Ahmet Faruk Ünsal ile Söyleşiden Notlar
Ankara Emek ve Adalet Seminerleri’nin 25 Aralık’taki ikinci buluşmasını Mazlum-Der Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ile gerçekleştirdik.Ünsal bize son sürecin gelişim dinamiklerini anlattı. Siyaset kurumunun sağlıklı işlemesi için denetim mekanizmalarının çalışması gerekliliğine vurgu yapan Ünsal bu noktada sivil toplumun öneminde değindi. Bu çerçevede Mazlum-Der’e yapılan eleştirileri de cevapladı.
Ahmet Faruk Ünsal – Mücadele Yöntemi Olarak Sivil Toplumculuk
Ben bir makine mühendisiyim. Sosyal ya da siyaset bilimci değilim. Size bu konu hakkında kapsamlı bir çalışma sunamam. Ama milletvekilliği yaptığım zamanlarda masanın her iki tarafında da çalıştım. Dolayısıyla size sahip olduğum tecrübe üzerinden aktarımda bulunacağım. İslami mücadelenin hangi yolla olacağı konusu birbirinin alternatifi olarak gelişmiyor. Bazen bir parti, yayın, medya ve sivil toplum kısmı bir arada gerekir. Birbirinin alternatifi işler yapmıyoruz. Ben size sivil toplumculuğu teorik ve tarihi çerçevede değil pratik gözlemlerim üzerinden aktaracağım.
Biliyorsunuz son günlerde 17 Aralık adından bir operasyon ve süreç yaşanıyor. Kimisine göre bu süreç siyasetçilerin yargı yoluyla yolsuzluk adı altında köşeye sıkışması. İddia edilen ise bazı siyasetçilerin kamu kaynaklarını kullanarak kendilerine fayda edindiğidir. Siyasi iktidarın neden bu durumu yaşadığına dair kafa yorması gereken bir süreçteyiz.
Siyaset insana büyük bir güç kazandıran bir araç. Özellikle iktidar sizin elinizdeyse yasama, yürütme ve yargıya da kolaylıkla müdahale edebiliyorsunuz. Klasik kuvvetler ayrılığını düşündüğünüzde bu parlamenter sistem içerisinde devletin bütün erklerini kontrol edebiliyorsunuz. Ayrıca vergilerin kontrolü de sizde olduğu için parayı, sermayeyi dolayısıyla basını yönetme imkânı da sizin elinizde oluyor. Çünkü ABD’nin aksine bir örnek olarak Türkiye’de medya patronları aynı zamanda devletle çok içli-dışlı olacak işler yaptıkları için genellikle medya aygıtları devlet lehine haberler veriyor. Sigorta, vergi işleri, bir takım imtiyazların devam etmesi, yeni vizelerin verilmesi iktidarın elinde olduğu için basın genellikle iktidar yanında durur. Bu siyasal sistem buna sebep olmaktadır. Yine siyasi partiler kanunu gereği parti başkanları partilerinin her alanını yönetmektedir. Genel başkan kendi takımlarını rahatlıkla kurabiliyor. Eğer iktidar partisinin genel başkanı iseniz hem yasamayı, hem yürütmeyi hem yargıyı hem de medyayı kolaylıkla yönetebiliyorsunuz.
Eğer bu gücü denetleyebilecek bir takım kurmamış iseniz böylesi büyük bir gücün yanlış kullanılması veya güç nedeniyle bozulma yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Son süreçte anlıyoruz ki bu iddialar doğruysa kamu gücünü kullanan insanlar bu gücü kullanırken biraz da kendine kullanmışlardır. Denetim olmadığı gibi teamüller de olmadığında bu risk artıyor. Örneğin Alman Yeşiller Partisi başkanı Cem Özdemir’in kendisine alınan uçak biletlerinden biriken bedava milleri ile yakınlarına bilet aldığı ortaya çıkmış ve Özdemir istifa etmek zorunda kalmıştı. Oysaki orada kamu malı kullanılmıyordu. Ama ortada bir devlet, bürokrasi geleneği olduğu için böyle bir sonuç oluştu. Türkiye’de böyle teamüller de olmadığı için sizin kirlenmemeniz neredeyse imkânsız.
Burada denetleyici güç olarak önümüzdeki tek araç STK’lar yada diğer adıyla DTÖ’ler kalıyor. Parayla işi olmayan kurumların denetleyiciliği devreye giriyor. Örneğin hidro, rüzgar ve termik santrallerinin yaratacağı sorunları çevre kurumları denetliyor. Bunlar herhangi bir kar amacı gütmeksizin eleştiri yaptıklarında daha sahici görünüyor. Oradaki ekonomik faaliyetin kontrolü bu amatör ve gönüllü ilişki tarafınca daha samimi oluyor.
İktidar bu büyük gücü rakipsiz kullanırken muhalefet partileri hiçbir zaman işe yaramayan gensoru, araştırma ve soruşturma komisyonları işlevsiz kalıyor. En komik örneği Roboski hakkında araştırma komisyonunun operasyonu aklayan komik rapor ve iddiası. Bunun nedeni de bu komisyonların meclisteki sandalye sayısına göre belirlenmesidir. Biz Roboski raporu üzerine şunu demiştik; tıpkı Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda olduğu gibi meclis aritmetiğine göre değil partilerin eş sayısına göre araştırma komisyonları belirlemiştik. Sonuç olarak muhalefet, yargı, medya ve teamüller denetimi olmayınca geriye bir tek sivil toplum kalıyor. Tabi sivil toplumun gücü kısıtlı olsa da stopaj vergisi ve SSK ödemeleri dışında devlet ile hiçbir bağı olmadığı için daha samimi bir muhalefet yürütüyor.
Geçtiğimiz günlerde basında sizin de okuduğunuz 97 STK’nın imzaladığı Hükümet-Cemaat geriliminde saf belirleyen bir bildiri yayımlandı. O bildiriye imza atmamız için biz de arandık. Ama biz bu siyasi konuda taraf olmayacağımızı ve sivil toplum kuruluşlarını da buna taraf etmemeleri gerektiğini söyledik. Çünkü siyasetin bu kirletici ortamında sivil toplumu bu gerilimden uzak tutmak gerekir. Biz kişisel olarak bu olay hakkında bir şeyler düşünüyor olabiliriz. Ama kurum olarak buraya taraf olmanın bağımsız alanı imha etmek olduğunu beyan ettik. Camia içerisinde bizlere yönelik “Hükümet büyük bir saldırı altındayken siz konformizm yapıyorsunuz” içeriğinde eleştiri aldık. Aslında biz konformizm yapmıyorduk, hükümet korporatizm yapıyordu. Hükümet devlet gücünü kullanarak herkesi iktidarın bir parçası haline getiriyordu. Eğer bu 17 Aralık iddiaları doğrulanırsa denilebilir ki STK’lar da bu sürece ortak olacak. Bu yönelim ile hükümet kendisine iyilik değil, kötülük yapmaktadır. Burada kendisini ikaz edebilecek herkesi, tüm eleştirel gözleri kendisine bağlamaktadır.
Gezi sürecinde verilmek istenen mesajlar daha önce algılanabilseydi hükümet bu süreci yaşamıyor olacaktı. Çünkü kentin en değerli arsaları toplumun kullanımından alınarak birkaç kişinin mülkiyetine verilmek istenmişti. Gezi’de buna yönelik bir itiraz oldu. Belediye meclislerinde, bakanlıklarda bir imza ile çok yüksek rantlar elde ediliyor ve bu kapalı alanlarda paylaşılıyordu. İmza üzerinden oluşturulan rant sadece birkaç kişinin cebine giriyordu.
Ekonomik gelişmenin iki önemli unsuru var. Bunlardan birisi inovasyondur. Örneğin kimsenin bulamadığı tableti buldunuz. Ya da çok stratejik ve nadir bir elmasa sahip olursunuz. Bunları satarak ekonomik zenginliğe ulaşabilirsiniz. Ama Türkiye’de zenginliğin kaynağı ne bir marka ne de bir maden. Burada para tamamıyla daraltılmış kent alanları ile ediniliyor. 2 kuruşluk mürekkep maliyetiyle milyonlarca dolarlık rant üretiliyor. İşte Gezi’de buna yönelik bir itiraz vardı. Ama iktidar bunu böyle okumak yerine dış kaynaklı faiz lobisinin işi görerek itirazı böyle okumadı. Aslında itirazı anladı ama taraftarlarına başka bir izlenim verdi. Çünkü Gezi’den sonra biliyorsunuz Taksim AVM projesinden vazgeçildi. Başbakan önce AVM ve rezidans derken bunu inkar etti ve şehir müzesine döndü. Sadece bundan değil Fenerbahçe parkının yanındaki Kuş Dili Parkı’nda yapılacak olan büyük AVM’den de vaz geçildi. Sadece o da değil Çırpıcı çayırımdaki AVM’den de vaz geçildi. İktidar bu mesajları anladı ama artık geç kalmıştı. O zamanlarda içinde Mazlum-Der’n de bulunduğu camiadan çok az dernek iktidara doğru mesajı alması gerektiğini söyledi. O zamanda benzer şekilde korporatist bir tutumla bu mesaj örtüldü.
Ben bu yaşananları İmam-ı Azam’a götürülen kadıbaşılık teklifine benzetiyorum. Ama İmam-ı Azam bu teklifi reddeder. Çünkü iktidardan para aldığında bunun bir süre sonra onların lehine fetva vermeye gideceğini bilir. Dolayısıyla birilerinin bu sistemin dışında durarak onlara, bozulmaya çok yakın duran bu gücü kullanan insanlara hakkı hatırlatması gerekir. Evet, söyleyebileceklerim böyle. İşin esası aslında dengelemektedir.
Gelen sorular üzerine:
Elbette Gezi’deki haklı talepler üzerine CHP ve İP gibi kuvvetler ortaya çıkıp bu süreci kendi lehlerine kullanmak istemişlerdir. Herkesin hiç şüphesiz hükümete farklı amaçlarla tepkisi vardı. Bazıları devrime erken gitme fırsatçılığını göstermiş olabilir. Fakat bu emeller Gezi’de kentin rant alanına çevrilmesine yönelik itirazı hiçleştirmez. Nihayetinde yan kesiciler için tavaf olmaz. Tavaf olduğunda yan kesicilere de fırsat doğar. Bugün yaşanan gerilim şüphesiz bir siyasi kapışma. Ama siz eğer bazı boşluklar vermemiş olsaydınız, hukuku size karşı siyasi bir araç olarak kullanmak isteyenlerin sandıktan başka bir çaresi kalmayacaktı. Eğer siz denetim mekanizmalarını kapatmamış olsaydınız gerekli toplumsal ikazları çoktan anlamış olacaktınız. Gelecek geri dönüşler sizi rahatsız ettiği için onların söylediklerine kulaklarınızı kapatırsanız bunlar başınıza gelir. Tekrar ediyorum bu bir siyasal kavga ama biz bu kavgaya imkân verecek yanlışın içinde bulunmaktan bahsediyoruz. İşte o yanlışı oluşturan şey sizin istişare ve ikaz mekanizmalarına kulaklarınızı kapatmanızdır. Yargı, basın, teamüller ve sivil toplum gibi denetim mekanizmalarının önünü açmak gerekir.
ilk defa, ankara’da olmadığıma hayıflandım 🙂 sıradaki seminer notlarını merakla bekliyorum