericidir ki hâlâ var, insanların hangi mezhepten olduğunu konuşuyorsak böyle bir kültürün geleceği yok.
Bu gettolaşmaya neden olmaz mı?
Gayet tabi, içe kapanıyoruz. Küreselleşmeyi paylaşmayabiliriz, küreselleşme karşıtıyız, küreselleşmeyi sorgulamalıyız ama bir diğer taraftan küreselleşmenin sağladığı birtakım zihinsel imkanlardan da faydalanıyoruz. Örneğin ulus devletle biz hesaplaşmalıydık Müslümanlar olarak ama küreselleşme hesaplaşıyor. Takdis edilmiş devletle küreselleşme hesaplaşıyor.
Ya da biz küreselleşmeyi arkamıza alarak yapıyoruz bunu…
Evet. Müslümanlar yakın zamana kadar Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet yorumunun yanında yer aldılar. Hala devlet yorumunu tüketmeye devam ediyorlar. Böyle korkunç bir şey olur mu? Zihinlerimize düşüncelerimize kim vaziyet ediyor? Oryantalist klişeler. ‘Arap Baharı’ diye bir tanımdan söz ediliyor. ‘Arap Baharı’ diye bir bahar yok. Prag Baharı’ndan ilham alınmış bir şey. Tanım Araplara ait bir tanım değil. Düşünce hayatımız özgür değil. İslami bilgi özgür olmayınca nasıl zihinlerimiz özgür olabilir? Avrupa sürekli entelektüel tahakküm üretiyor. Bizim artık o tahakkümle ilgili rahatsızlığımız ya da farkındalığımız yok çünkü içselleştirmişiz.
Bugün yaşadığımız İslam üretilmiş bir İslam mı?
Miras alınmış bir İslam, çünkü üzerinde düşünmedik. Mirasyedi gibi hareket ediyoruz. Geçmişte üretilen her şeyi tükettik. Geçmişte üretilenler günümüze cevap vermiyor. Onun için bir tıkanma bir felç durumu yaşıyoruz. İslam dünyasında bir otorite olmadığı için masallarla, menkıbelerle, efsanelerle, rüyalarla bezenmiş bir din algısı, özellikle genç kuşakları narkoz gibi etki altına alıyor.
Geleneksel İslam anlayışı mı bu?
Tabi, düşünmüyor kimse düşünmüyor. Taklit geleneği diye bir gelenek var. Kimi taklit ediyorsanız olun, intihar etmiş olursunuz. Dünyanın en seçkin otoritesini taklit ediyor olsanız bile… Mümkündür ki siz daha farklı bir potansiyelle hayata gönderilmiş olabilirsiniz. O taklit ettiğinizi aşma yeteneğine sahip olarak dünyaya gelmiş olabilirsiniz. Taklit sizi hemen bilinç alanının dışına çıkarır. Tekrar da bilinç alanının dışına çıkarır. Şu an dini hayat bütünüyle bilinç alanının dışında hareket ediyor.
Bu duruma alimlerin neden cevap verme kaygısı olmadı?
Geçmişte alimler ‘bu kadar yeter’ dediler. Bu ne demek? “İçtihada gerek yok. Bütün soruları cevapladık bu kadar yeter” demekti. Bununla başladı her şey. Ama yetmiyor. Dolayısıyla bugün yeniden alimlerin, entelektüellerin, aydınların içtihadı konuşmaları gerekiyor. Koşulları yerine getirenler içtihad yapmalılar. Bu böyle devam edemez. Çünkü bu neo-liberaller çağında dini hayat bireyselleşiyor. Büyük kültürler küçük kültürleri yerellikleri yutuyor. Hiçbir direniş gösteremiyoruz. Çünkü kültürel içerik üretmiyoruz. Gelip sorsunlar, 21. yüzyıla ne öneriyorsunuz? Var mı önerimiz? Dini hayat bir cemaatin menkıbe fabrikalarında her gün endüstriyel olarak üretilen rüyalarıyla yürüyor. Bilinçle değil. Bu cemaatlerin sayıları, paraları, menkıbe fabrikaları çoğalırken, bir diğer tarafta hâlâ zihinsel bir taşrada yaşıyoruz. Avrupa merkezli düşüncenin taşrasıyız. Taşrada oturan merak etmez, sorgulamaz, üretmez sadece merkeze bakar. Merkez ne yapıyorsa onu yapar. Dolayısıyla önce bu taşralılıktan özgürleşmemiz gerekiyor. Bakın İslam dünyası toplumlarının gündeminde zihinsel bir savaş yok.
HER ÜSTADA ELEŞTİREL BAKILMALI
Okuma serüveniniz nasıl başladı?
Babam icazetli bir mollaydı. Evimizde kitaplar, gazeteler, dergiler, yayınlar vardı. Ankara’da olduğumuz 1950’li yıllarda babamın İslami camia içindeki öncü isimlerle tanışıklığı, dostluğu vardı. Osman Yüksel Serdengeçti, Osman Turan. Ankara’da olan herkesle bir şekilde tanışıyorduk. Necip Fazıl’la tanıştım, birlikte seyahatler ettik. Türkiye’nin çeşitli yerlerine konferanslara gittik. Dergisinin en genç yazarlarından biri bendim. Sadece benim yazılarıma müdahale etmezdi.
Said Nursi ile de tanışıklığınız var değil mi?
O dönem Ankara’da olan Said-i Nursi ile de tanıştım. O zaman Nurculuk çok riskli bir şeydi, illegaldi çünkü. Ben o eserleri okuduktan sonra yeni bir süreç başlayacak sanıyordum. “Bir ömür, devamlı okunacak” deyince ben müsait olmadığımı söyledim. Bunu Said Nursi’ye de anlattım ve “Bu çocukları engellemeyin” dedim. Geleneği kabul etseydim hâlâ orada duruyor olacaktım. Hâlâ bu harekete eleştirel olarak bakıyorum.
Başka kimlerle tanıştınız?
Ben kendi dönemimde bütün üstadları tanıdım. Bir gün şöyle diyecek bir üstadla karşılaşabileceğimi ümit ediyordum; “Gençler bize gelip gidiyorsunuz ama dünya bizden ibaret değil, bizimle de kaim değil. Dolayısıyla her yere gidin.” Ömrümün gecesini yaşıyorum daha böyle bir üstad görmedim. Benim gençlere vasiyetim şu; bütün üstadları eleştirel bir dikkatle takip edin. Üstadlar hata edebilirler. Bu hataları meşrulaştırmaya kalkışmayın. Bütün üstadlar hata ettiler, etmeye de devam edecekler. Her şeyi bilmeleri mümkün değil. Ben her konuda yazı yazmaya korkarım. Hayatımın özeti sınırlarının farkında olarak yaşamak, bağımsız olarak yaşamak, sorumluluk alarak yaşamak… Bir de hesap saatinde meleklere de söylemeyi düşündüğüm bir şey var. Namım yürüsün diye hiçbir şey yapmadığımı söyleyeceğim. Ömrüm oldukça da yapmayacağım. Bizim hesap saatinde büyük sorulara vereceğimiz öyle cevaplar yok. Çünkü biz küfrün, nifakın, şirkatın, fesadın, tuğyanın yaşandığı bir dönemi yaşıyoruz. Tarihe gerektiği gibi tanıklık edemedik. Bizim kuşaklar hiç edemedi. Hakikati eğip büktüler, uzlaştılar, boyun eğdiler, sessizliği seçtiler, kavgalarının da niteliksel anlamda bir derinliği yoktu.
DÖVENi DÖVMEK LAZIM
Devrimsel bir inşa sürecine girmemiz gerektiğini söylüyorsunuz. Bu kıvılcım nasıl ortaya çıkar?
Zihinsel cesarete ihtiyacımız var. Statükoları sorgulamak. Bütünüyle reddetmek değil. Biz şimdi geçmişin yasını tutuyoruz, geçmişe tapınıyoruz, bu anlaşılabilir bir şey değil. Bu yüzden bugün dünyada ne olup bittiğinin ayırdında değiliz. Dünya neyi konuşuyor, neyi tartışıyor? Müslümanlar olarak hiçbir tartışmayı biz başlatmıyoruz. Hiçbir tartışmada taraf değiliz. Zihinsel savaş vermiyoruz. En yetişkinimiz bile hâlâ Türkiyeci. Türkiye’de itiraf edilmemiş bir milliyetçilik var. Bunu Kürtlere karşı tavrımız söz konusu olduğunda anlayabiliriz. Müslümanlar Kürt sorunu konusunda daha yeni yeni adım atıyorlar.
Kürt Müslümanların da hiç sesi çıkmıyor?
Biz Kürt halkının acılarını, hassasiyetlerini, sorunlarını, beklentilerini anlamak için çaba göstermeliyiz, siyasetini değil. Kürt siyaseti birtakım ateist unsurlar taşıyor. Oradaki dünün İslamcıları da Kürt İslam sentezcisi haline geldiler. Bunları da konuşmamız gerekiyor. Bizim küresel ölçekte bir perspektif, vizyon, proje oluşturmamız gerekiyor. İslam bunu yapabilir. Önerileri var. Geçmişe kapandığı için bunu yapamıyor. İçerik üretemediği için yapamıyor. Menkıbe, masal, efsane, gelenek görenek din haline geldiği, din de bir muhafazakarlığa dönüştüğü için bunu yapamıyor. Çünkü din artık bir folklor. Artık İslami iddialarda bulunamıyoruz.
Mesela Hayrettin Karaman hoca da hoşgörü ve tahammül üzerine yazdığı yazıyla tepki almıştı.
Kime karşı hoşgörü? Sizin bütün bir İslami varlığınıza karşı küresel çapta sistematik anlamda bir proje yürütülüyor. Sizi temin ederim şu anda yüzlerce düşünce kuruluşu Türkiye’de faaliyet halindeler. Hoşgörülü bir İslam tanımı için uyarıyorlar Müslümanları. “Mevlana okuyun, Yunus okuyun. Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek” diye. Halbuki bugün döveni dövmek gerek, sövene sövmek gerek. Biz her gün dövülüyoruz. 70 yaşındayım. 3-4 yaşlarımdayken babam Ankara’nın köyünde imamdı. Çocuklara Kur’an okuttuğu için prangalara vurulup, 15 kilometre yürütülerek karakola götürüldü. O günden beri bizi mutlu eden bir gün hatırlamıyorum. Neo-liberal dönemde fuhşiyat ve münkerat sonuna kadar özgür ve kendini meşrulaştırdı. Ahlakı savunamıyoruz.
Bu kente öylesine yabancıyım ki…
Trabzon doğumlusunuz. Ankara’da yaşadınız. Eskişehir’e yerleşmeniz nasıl oldu?
Babam imam hatipti. Eskişehir’e tayini çıktı. Yanında olmamızı istedi. 1967 yılında Eskişehir’e geldik. Belediyede yazı işleri başkatibi olarak görev aldım. 12 Eylül 1980’e kadar devam ettim. Sıkıyönetim sakal sebebiyle işime son verdi. O tarihten beri beni buraya bağlayan hiçbir şey yok.
“Allah bana bu şehirden çıkmak için hayırlı bir yol göstersin” diye dua ediyormuşsunuz.
Bu şehirle ben ilişki kurmayı sağlayamadım. Tarz olarak bağımsız olmayı seçtim. Kişisel bağımsızlıkların da düşünsel bağımsızlıkların da çok ciddi bir riski var. Ben bütün bu riskleri göze aldım ve o riskler sebebiyle yalnız kaldım. Bu şehirde beni yansıtmayan, benimle ilgili pek çok klişe var. Kimse benimle konuşarak, tartışarak, sorgulayarak bu sonuçları elde etmiş değil. Tamamen benim dışımda cereyan eden şeyler. Dolayısıyla ben bu kente 45 dakika önce gelmiş biri kadar yabancıyım. Burada yalnızca öğrencilerle temasım var.
Kentten çıkmanızı engelleyen nedir?
Kentten çıkmayı çok arzu ettim fakat bir vesile olması gerekiyordu o vesile olmadı. Çocuklarım burada doğdu büyüdü. Şimdi İstanbul’da yaşıyorlar, eşimle ben burada… İnsan yaşlanınca daha zor kararlar veriyor. Gençken olsaydı bütün bunlara daha kolay karar verilebilirdi.
Entelektüel camia Ankara ve İstanbul’da konuşlanmış. Bu sizi uzak düşürmedi mi?
Ben her halükarda buranın bir taşra olduğunun bilincindeyim. Taşrada yaşamanın çok zor olduğunu da biliyorum. Bir kitaba gününde ulaşamamak çok ciddi bir sorundur benim için. O açıdan önceden önlemler alırım. Adeta bir yarıştır bu benim için. Kitaplar piyasaya çıktığı gün ya sipariş veririm ya da çocuklarıma, arkadaşlarıma rica ederim. Kitap Ankara ya da İstanbul’da piyasaya çıktığı gün benim elimde olur ve hemen okumaya başlarım. Pek çok kitabı birlikte okurum. Bütün kitapların çıkış serüvenini yakından takip ederim. Seçici bir okurum. Bu konuda yönetilmek asla istemem.
RÖPORTAJIN DEVAMI YARIN:
Müslümanlar akla veda ettiği gün tarihe de veda etti
Demokrasi modern zamanlarda yalnızca bir ‘dekor’dur
Kimi taklit ediyorsanız olun, intihar etmiş olursunuz
Necip Fazıl dergide yalnızca bana müdahale etmezdi
Bütün üstadlar hata eder, etmeye de devam eder
http://www.yenisafak.com.tr/Roportaj/?i=342686
Kur’an’a yeni bir okuma gerek
Yazar Atasoy Müftüoğlu, Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuzu fakat içselleştirerek hayatımıza yansıtmadığımızı ifade ediyor. Müftüoğlu, “Kur’an’ın ve sünnetin 21. yüzyılı nasıl şekillendireceğine ilişkin yeni bir okuma biçimi lazım. Kur’an-ı Kerim’i bir yerde tartışma yaparken kullanmak üzere değil, hayatımızı düzenlemek üzere okumalıyız” diyor
Küreselleşmenin bazı konularda özgürlük sağladığından söz etmiştik. Başka artıları da var mı?
Küreselleşme Amerikancılığın, emperyalizmin yeni adı. Tüketim kültürünün küreselleşmesi zihinsel anlamda, kalbi anlamda, ruhi anlamda tükenişimize sebep oldu. Bugün insanlar tüketim tapınakları peşindeler. İhtiyaçlarımızı reklamlar belirliyor. Bugün cemaat liderleri bile pazarlanıyor. Biz postmodernite ile hesaplaşamadık, moderniteye bir yanıt veremedik, kendi modernitemizi de oluşturamadık. Biz araftayız. Bizim için bir gelecek yok. Hâlâ Batı’nın teknolojisini alalım ama kültürünü bırakalım diyoruz. Fakat nasıl yapacağımıza ise cevap veremedik. Postmodern küresel kültürün bu modern putlarla ilgili bir eleştirisi var. Dolayısıyla küresel kültür, ulusal devletle devletin bir ikon haline gelmesiyle de savaşıyor. Küreselleşmeden bu anlamda yararlanılabilir ya da küreselleşmenin bize kazandırdığı iletişim devrinden yararlanılabilir. Bu enformasyon çağında biz hala ümmetle konuşmuyoruz. Ümmet ne düşünüyor konuşmuyoruz.
Müslümanlar neden Müslümanlıklarını ancak modern hayat içinde sürdürebileceklerine inanıyorlar?
Ya gelenek içinde ya modernitenin içinde kalarak… Geleneğin içinde kalarak bir mistisizme bağlanması gerekiyor. Çünkü o her gün vaatte bulunuyor. Türkiye’de yaşamış ne kadar şeyh, üstad, lider, parti başkanı varsa hepsini tanıyorum. Hepsinin de bir kahin olduğunu biliyorum. Hepsi cemaatlerini şöyle yönlendirdiler. “Filanca gün her şey çok iyi olacak.” Nasıl iyi olacak? Bunun için bir eyleminiz mi var? Çünkü Hazret rüya gördü. Tamam bitiyor. Bizim eylemimiz olmadan nasıl iyi olacak diye sormadı kimse, hâlâ da sormuyor. Müslümanlar tekrar tarihe dönmek istiyorsa akla dönmeli.
Vahyi bir anlayışı kuşanmak nasıl olacak?
Bugün buraya Mevlana gelse, İbn-i Arabi gelse yararlanamayız. Niçin Mevlana okuyorsunuz, okumayın. Sezai Karakoç okuyun. Sezai Karakoç zamana gerektiği gibi tanıklık ediyor mu o ayrı bir tartışma konusu ama Nizar Kabbani ediyor. Şiiriyle savaşa katılıyor. Şiiriyle “hayır” diyor. Aşkı da, edebiyatı da, sanatı da konuşuyor. Herkes Kur’an’la ilgili çok şey biliyor. Ben Kur’an’ın sizi baskılamak için ya da bir tartışmayı kazanmak için kullanılmasına karşıyım. Çünkü Kur’an bizden bir ahlak ister, bir davranış biçimi ister, bir toplum biçimi ister, bir siyaset biçimi ister. Kur’an-ı Kerim 21. yüzyılı nasıl şekillendirecek? Kur’an’ın ve sünnetin 21. yüzyılı nasıl şekillendireceğine ilişkin yeni bir okuma biçimi lazım.
Yeni bir tefsir mi lazım?
Olabilir yeni bir tefsir olabilir. Biz bütün tefsirleri eleştirel bir yaklaşımla okumalıyız. Evvela Kur’an-ı Kerim’in bütününe ilişkin genel bir yaklaşımımız olmalı. Böyle tartışıp durmamalıyız. Şunu iddia ediyorum; İslam ümmeti 1430 yıldan beri Kur’an-ı Kerim’i nasıl okuyacağına karar verememişse bundan sonra 1430 yıl daha karar veremeyecek. Böyle bir şey olamaz. Burada zihinsel, kalbi bir tembellik var. Her ibadet bize bir farkındalık kazandırır. Ümmet bilinçli olarak bir defa haccetse Amerika Irak’ı işgal edemeyecek. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’i bir yerde tartışma yaparken kullanmak üzere değil, hayatımızı düzenlemek üzere okumalıyız.
Ortadoğu’da yüzler değişti sistem aynı
Ortadoğu’da yaşananlarla ilgili ne diyorsunuz?
Ortadoğu hakkında ne düşüneceğimizi bile bilmiyoruz. Devrim oldu mu, olmadı mı? Hakan Albayrak “Devrim olmadı diyenler ahmaktır” dedi. O ahmaklardan biri de benim.
Afrika diktatörleri İslam’ı perde gibi kullanarak bütün kötülükleri yapıyor diyordunuz. En azından onların gitmesi iyi olmadı mı?
Birtakım yüzler değişti ama bir diktatörün değişmesiyle devrim olmaz. Yapısal hiçbir değişim olmadı ve yakında olacağına dair de bir proje, bir çalışma yok. Evvela devrimi yapacak kadrolar yok, liderlik yok, fikir yok. İki şey var. Bu genç kuşaklar vatandaş olmak istiyorlar. Pragmatik talepleri var. İş istiyorlar, aş istiyorlar. İkinci olarak demokratik talepleri var. Bir diktatörü devirmek kuşkusuz anlamlı bir şey ama benim sorum şu; Kaddafi’yi devirenler muhalifler mi? Hayır değil.
KADDAFİ KÜRESEL PROJELERİ REDDETTİ
Kimler devirdi peki Muammer Kaddafi’yi?
İngiliz ve Fransız işbirlikçiler. Bütünlük olsun diye aralarına bir takım unsurlar katıyorlar. Libya’ya dehşetengiz şekilde zulmedildi. Kamuoyu bunları bilmiyor. Kaddafi’nin diktatör olduğu doğru ama Avrupalılar Kaddafi ile uzun süredir temas halindeydiler. Avrupa enerji için Libya güneşini kullanmak istiyor. Kaddafi reddediyor. İkincisi Afrikon projesi. Yeni bir Amerikan ordusu. Silahlı güçlerden oluşmuyor. Antropologlar, tarih felsefecileri, kültür felsefecileri, siyaset felsefecilerinden oluşuyor. Afrika’nın zihnini yeniden konumlandırmak isti-yorlar. Kaddafi bunu da reddedi-yor. Şimdi Fas kabul edecek, orada konumlanacaklar. Kaddafi’nin euronun baskısına karşı Afrika Lirası teklifi vardı. Bu hayata geçirilmek üzereydi. Libya’da uçaklar geldiğinde “Mersi Fransa” diye bayrak salladı bu muhalifler.
‘Sezai Karakoç benim için bir umuttu’
Eskişehir’de olmanıza rağmen nasıl entelektüel camiadaki herkesin abisi oldunuz?
Ben her düşünürün kendi dönemi içinde değerlendirilmesini düşünüyorum. Necip Fazıl’ın milliyetçi, mezhepçi, vatancı, toprakçılığı o dönemde mazur görülebilirdi. İslamcı bir vizyon, bir proje yoktu. Fakat Sezai Karakoç’un Türkiye için yeni bir imkan, yeni bir başlangıç, yeni bir ufuk, yeni bir dil ve perspektif olabileceğini düşündüm. Sezai Karakoç’u tanıtmanın önemine inandım. Bunun için iki defa Türkiye’yi dolaştım, abone topladım. İddia ediyorum ilk defa bir İslami dergi, Diriliş, 2000 abonesi hazır olarak çıktı. Üretmen Han’da büro tuttuğumda masamız, sandalyemiz yoktu. Günlerce bir buzdolabı kolisinin üzerinde çalıştım. Dergileri sırtıma yüklüyor ambara götürüyordum. Sonra Ankara’da Nuri Pakdil ve Rasim Özdenören’le tanıştım. Onların dergilerinin tanıtımı için de çaba harcadım. Edebiyatla, sanatla ilgisi olan herkesle bir şekilde tanışıyorduk. Beşir Atalay İzmir’de öğrenciydi. Abdullah Gül İstanbul’da öğrenciydi daha sonra Sakarya’ya gitti. O günlerde sık sık bir araya geliyorduk. Taşrada yaşamama rağmen buraya mahkum olmadım.
Bir de ‘Deneme’ dergisi maceranız var?
Eskişehir’e gelir gelmez gençlerle temasa geçip Deneme dergisini çıkardık 1971’de. Nabi Avcı Lise 1, Ahmet Kot Ortaokul 3. sınıf öğrencisiydi. Kuran’ı Kerim “En güzel dille anlatın” buyuruyor. En güzel dilin edebiyat olabileceğini, edebiyat aracılığıyla konuşmayı, anlatmayı düşünüyorduk. Sonra edebiyat hayatının da, İslami düşünce hayatının da Türkiye’de yeteri kadar bağımsız olmadığını, edebiyat aracılığıyla tarihe tanıklık edilemediğini, tarihin konuşulmadığını, edebiyatın daha çok bireysel fantezilerle sınırlı olduğunu gördüm.
Ümmet sizin için önemli. Bu bilinç nasıl gelişti?
Camiada bir İslam ümmeti düşüncesi vardı ama soyuttu. O dönemde aileden aldığım terbiyeyle bir ümmet düşüncemiz vardı. Biz aileden aldığımız tecrübeyle ümmetin bütün renklerine açık olmaya, farklı yorumları anlamaya ya da bu yorumları ortaya çıkaran tarihsel nedenleri anlamaya çalışıyordum. Ümmetle ilgileniyoruz. Hamidullah Erzurum’a geldiğinde ziyaretine gidiyoruz. Derslerini dinliyoruz. Osman Turan, Osman Yüksel Serdengeçti sentezci oldukları için onlardan uzaklaştık. Necip Fazıl’dan ise o İdeolocya Örgüsü’nü okuduktan sonra…
Yazılarınızı deneme tarzı yazıyorsunuz. Neden deneme?
Ben profesyonel değilim, asla böyle bir arzum olmadı. Herhangi bir konunun uzmanı değilim. Ben kendisini İslam ümmetinin sorumlu bir parçası telakki eden bir insanım. Hiç kimseye ağabeylik yapmak, üstadlık etmek, cemaat kurmak, emir vermek gibi bir amacım olmadı. Konuşulmasını arzu ettiğim şeyleri yazıyorum. Burada konuşuyoruz, konuştuğumuz şeyleri daha sonra yazıyorum. Deneme daha fazla özgürlük alanı verdiği için deneme tarzı yazıyorum, özel bir yakınlığım yok. Çünkü ben düşünmekten çok düşündürtüldüğümüzü düşünüyorum. Onun için neyi konuşacağımıza kendimizin karar vermesi benim için hayati bir sorun. Münasebetsiz bir soru beni fiilen rahatsız eder. Hatta hastanelik olduğum olmuştur, tansiyonum yükselir.
Bütün kitaplarımı yağmaladılar
2000 yılında gece yarısı eviniz arandı ve tutuklandınız. Neler yaşandı o gece?
Selam Gazetesi’nde yazılar yazıyordum. Selam Gazetesi Siyonist karşıtı ve İran’a yakınlık duyan bir gazeteydi. Dolayısıyla bu operasyonun içinde yabancı güçlerin olduğunu düşünenlerdenim çünkü bizzat şahit oldum. Evim hallaç pamuğu gibi didik didik edildi. Döşemelerin altına bile tek tek bakıldı silah saklamış mıyım diye. Tüm kitaplarım yağma edildi ve 6 çuval kitap belge, fotoğraf alındı. Sonra büroma geldik. O dönemde büromda elektrik de yok, telefon da. Buna imkanımız da, ihtiyacımız da yok. Gariptir buraya dünyadan da olmak üzere çeşitli yerlerden röportaj için gelirler ama kimse sormaz. “1980’den sonra nasıl yaşadın, nasıl başardın” diye. Burayı da yağmaladılar. Sorgu odasında soruları kendileri sormuyordu. Onlara yukarıdan sorular geliyor, onlar soruyor sonra tekrar sorular geliyordu. Yukarıda çevirmenler olduğunu da keşfettim. O gece Selam Gazetesi’nin bütün mensupları toplandılar. Hepsi çok masum insanlardı. Çok acılar çektiler. Onların çocukları Eskişehir yollarında büyüdü. Onlara kimse sahip çıkmadı. Çok korktular. Bu ailelere kimse müdahale etmedi. O sorgulama süreci çok yorucu. Bu sorgulama bitse de hapishaneye gidip bir yatsam diyorsunuz, o hale getiriyorlar sizi. Hala ismini bilmiyorum, savcının inisiyatifiyle serbest kaldım. Belki ben de 5 yıl hapis yatacaktım, idamla yargılanacaktım, örgütün lideri ben olacaktım.
İnternet dostluğu zayıflattı
Yazılarınızı neden daktiloyla yazıyorsunuz?
İnternet çağında kitaba ilgi azalıyor. Bu yüzden muhataplarımızla konuşamıyoruz. Ben daha daktilo çağındayım. Hala dünyanın her yanına mektuplar yazıyorum. Biraz geç oluyor (gülüyor) ama hiç değilse ben doğrudan haberler alıyorum. Bu bir tarz meselesi. Kitabın yoğunluğundan uzaklaşmamak için. İnternetle teması olan bütün dostlarımızın kitaptan uzaklaştığını biliyorum. Ayrıca internet yüz yüze ilişkileri de, sıcak dostane ilişkileri de zayıflattı. İnternetin bana kazandıracaklarını kitaplardan elde edebiliyorum. Cep telefonu da kullanmıyorum. Beni uluorta yerli yersiz meşgul edebileceğinden korkuyorum. Evimde de büromda da telefonlar yeni. Zaten asosyal biriyim. Telefonu çevirmek benim için zordur. Çok samimi olduğum arkadaşlarıma rahatça telefon edebilirim.
Sağlık durumunuz nasıl?
Tedavim sürüyor. 3 ayda bir İstanbul’a kontrole gidiyorum. Teyakkuz halindeyiz. Ölümü de hayatı da var eden Rabbimiz. Kanserin kendisinden çok ismi baskılayıcı. Kanser olduğumu öğrendiğim gün şöyle bir duygu yaşadım, dedim ki bu şeye teslim olup duygusal alana geçmek de var, eski hayatı sürdürmek de var. O gün çocukların evindeydim. Zamanın Sınavından Geçmek kitabını yazmaya başladım. Ameliyat olacağım gün kitabı yayıncıya teslim ettim. O da ameliyattan bir hafta sonra kitabı getirdi. Şimdi Hece Yayınları’ndan Küresel Çağda Kaybolmak diye bir kitabım yayınlanıyor. Ölmez sağ kalırsam Küresel Çağda Varolmak diye bir kitap da yazmak isterim.
“Irmağın içli sesi – Atasoy Müftüoğlu” kitabı yayınlandı. Ne hissettiniz kitabı elinize alınca?
Ben hakkımda yazılanları okumada zorluk çeken birisiyim. Birkaç arkadaşın yazısını okudum, diğerlerini okumaya cesaret edemedim. Duygulandım ama Rabbim şahittir mahcup oldum. Bu mahcubiyetim de devam ediyor. Ama bana göre eleştirel bir yanı da olmalıydı o kitabın. Böyle bir yanı yok.