Abdullah Yegin Söyleşisinden Notlar
21 Kasım 2013 Perşembe akşamı, Fatih Kıztaşı’nda Abdullah Yegin’i ağırladık. Yegin, akademik kalıpların dışında sarih bir İran Tarihi okuması yaptı. Müslüman coğrafyaların özgün örneği İran’ı bir çırpıda anlamak kolay olmasa da, merakımız bilendi. Söyleşiden çıkan notları sizlerle paylaşıyoruz.
* * *
İran siyaset kültürünün anlaşılması için biraz geçmişe bakmak gerekiyor. Bunun için biraz İran tarihinden bahsetmek ve bugüne etki eden belli başlı kırılma noktaları üzerinden gitmek uygun olur.
İran’dan söz açarken medeniyetten ziyade temeddün’den (hâlâ gelişimini ve canlılığını sürdüren bir kültür) bahsedebiliriz. Bugünkü meselelerden bahsederken de tarihsel mirasın etkilerini görmek gerekiyor.
Belki de her şey Rusya’nın güneyinden gelen Aryan göçüyle başladı. Medler ve Perslerin ilişkisi üzerinden İran medeniyeti oluşmaya başladı. İskender’in istilasıyla bu oluşum sekteye uğramıştı. İstiladan sonra Makedon asıllı Selukiler, İskender’in mirasçısı olarak bölgeyi yönettiler. Batı ile ilk karşılaşma İskender’in işgali sırasında oldu. Bu, batıya karşı hem nefretin hem de hayranlığın başladığı tarih olarak da görülebilir. Selukileri alt eden Eşkanilerle birlikte de, Yunan hakimiyeti kırılmasına rağmen, Yunan etkisi özellikle dini özgürlükler düzeyinde devam etti. Bu duruma karşı bir din adamı olan Erdeşir Babekan, Eşkanileri ortadan kaldırıp Sasani devletini kurdu. Böylece din ve siyaseti birarada örgütleyerek İran siyaset kültürünün bugüne kadar gelen bir özelliğini başatlaştırdı.
Mazdekîler sonraki dönemde iktidarla teba arasındaki refah uçurumuna itiraz ettiler. Bugünkü anlamıyla katılımcı komünist bir yapıyı hedefleyip, en alt katmandaki kişilerin üst kesim yöneticiler gibi bir refaha ulaşmasını amaçladılar. Ama başarılı olamadılar. Bu, İran’daki iç reform hareketlerinin başarısız tarihinin başlangıcıydı. Baskılar nedeniyle çevre bölgelere dağıldıklarını biliyoruz. Mazdekilerin göç ettikleri yerlerden birisinin de Arabistan olduğu ve İslam’ın doğuşu esnasında Mekke’de de Mazdekîlerin olduğu görüşü araştırılması gereken bir konudur. Örneğin Selman-i Farisî’nin de Mazdekî olduğu söylenir.
İslam Öncesi İran’da hükümdar Tanrı’nın ışığıdır(Furüğu Hüdavend). Düzenin kurucusu olmaktan öte düzenin kendisidir. Yani sultana karşı ayaklanmak, düzen kurucuya veya işleticiye karşı değil düzenin kendisine karşı ayaklanmak demektir. Bu algı da bugüne etki eden bir olgudur, Rehberin konumu bu rolü sürdürmektedir.
Başka bir olgu, Zerdüştilik’te Ahura ve Ehrimen arasındaki bitmeyen savaşı –Zerdüştüliğin geçirdiği reform sonrası, bir tür monizme geçişle- iyinin (yani Ahura’nın) lehine bitirme çabasıdır. Burada artık mutlak iyi ile mutlak kötü tanımları yapılarak aynı zamanda mutlak iyi ve mutlak kötünün taraftarları ayrımı da yapılmış oldu. Böylece İran, bütün tarihi boyunca iyinin temsilciliğini yapma misyonu taşımış oldu. Bu anlayış, günümüzde de izlerini taşır ve dış siyasette de kendini gösterir.
Bundan sonra İran’ın Müslümanlaşmasına geçebiliriz. İranlılar İslam’ı kılıçla tanıdılar ve bir gecede müslüman olmadılar. 200 yıl süren ve ciddi mücadelelerle gelişen bir süreçten bahsediyoruz. Zerdüştiler, bu savaşlar sonucunda İran müslümanlaşınca Hindistan’a göç ediyorlar. Müslümanlaştıktan sonra da İranlılar direnişe devam ediyorlar. Kritik bir kişi olarak Eba Müslim Horasanî, farklı İrani toplulukları bir araya getirip ayaklanır ve Emeviler yıkılır. Daha sonra Abbasiler tarafından Horasani tasfiye edilir bunun üzerine İran’ın siyasal kültürü doğrudan isyan etmek dışında başka bir hedefe, devletin işleticisi olmaya kilitlenir. Abbasiler ise karmaşık devlet sistemini yönetme sorunlarıyla baş edemeyince, İranlılar yönetimin ikinci adamı ve yönetici seçkinleri olmayı sürdürürler. Bir süre sonra Araplar, İran nüfuzunu, yönetime Türkleri alarak dengelemeye çalıştılar. Fakat bu hamleyi farkeden Farslar ve Türkler bir süre sonra kendi aralarında işbirliğine girdiler ve Selçukluların kuruluşuna giden süreç gelişti. Bu durum Yavuz Selim’e kadar gelir. Bugün bile İran’da din adamı kesimi büyük ölçüde, alan paylaşımı sonucu Türk-Azeri asıllıdır. Buna Hamaney’de dahildir.
Şah İsmail ile İran’da devlet şiileşmeye başladı. Şii devlet modeli, şii ulemadan destek alınarak kurulur. Ulema da, tasavvuf eksenli şiilik anlayışı yerine fıkıh eksenli şiilik anlayışını yerleştirmek için devletle işbirliği yapmayı tercih etti. Fakat sonuçta iki şiiliğin mezcedildiği, fıkıh ve tasavvufun iç içe geçtiği bir şiilik sentezi oluştu. Bugüne kadar gelen şiiliğin kökeni buradadır.
İslam sonrası İran’da siyasete etki eden temel olgu şiiliktir. Şiiliğin devlet yönetimine yansıması da imamet ve mehdilik anlayışıyla oldu. Riyaset ve nübüvvet sahibi Peygamber’in vefatından sonra riyasetin devam ettiğine inanıldı. Allah tarafından seçilmiş bir lider olan imam/mehdi, riyasetin taşıyıcısı olarak kabul edilir. 12. İmam beş yaşındayken kaybolunca “kim yönetecek” sorusu ortaya çıktı. “Velayet-i fakih” anlayışı da bu soruya dayanır. Bu mesele, doğrudan şii kelamdaki adalet meselesiyle de alakalıdır.
Şiilikte usuli bir gereklilik olarak “emri bil maruf nehyi anil münker” olgusunun varlığı esas itibariyle bir yönetimi gerektirir. Bu da bugünkü İslam Cumhuriyetin meşruiyet kökenlerinden biridir.
İran’da 1906’da meşrutiyet ilan edilirken, Ayetullah Naini hem dünyevi ve hem dini gereklilik içeren bir yönetim anlayışını savunuyor. Bugünkü “velayeti fakih” görüşünün kökeni de buradadır. 1920’lerde Pehlevi hanedanlığı batılılaşmaya büyük önem verdi. Fakat batılılaşmayı siyasal hayattaki çoğulculuk ve demokrasiden daha çok, ekonomik kalkınma olarak kavradılar. Baba Rıza Pehlevi’nin Atatürk ile görüşmeleri var ve ondan tavsiyeler alıyor. Ama İran, Türkiye’ye benzemiyor, çünkü devletle ilişkisi olmayan güçlü bir din adamları sınıfının varlığı buna engel oluyor.
1951-53 arasında başbakanlık yapan Musaddık’ın petrolü millileştirme girişimine karşı, ABD destekli askerî darbe yapıldı ve Musaddık iktidardan uzaklaştırıldı. İran’da devrimin başlangıcı olarak kabul edilen olaylar 1963 yılında uygulanmaya başlanan “Ak Devrim” reformlarıdır. Örneğin toprak reformu yapılıyor ancak bu reform sonucunda eline çok az toprak geçen köylüler geçinemiyor ve şehre göç ediyorlar. Bu kesimler daha sonra devrimde yoğun kalabalıkları oluşturan kent yoksullarını oluşturdu. Ak Devrimin geliştirdiği iktisadi dengesizlikler ve islam karşıtı içerik muhalefetin büyümesine neden oldu.
Devrim zamanı 4 temel siyasi eğilim vardı; İslamî hareket/Cumhur-i İslami (Humeyni), Liberal-Muhafazakar hareket (Bazergan, Talegani), Allahperest sosyalistler olarak bilinenler (Ali Şeriati) ve TUDEH komünist hareketi. 1979 Devrimi’nin liberallerin yönetimindeki ilk iki yılında her fikir özgürce dillendirilebiliyordu. İmam Humeyni’nin karizması, ulemanın etkisi nedeniyle İslami hareket sonuçta egemen oldu. İran İslam devrimi aynı zamanda, manevi ve siyasi liderliği velayet-i fakih kurumu çerçevesinde Rehber’in şahsında bir araya getirerek ikili liderliğe son verdi.
Bundan sonra da İran’da ortaya çıkan muhalefet hep İslamî Hareket içinden çıktı (2009’daki Musevi gibi). İslamî Hareket’in içerisindeki fikir ayrılıkları ise daha çok iktisadi politika tercihlerinde beliriyor. Örneğin Rafsancani serbest piyasayı savunurken, Musevi daha devletçi bir ekonomiden yanaydı.
İran siyasetinde şu an etkili olan dört meclis var:
1) Uzmanlar konseyi: Her 1 milyon kişye bir temsilci düşecek şekilde yapılanmıştır. Veli-yi fakih’in yetkilerini belirleyebilen veya azledebilen bir kurum. Seçimle oluşuyor ancak sadece din adamları aday olabiliyor. Pratikte ise veli-yi fakih’i hiç azletmemiş, çok etkin bir kurum değil.
2) Anayasa koruyucular konseyi: 12 kişiden, 6 din adamı 6 hukukçudan oluşur. Kritik bir kurumdur, çıkacak yasaların şeriata uygunluğunu denetler, uygun bulmadığı yasaları meclise geri gönderir. Bütün meclislere adaylık başvurusunda bulunanların adaylıklarını incelemek ve onaylamak da bu konseyin görevidir.
3) Şura-yı Maslahat: Meclise geri gönderilen yasalarda eğer meclis ısrar ederse son kararı veren mercidir. Düzenin yararını teşhis meclisidir ve üyelerin tamamını Dinî Lider belirler.
4) Millet Meclisi: 286 milletvekilinden oluşan meclis halk tarafından seçilir. Azınlıkların da temsilci hakkı vardır.
İran dış politikasının dayandığı anayasal temeller; anti-emperyalizm, Filistin eksenli siyaset, devletlerden daha çok halkları dikkate almak ve uluslararası kurumlardan ziyade bölgesel kurumlara önem vermek. Fakat dış politikayı bazı dönemlere ayırabiliriz. İmam Humeyni döneminde tamamen ütopik ve idealist bir tavır var. Uluslararası kurumları ciddiye almadan, diplomatik kuralları önemsemeden tamamen adalet eksenli bir dış politika tavrı gösterilir. Açık bir şekilde, bütün bölgede İslami hareketleri destekleyen bir tavır sergilendi.
İmam Humeyni sonrasında daha realist bir dış politika tavrı hakim oldu. Diplomatik süreçlere, devletlerarası ikili ilişkilere önem verilmeye başlandı. Ana kıta teorisi bu dönemde hakim olur dış politikaya. Bu teori, emir-ül mümin’in yaşadığı bölgenin, yani dünyadaki tek islam devletinin maslahatının öncelenmesini önerir. Bugün itibariyle etkin olan algı da budur. Bu değişim, aynı zamanda İran siyaset aklının, İmam Humeyni döneminden sonra tekrar muzaffer olması anlamına gelir.
Pratik durumda ise bölgedeki şii nüfusun yaşadığı yerler, İran’ın doğal nüfuz alanıdır. Irak, Lübnan, doğu Suudi Arabistan, Bahreyn şii nüfusu nedeniyle İran’ın her zaman yakından ilgili olduğu bölgelerdir.
İran son birkaç yıllık süreçte “Arap baharı” kavramını kullanmadı ama bu ayaklanmaları “İslamî uyanış” olarak gördü. Bu uyanışlar, İran devriminin bir sonucu olarak düşünüldü. Fakat asıl kilitlenme Suriye ayaklanmalarındaki tavırlarda yaşandı. Mesele Suriye’nin değişim gerekliliğinden daha çok, değişim sürecinin nasıl işleyeceği noktasındaki tavırların farklılıklardan kaynaklanıyor. İran, Suriye’deki değişimin devrim ile değil daha çok revizyon ile ve biraz sürece yayılarak gelişmesi gerektiğini düşünüyor. Bunun bazı temel nedenleri var. Birincisi ahde vefa meselesi, yani Irak’la savaştığı dönemde kendisine destek veren tek ülkenin Suriye olması. İkincisi, Filistin’le ilişkilerin sekteye uğramasını göze alamaması. Üçüncüsü ise, Suriye’de değişim sonrası batıcı ya da selefi bir iktidarın güçlenmesini tehlike olarak görmesi. Bu endişeler nedeniyle, Türkiye’yle uzlaşma arayarak bir değişim programında ittifak çabası da gösteriyor. Mesela, bundan dolayı Kürecik füzelerini bile ciddi bir kriz haline getirmiyor.
Şimdi bazen şu dile getiriliyor; Suriye’den sonra İran’a sıranın gelmesinden korkuyorlar. Fakat bu tezde gözden kaçırılan bir şey var ki, İran zaten 2009’da kendi baharını yaşadı, ciddi bir toplumsal muhalefet dalgası ile karşılaştı ve sınavını verdi. Buna karşın, İran’ın ciddi iddialarından biri, Bahreyn’de toplumsal muhalefetin şiddetle boğulmasına yönelik tavırları işaret ederek, meselenin daha fazla özgürlük meselesi olmadığıdır. Çünkü Bahreyn, aynı zamanda şii nüfusun değişim talebiyle İran etki alanına girebilecek bir bölgedir. Bu kritik bölge Suriye ile beraber, İran ve Suudi Arabistan’ın hegemonyalarının karşılaştığı bölgelerdir.
Çok bilgilendirici bir söyleşi olmuş, en azından benim gibi konunun cahilleri için. Şurayı anlamadım, söyleşide olan biri açabilir mi?
“İkincisi, Filistin’le ilişkilerin sekteye uğramasını göze alamaması.”
Suriye’deki dönüşüm İran’ın Filistin ile olan ilişkilerini neden ya da nasıl sekteye uğratsın?