Abreg Togan ile Söyleşi-3: Din Algısı, Müslüman İşadamı Tipi ve Özelleştirmeler
Abreg Togan 1957 Kayseri doğumlu. Üç yıl ilahiyat okuduktan sonra iktisat bölümünü bitirdi. Mezuniyet tezini sendikalar üzerine yaptı. 1975’lerde Akıncılar hareketi içinde yer aldı. 30 yıldır “esnaf” olarak çalışıyor. Togan’ın taşeronlaşma sürecinin getirdikleri ve ortaklık sisteminin hayata geçirilmesine ilişkin bilgi, deneyim ve eleştirilerini sizlerle paylaşmak istedik. Kendisi ile yaptığımız söyleşiyi 3 parça halinde yayımlıyoruz.
III. KISIM: DİN ALGISI, MÜSLÜMAN İŞADAMI TİPİ VE ÖZELLEŞTİRMELER
Bazı ilahiyatçılar, Müslümanlıkta işçi-işveren diye bir şey yok diyor mesela, Kuran’da böyle bir şey yok. Ama öyle söylüyor ki, soyut bir şey gibi. Pratikte bunun hiçbir anlamı yok aslında.
Meseleyi kıvırtmaya gerek yok, kitabın ortasından konuşmak lazım. Bugünkü Türkiye’nin temel sorunları: işçi-işveren ilişkisi, müslüman tüccar-piyasa ilişkisi, Türkiye’nin siyasi döngüsü, aile içi ilişkiler, cemiyet içi ilişkiler… Bütün bunların temelinde bireysel olarak hiç kimsenin suçu yok. Suç, bize belletilen din algısındadır. Bütün bu sorunların görünen yüzünü iki defa kazı, altından bu çıkar. Hatta bazı konularda tek kazışta bulursun bu algı sorununu. Neden din sorunu peki? Çünkü bu topraklarda insanın kodunda din vardır. Bu kod nasıl enjekte edilmişse ürünü de öyle veriyor. Bakın bize din sadece “işçinin hakkını alın teri kurumadan verin” diye sloganik bir şekilde içi doldurulmadan ezberletilmiştir. Bu bir öğretme metodu değildir. Bize emek-sermaye ilişkisi bağlamında din tanıtılmadı. Eğer tanıtılsaydı, bir ortaklık ilişkisi olarak tanıtılacaktı.
Din bize şeyh-mürit ilişkisi (yöneten-yönetilen) olarak tanıtıldı. Eğer öyle tanıtılmasaydı, bu Kuran’ın tek tek her insana indiğini anlayacaktık. Bunu pek çok şekilde örnekleyebiliriz. Kadın-erkek ilişkilerine de götürebiliriz. İtaat kültürüyle yetiştirildik, tenkit yoktur bizde. Tenkit demek, karşı gelmek değildir. Tenkit demek karşımdakinin söylediğini aklım ve vicdanımla değerlendirerek içselleştirmem demektir. Bugünkü Müslüman müteahhit tipi aslında kendileri kötü oldukları için ortaya çıkmadı. Nedir peki? Bunlara din ve din kaynaklı ilişki biçimi hap gibi yutturulduğu için bağırsaklarını patlattılar. Parayı hazmedemedik, ilişkileri hazmedemedik. Aslında bir çok arkadaş vay bu halimize diyor. Bundan ne anlaşılması gerekir? Bu vahiy bize ne söylüyor, ne amaçlıyor, bunu hiç araştırmadık. Hacı efendi söyledi, hoca efendi söyledi, küt diye aldık. Bana şu an din nedir diye sorsalar, iman kelimesini bir kenara koyarak, tenkit derim. Bu vahyi anlamak için tenkit etmek lazım. Yaşamdaki çelişkiler neden oluyor, kim nasıl sebep oluyor, vahyin ışığında sorgulamak lazım.
Bize ne öğrettiler peki? Duymuşsunuzdur, ben 30 yaşıma kadar onu duydum: Görev istenmez, verilir. Bundan dolayı, ben şu işi iyi bilirim,bu işe talibim diyemezsin. İşte bu bakış açısı bütün meselelerimize sirayet etti.
Sizin bu ortaklık girişiminiz, vicdana dayalı istisnai münferit bir örnek olmaktan çıkıp ahilik gibi, ahlaka dayalı bir kurumsallaşmaya nasıl dönüşebilir? Nasıl yaygınlaşabilir? Bunun kurumsallaşması lazım ki bir anlamı olsun çünkü. Bir dönüşüm olacaksa, bu ufak bir grubun, bir iki kişinin yapacağı bir şey olamaz, topyekün halkın yapması gereken bir şey. Sonuçta halk bu kapitalist ilişkilerden rahatsızlık duyuyor. Hem kapitalizmden rahatsız, hem de Müslüman olarak rahatsız bu durumdan. Bir yandan karamsar bir tablo var. Mesela adam diyor ki, ben olduğum için 200 kişi var. Biz de diyoruz ki, hayır, o 200 kişi olmazsa sen olmazsın, onlar sayesinde ekmek yiyorsun…
Aslında oradaki herhangi bir işçiyi patron yapsan o da o patron gibi davranacak. Çünkü bu öğreti sisteminden bu çıkıyor. Onun eğitim kodlarında o var. Bu bir dönüşüm meselesidir. Bize fil hep arkadan tanıtıldı, neticesinde de onu et yığını olarak gördük. Lakin, Allah’a iman etmek ona güvenmekle alakalı bir şeydir. Ben, bu çalişanlara bu imkanı verdikçe, ibadet ettiğime inanıyorum. Size bu ne acayip adammış dedirtmek için, o imajı vermek için konuşursam ben kaybederim. Ama doğru bildiğim şeyi elimden geldiğince anlatabiliyorsam, o zaman kendimi ibadette görürüm, bu da bir ameldir benim nazarımda.
Ben şunu diyorum: Bu din algısı değişmediği sürece… Daha temelden söylemek gerekirse, melankolik-şizofrenik bir Allah inancından sirayet eden bir din algısıyla bu insanlar ancak bu kadarını yapabildiler. Mecnun’un Leyla’yı araması gibi bir Allah inancı empoze ediliyor bize. Müslüman Allah’ını böyle aramaz, vicdan-akıl merkezli bir arayış emreder. Ben 30 yaşıma kadar, namaz kılarken, hocaların, sözde alimlerin söylediği gibi Allah’ı düşünmeye çalıştım. Ama hiçbir zaman düşünemedim. En sonunda bir boşluk olarak düşündüm. Ben Allah’ı düşündüğümü sanıyormuşum. Ve bir gün dedim ki, bu bana öğretilen Kuran bu toplumsal olaylara çözüm üretemez. O zaman da küfre düştüğümü düşündüm. Dedim ki, bana verilen bu hapı aldım, içinde ne var gerçekten bilmiyorum, bu hap bana çare olmuyor. Bu öğretilen şekliyle çare değildir, diyordum. Sonra, ben kendime inen bir Kuran gözüyle baktım, bu toplumsal sorunlara nasıl çözüm üretmiş Kuran, bunu gördüm. Evet, bu kitapta çözüm var, yeter ki Kuran’a temel vahiy prensipleri çerçevesinde bakılsın. İnsanlar, asırlarca tefekkür ve tezekkür denklemi dışındaki yaklaşımlara meylettirildiler, toplumsal sorunlara deva olamadılar. Eğer, eşitlik, adalet, özgürlük, hak hukuk perspektifinden bakılsaydı (tam da Kuran’ın bize emrettiği gibi) sanırım bu halde olmazdık.
Ben bir kapitalist olsam 3 keçi daha katmaya çalışırım sürüme. Ama ben öyle değilim ki. 3 keçi bana fayda değil diyorum. Ben o hapı bırakınca, hayır, diyorum, bu 3 keçinin fazla olması bana bir kâr getirmiyor. Bana başka bir şey kâr getiriyor. Bölüşebiliyorsam en güzeli… Bizim köydeki Mehmet Efendi’nin din algısı, eğer içindeki vicdandan beslenen tefekkürü içeriyorsa, bir alimin din algısından özü itibariyle daha az değerli değildir. Hacim itibariyle küçüktür. Bakın içinde adalet, ama eşitlikçi adalet, hak hukuk kavramı varsa o adamın içinde, bu verdiğim paye az bile. Eğer az bilene bu toplum cahil diyorsa, bu toplumun bütün kodlarının değişmesi lazım. Halbuki bizim dinimiz az bilene cahil demiyor. Ebu Cehil cahil miydi? Hayır, tüccardı, devrin ileri gelenlerindendi. Ama mala, mülke, heva ve heveslerine teslim olduğu için cahildi, elindeki bu imkanlarla büyüklük taslayıp, insanlara tahakküm ediyordu. Onun için bu çağrıyı doğru yapmak mecburiyetindeyiz. Efendim, o üzülecek, bu kırılacak diye oturduğumuz yerde duramayız.
Dünya hayatı iki şey üzerinde döner: sermaye ve emek. Bu ikisinin arasındaki ilişkinin türlerinden sevap kazanırsın, günah kazanırsın, zulüm yaparsın. Biz bu ikisi arasındaki denge noktasını (sırat-ı müstakim) belirlersek işte o zaman çok şey kazanırız. Peki bu denge noktası, bizim inanç değerlerimizde var mıdır? Evet vardır. Peygamberimizin hayatı ve sünneti tamamen bunlarla alakalıdır. Ama bize bu öğretilmedi, kendimiz de kafa yormadık. Düşünme, sorgulama, tefekkür ve tezekkür kabiliyetini yitirdik. Tefekkürü hindi gibi aval aval bakmak, tezekkürü temel kodları (emek, adalet, eşitlik, özgürlük) vurgu ekseninden çıkarıp sadece ritüellere bağlayan bir cemaat ve ana işlevinden (dayanışma, yardımlaşma) uzaklaştırılmış bir cami söz konusu bugün. İmam çıkmış kürsüde faizden bahsediyor. Neden bahsediyorsun, cemaatin hepsi faize bulaşmış, sen dahil… Balatayı sıyırmış arabaya benziyor bu. Debriyajı çekiyorsun ama hareket falan yok. İnsanları kendilerine getirmek, bunun yöntemlerini aramak lazım.
Bir kere bu gerçeği algıladığın zaman, bir şeyler yapmak mecburiyetindesin. İnanacaksın ya da inanmayacaksın bu meseleye. Eğer inanıyorsan güveneceksin. Bu çağrıyı yapmak lazım. Bu, toplumda karşılık bulur. Ama bu çağrıyı gereği gibi yapmak lazım.
Ben siyaset denilen kurumu şöyle görüyorum. Birisi dağa karşı bağırır ve dağdan cevap gelmesini bekler. Siyaset budur. Zamanını bilmek lazım. Öğlen bağırırsan bu gürültüde bir ses duyulur mu? Vaktini, yükseltini, ses tonunu ve hangi vadiye doğru bağıracağını iyi bilmen lazım. Bize peygamber sünnetinin öğrettiği budur. Onun için bu söylemi dillendirmek lazım. Yoksa hepimiz vebaldeyiz. Kuran ile insanların arasına birileri bariyerleri koymuşlar, kimsenin Kuran’a ulaşmasına imkan vermiyorlar. Her yerde hurafeler. Yüz tane hurafe radyosu var. Gece gündüz insanları uyutuyorlar, temel prensiplere (hak, eşitlik, adalet, barış vs.) vurgu yok.
Ne zaman emek-sermaye ilişkisi üzerine konuştuk? Efendim olmuyor. Yahu hiç konuşmadık ki! Bu bizim gündemimiz değil sandık. Ana gündem maddesini dışarıda tuttuk, işin teferruatıyla uğraştık. Bir uğraşalım, bir konuşalım bakalım. Yüzlerce başörtüsü eylemi yaptık. Ama bir gün Müslümanlar işçi hakları için ses çıkarabildi mi? Ne bekliyorsun? Hiçbir şey söylemedik ki. Sonra da diyoruz ki, bu dağdan ses gelmiyor.
“Müslümanlar işçi hakları için bağırmadı,” diyoruz. Ama o hak, işçilerin kendi hakları aslında. Yani müslüman bağıracaksa, başkası değil, kendisi işçi olduğu için bağıracaktır zaten.
Biz Müslümanlar olarak, işçileri –bağıracaksalar bile– bağırtmamak için uğraşırız. Ben sorunu başka mahallede aramam. Kendi mahallemde ararım. Niçin? Terbiyeli dediğimiz, hak aramayan, sorgulamayan, itaatkar işçi tipini Müslüman işçi tipi diye sunduk. Yahu kitabı kaptık, yoksula fakire bununla alakalı söz söyleme hakkı bırakmadık. Kendi hakkının o kitabın içinde olduğunu göstermedik biz. Yok dedik, biz sana ne söylediysek sen onu yapacaksın. İşin özeti şu: Bir söz vardır: “Haraba kul olduk bezm-i dünyada, azad olsak da bir olmasak da bir.” Biz haraba kul olduktan sonra, özgürmüş gibi yapamayız, Müslüman gibi göremeyiz. Yanlışa ve kötüye kulluk ederek Müslümanlık taslayamayız.
Biz topluma hep kötü örnek olduk. Gençliğimizde, Türk filmlerinde zalim ev sahibi olarak gösterilenlerin hep böyle hacı baba, tespih elinde kişiler olduğunu görür ve çok kinlenirdik. Müslümanları hep böyle gösteriyorlar, bilerek yapıyorlar, diyorduk. Bu bir yere kadar doğru olabilir. Ama toplumda bunun karşılığı olmasaydı böyle bir tip ortaya çıkmazdı, sürdürülemezdi, karşılık bulmazdı. Bu gerçekten böyle. “Mülk Allah’ındır” diye yazar. Ama Allah’ın hissesini hiç takmaz. İmamların % 90’ını toplayın şöyle bir soru sorun: Sizin dininizde emek-sermaye ilişkisi nasıldır? Ne diyorsun ya, komünist gibi konuşma, derler. Niye? Çünkü bunlar bizim literatürümüzde yok sayıldı.
Ama kul hakkı derseniz anlar.
Kul hakkını da nasıl anlıyor? Bayram namazı öncesi çıkıp fitre diye verdiğin üçkuruşu, birkaç fakiri doyurmayı anlıyor. Bizim imam, safa dizilmeyi, ayak parmaklarının aynı hizaya gelmesinden ibaret sanıyor. Safa dizilmek, yanındakini tanımakla alakalı bir şeydir. Namazda selam veriyorsun mesela, bu nedir? Sağım solum, sizinle barış, kardeşlik ve eşitlik ilan ediyorum, demektir. Ama adam yanındakini tanımıyor. Kimse kimseyi tanımıyor, zengin fakirin halinden anlamıyor. İki adam namazdan çıkınca biri simit satmaya gidiyor, diğeri fabrikasının başına. Aynı safta namaz kılmışlar ama birbirlerinden haberleri yok. Bunu da bize şöyle satıyorlar. Efendim bizim dinimiz öyle bir dindir ki, fakiri de zengini de aynı safa getiriyor, ikisini de secdeye vardırıyor. Yahu Allah zalim mi ki, seni böyle eğip büküyor. Allah seni eşitleyerek ders veriyor. Ama maalesef işin şekilciliğine takılmış, ruhunu kaçırmışız.
Bir müşahhas örnek vereyim. İkitelli Sanayi Bölgesi’nde iş yerlerinin ortasında insanların evlerine uzak bir yerde bir cami var. Buranın imamını duyuyorum. Şöyle vaaz ediyor, böyle vaaz ediyor, diyorlar. Ben de arada denk geldi, birkaç sefer uğrayıp dinledim. Bir gün de arkadaşlar, Hoca gelecek, sen de gel çay bahçesinde oturalım, dediler. İstemeyerek de olsa gittim. İşte tazim gösteriyor falan. Yahu dedim, bir işe yaramaz bu hoca. Ne diyorsun falan dediler. Yahu dedim 3 defa vaazını dinledim. Allah sana işçi ve işverenin bol bulunduğu bir yerde vaizlik yapma nimeti vermiş. Ama sen hiç işçi hakkı konuşmazsın. Yok caminin mermeri, yok sergiyle para toplamadan bahsedersin. Bir gün de o işçilerin durumunu düşünerek şöyle bir şey dedin mi? “Ey işverenler, duyuyorum, görüyorum, yılda ikişer üçer defa umreye gidiyorsunuz ama bu işçileriniz burada aç, perişan.” Senin yerinde olsam, fabrika fabrika dolaşır, patronlara çıkarın şu işçilerin bordrolarını derdim. Bunu söyleyince kızdı falan. Ama ikinci gün beni aradı ve vallahi doğru söylüyorsun, dedi. Dedim ki, sen söyleyemezsin zaten. Senin paranı oradaki 4 tane fabrikatör veriyor. İlk önce bunu bırak. Geçinmem için şu torbaya 25 kuruş atın, de. Bak göreceksin o işçiler patronlardan çok atarlar. Ama yeter ki hakkı savun.
Şu temel meseleyi anlayamazsak bu iş yürümez. Ben bugünkü aile içi şiddetin temel nedeninin ekonomik olduğuna inanıyorum. Bir örnek: Meşrubat depom varken bir arkadaşım vardı. Zor bela konuşarak adamı ikna ettik muhtar yaptık. Bir gün aradı, “ben bu muhtarlığı bırakacağım, mahalle sorunlarla dolu, bense bir şey yapamıyorum,” dedi. “Madem beni muhtar seçtiniz, işsiz iki adam var, bunları depona al çalıştır.” Olur dedim. Geldiler, birisi hafif spastik özürlü, birinin de tek gözü görmüyor, bir ayağı da hafif sakat. Su şişeleriyle meşrubat şişelerini ayıklamak lazım. Bunu yapın dedim. Pek de iyi çalışamıyorlar. Onların yaptıklarını başkaları tekrar düzeltiyor. Yurtdışından çok değer verdiğim bir arkadaşım geldi ziyaretime. Birkaç gün bende kaldı. Bu arkadaşları da işyerimizde tanımış oldu. Dedi ki, sen yanlış yapıyorsun, gönder bunları evlerine, maaşlarını evlerinde ver. Hoşuma gitti bu fikir. Neyse, çağırdım bunları, siz evinize gidin, sigortanız devam edecek, burası çalıştığı sürece de ücretlerinizi yollayacağım. Birisi kabul etti. Diğeri, spastik olan arkadaş ise geri döndü. Seninle bir şey konuşabilir miyim, dedi. Dedi ki, ücretimi yarıya indir ama ben bu işe her gün gidip geleyim. Niye dedim? Biraz zorlayınca, eşim iki yıldır bana karılık yapmıyor, çocuğum bana bakmıyordu. Ama şimdi karım yemeği önüme getiriyor, çocuk eve girince boynuma sarılıyor, hani çikolatam diye. Yani adam diyor ki, benim kazandığım bu ekmek bana aslında tekrar şahsiyetimi kazandırdı. Ne müthiş bir ders, ibret alana.
Yahu evdeki eşlerin durumunu düşün. Evde ne konuşur bu insanlar paradan, ekonomik sıkıntıdan başka? Niye? Aldıkları para yetmiyor da ondan. Yöneticiler diyorlar ki, eskiden asgari ücret şuydu, bugün bu kadar oldu, şu kadar arttı falan. Yahu kardeşim eskiden zaruri gider 5 kalemdi, şimdi 15 kalem oldu. 15 sene önce cep telefonu diye bir giderimiz var mıydı? Şimdi gerekli bir ihtiyaç. Ücret içerisinde zaruri gider kalemlerinin oranı yükseldi. Cep telefonu zaruri bir şey artık. Yetişkin bir çocuğun baba bana kontör yükle dediği zaman alacağı olumsuz cevap karşısında neler olabileceğini düşünebiliyor musun?
Bütün bunlarda temel sorun, üretim ilişkileri sorunudur. Bugün bankalar kudurmuşçasına para topluyorlar. Yıl sonunda halka açık şirketlerin bilançoları açıklanır. Büyük firmaları inceleyin. Bilançoları şöyle çıkar: Faaliyet gelirleri 5 lira, faaliyet dışı gelirler 55 lira. Nedir bu faaliyet dışı gelir?
Devlete verdiği borçların faizi…
Evet. Büyük firmalar aslında banka gibi, devlete borç vermekle geçiniyor. Bizim başbakanımız da çıkıyor manşet attırıyor: Good bye IMF. Yahu Mehmet’e borcun olacağına Ahmet’e olmuş. Türkiye’deki ihracatın ithalatı karşılama oranına bir bakın. İhracatın ithalatı karşılama oranı gittikçe geriliyor. Ana veri budur, üretim-katma değer bununla değer bulur.
Bir arkadaşım var. 25 kişi çalıştırıyordu, kapı kolları yapıyordu. Bir gün gittim fabrikada tık yok. Ne yapıyorsun, dedim. Dedi ya dayanamadım. Kapattın mı, dedim. Yok dedi. Artık oğlanı Çin’e yolluyorum. İki ayda bir konteynıra yükletiyorum orada malları, burada satıyorum. Burada sigorta falan bunu karşılayacak durumum yok dedi. Katma değere bakar mısın. Oradan geliyor mal. Sadece civatalarını takıyor. İthalat büyüyor. Bunu ihraç ettiğini farz et başka bir ülkeye; ihracat da büyüyor. Böylece, gayrisafi milli hasıla da büyümüş oluyor, sonra fert başına düşen milli gelirde artıyor görünüyor. Ancak, ana veri olan ihracatın ithalatı karşılama oranı düşüyor. Buna bağlı olarak gerçek üretim geriliyor.
Türkiye’de enflasyonu canavar olarak yansıttılar, yeneni de kahraman gibi gösterdiler. Halbuki enflasyon canavar filan değildir iktisatta. Enflasyonun çoğu canavardır. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için biraz enflasyon iyi bir şeydir. Ateş gibidir, canlı tutar, diri tutar. Doğru iktisat politikalarıyla yukarıdakilerle aşağıdakilerin arasındaki makasın kapanmasında kullanılabilir.
Memur zamlarına ne diyorsunuz?
Geçen gün açıklandı işte zamlar. Bu ülkede her şey güllük gülistanlık, ekonomi müthiş, büyüme oranımız Çin’e yaklaştı. Sayın Başbakan çalışanlara % 3 zam açıklarken, daha fazla verirsek Yunanistan gibi oluruz, diyor. Bu çelişki değil mi? Yahu arkadaş, sen uçtuk yükseldik, işte Çin % 11 büyüdü, biz de böyle büyüdük diyordun. Bu büyümeden bu çalışan pay almayacak mı? Almayacak.
Bunları daha birkaç gün önce, 1 Mayıs’ta işçinin-memurun hak taleplerini dile getirecekleri yerde kürsülerine bakanı çıkarıp alkışlatan sarı sendikalara sormak lazım. Neye benziyor biliyor musun? 11 Eylül’de kan gövdeyi götürüyordu, 12 Eylül’de her şey sustu diyorlar ya. Neydi bu? Darbeye zemin hazırladılar, olayları manipüle ettiler, deniyor. Ben aynı ona benzetiyorum. Bakanı kürsüye çıkarıp alkışlatanlar üç gün sonra % 3’le karşılaşıyorlar ama ciddi bir tepki vermiyorlar. Bu nasıl yaman bir çelişki? Peki Memur-Sen temsil hakkını bileğinin hakkıyla mı kazandı? Hangi siyasi baskılarla yapıldı bunlar? Bunlar sendika değil, sarı sendika. Ben üniversitede mezuniyet tezimi sendikalar üzerine yazdım. Bu sendikalar çalışanın hakkını savunmak için kurulmamıştır. Hiçbir şey de savunamazlar. Şimdi dananın kuyruğu kopacak. Sendikalarla zam pazarlığı yapıyorlar. Eğer % 3’te ısrar ederlerse demeyecek mi insanlar, “hani ekonomimiz büyümüştü, bu oran nedir?” diye. Merak etmeyin dananın kuyruğu kopmaz %4 yapar, anlaşırlar nitekim anlaştılar.
Bizi Yunanistan’la korkutuyorlar. İşçiye gelince Yunanistan’ı, büyümeye gelince Çin’i hatırlıyorlar. Çin de işçisini ezdiği için büyüyor. Başka bir şey değil. Adamların tuvalete bile gitmeye izni yok. Birleşik kaplar teorisi işte. İşte belediye şirketi kâra geçti. Hangisi kâra geçtiyse gidin bakın işçisini eziyor. Efendim çıkıyor, çok zeki iş adamı. Yahu onun zekiliği çalmakta. Zekiliği, uyanıklığı, işçisinin hakkını yiyen, bu verilerle işini büyüten adam olarak gördük.
Antikapitalist Müslüman Gençler hareketine nasıl bakıyorsunuz?
Arkadaşlar güzel söylediler, biz camide namazımızı kılıp, meydana namazımızla geldik, namazımızı bırakıp gelmedik, dediler. Ermeni meselesi, kürt sorunu, bunları kendi aralarında tartışabilirler. başka meseleler de tartışılmalıdır ancak isimlerine atıfla daha çok emek-sermaye ilişkileri ve bu konularla alakalı kapitalist sisteme dönük eleştirilere, kendi yaklaşımlarına, alternatif önerilerine yoğunlaşmalıdırlar kanaatindeyim. Felsefi tartışmalardan çok hayatın pratik gerçekleriyle ilgilenmenin gerekliliğine inanıyorum. Biraz sindire sindire, boşlukları doldurarak uygulama pratikleri geliştirerek sürdürmek lazım. İşçilerin, ezilenlerin, mağdurların hakkı için bir araya geldiklerine göre, pratik hayatla ilgilenmek mecburiyetindedirler. Ana söylemindeki hamlıkları, boşlukları gidereceksin. Sen kendi köklerinden, değer yargılarından, imanından koparsan, aynı bazı solcuların yaptığı gibi teferruatlarda ve felsefi tartışmalarda boğulursun, hiçbir şey yapamazsın. O temel kodun duracak. Bu tür çıkışları pohpohlarlar, bu arkadaşlar da genç, sen başkalarını eleştirirken bu gaza gelir, bu trene binersen yazık olur. Ne yaptığını bilen kararlı bir şekilde gitmek lazım. Bununla birlikte önemli bir çıkış, vicdanlı bir çığlık olarak görüyorum.
İslam iktisadı alanında çalışan bazı akademisyenler var.
Bir şeyleri teorik olarak söylemek kolay, eşitlik adalet özgürlük… Bunu pratikte nasıl uygulayacaksın, mesele burada. Dünyadaki örnekleri bilmek lazım. Trampa mrampa bir şeyler söylüyor mesela bazıları. Bunlar bana bu zamanın söylemi gibi gelmiyor pek. Biz bu zamanda bu şehirde söylem geliştirmek mecburiyetindeyiz. Yani her konuda zamanın sözünü söyleyebilmeliyiz.
Olacak inşallah. Bazı insanlar var, tam gerçekliğin ortasında, hayatın içinde, somut durumu biliyor. Bazıları da bunun teorik temellerine, tarihte nasıl yapıldığına bakıyor… Ne o tek başına yapabiliyor, ne o tek başına yapabiliyor. İşin akademik tarafı da değerli çünkü bunun tarihte nasıl yapıldığını anlamadan bu zamanda gerçekleştiremeyiz. İslam iktisadıyla ilgilenen ve emek meselelerine giren insanlar var. Bunları buluşturmak, kaynaştırmak, söylediklerini sentezlemek lazım. Akademisyen diye kenara ayırmaktansa değerlendirmek lazım. Onlar değerlendirmesin kendi fikirlerini, o problem değil, biz değerlendirelim.
Karşılaştırmalı şeyler de yapabilirler, başka şeyler de yapabilirler. Müşahhas bir örnek vereyim, ben şuna çok karşıyım mesela. Bizim Çerkes derneklerinden arkadaşlar dediler ki, “kültürümüzü kaybediyoruz, temel değerlerimiz yok oluyor, bunları yaşatmamız lazım, bunun için Tekirdağ tarafında bir arsa alıp köy kuralım, müthiş bir şey olur.” Ben ise, bu yönteme kökten karşıyım, dedim. Siz hayatın içerisinden çekilip bir fanus içinde yaşamaya başlayacaksınız ve bunu bir model olarak sunacaksınız. Toplum mühendisliği gibi bir şey bu, doğru değil ki. Herkes yazın köylerinde, kültürünü yaşasın, bu olumsuzlukları mahallinde tartışalım, konuşalım, dese… Demiyor, çünkü o hayatın gerçeği. Öbürü film. Hayat yaşamın içerisinde pratikle yüz yüze gelinerek çare aranırsa inandırıcı olur. Biz çözümü ve çareyi hayatın içinde aramalıyız.
Bir de daha büyük özelleştirme hikayeleri var.
Bakın, dikkat edin, şimdi otopark mafyası diye bir muhabbet çıkardılar, bugünlerde konuşuluyor. Türkiye’de hiçbir şey kendiliğinden gelişmez. Durup dururken Değnekçi Yasası nereden çıktı? Paraya müteallik bir şey varsa, bunun arkasındaki bilmeniz gerekir. Hatırlayın, İDO 860 milyon dolara satıldı, özelleştirmeden hemen sonra Yeni Şafak manşet attı: konu ile ilgili bakan için “TAV Bakanı” dedi.. Hükümetin bakanı için Yeni Şafak gazetesi “TAV Bakanı” yazar mı? Ne oldu biliyor musunuz? İhale dosyasında zeytinin kalibresiyle oynadılar burada da. Açık artırma olduğu için, 860 milyon dolara bağladılar, çıktılar işin içinden. Sonra ne oldu? Bir yönetmelik değişikliği yapıldı ve TAV’a Türkiye’nin bütün limanlarında sefer yapma yetkisi verildi. Eskiden İDO’nun hattı belliydi. İhaleye katılan başka bir firma dedi ki: “Biz 800 milyonlarda kaldık. Eğer bu yetkinin verileceğini bilseydik, 1 milyar 300 milyon dolar verirdik.” gazete aynen böle yazdı. Önce ihale edip daha sonra yönetmelikle işi kârlı hale getirmek vs.
Bakın, izleyin şimdi. İstanbul’un bütün otoparklarının % 99’unu, büyük bir başarı diyerek, hatırlayın, değnekçileri temizledik, şunu yaptık, bunu ettik, dediler, İSPARK aldı. Geçen sene Koç, İSPARK’ı özelleştirsinler, 4,5 milyar dolar veririm, dedi. Belediyenin en kârlı, en kral işi; 24 saat tıkır tıkır para kazanacak iş. Şimdi bunu pazarlıyorlar. 3.500-4.000 tane para toplayıcısı var, bahsettiğim şartlarda, taşeron firmalarda çalışan. Şimdi, bunu yasaya bağladıktan sonra özelleştirecekler. Değnekçilere, yani bir köşeyi tutup da park yaptıranlar var ya, bunlara ağır cezalar getirecekler, belki gasp diyecekler buna. Takip edin, önce yasayı çıkaracaklar, Değnekçilik Yasası çıkacak, yasal olarak garantiye alacaklar. Değnekçiliği bitirecekler. Değnekçilik bitince İSPARK’ın geliri en az % 20 artacak. Ondan sonra özelleştirecekler. Bu işler böyle yürütülüyor, böyle kotarılıyor, böyle hallediliyor. Yoksa niye isyan edeyim? Değnekçi alacağına belediye alsın. Belediye alır. Ama belediye kendisine almıyor, bir geçiş dönemi için alıyor. Düzeltiyor, rayına koyuyor, kanunu hükmünü çıkarıyor, sonra birisine postalıyor. Biz bir firma çıkardık ortaya, diyor. Üretim mi yaptınız? Hayır. Bir şey mi yaptınız? Hayır. Milletin elindekini sen aldın. Bir değer üretmiş gibi söylüyor. Milletin yolunu aldın, satıyorsun. Çevre yolları paralı oluyor şimdi, sonra çevre yolları bağlantı yolları… Çünkü bütçe açığı var, kapatamayacaklar.
Ne oldu şimdi, İDO özelleştirilince? Millet kuyrukta beklerken, sen gelirsin jipinle, 20 lira fazla verip herkesin önüne geçebilirsin. Daha önce İDO halkındı. Zarar mı ediyordu? O zaman Beylikdüzü ısrarla bize hat aç dedi. Beylikdüzü’nde 1 milyon insan yaşıyor. Açmıyor. Özelleştirildikten sonra, onlar açacaklar, göreceksiniz. Korkarım ki, İDO’da yaşanan serüven İSPARK’ta da yaşanabilir. Bekleyip, göreceğiz.
İhlas Finans hikayesi var bir de…
Öbür dünyada bu hükümete soracakları en büyük sorulardan bir tanesi İhlas Finans vakasıdır. İhlas Finans sözde faizsiz banka esasta aynen benkacılık yapan bir kuruluştu. Hayır, bu banka değil, dediler. Nasıl ya, finans kurumları hep banka değil mi? Onu banka statüsünde görmeden normal şirket statüsünde değerlendirip, geçirip concordato (iflas tasfiye) ilan ettirdiler. Aslında 200 binin üzerinde mudidedn 1 milyar dolara kadar para toplayıp bunu hortumlayan bildiğimiz bankacılık işlemleri yürüten bir kuruluştu. Dünya alem bilirki İhlas Holding ile bağlantılıdır ancak milletin bildiğini idarecilerimiz göremediler ve holdinge bağloı diğer şirketlerden bağımsız iflas ettirdiler, borçlarını ucu açık süreye yaydılar. Yıllarca da doğru dürüst ödeme yapmadılar. Bu çok büyük bir vebal. Onun için Türkiye gazetesi yarı resmi değil resmi gazete. Ama üzüldüğüm, acı olan şey başka. Bir gün Kayseri’den birisi aradı. Yahu, bizim bir akraba 12.000 dolar yatırmış İhlas Finans’a, bu adam işçi emeklisi, dedi. Ben de kızdım, işçi emeklisinin İhlas Finans’da ne işi var, dedim.Emekli ikramiyesini yatırmış, bu adamın durumu iyi değil, ne etti etti, bir şey yapamadı, buna bir çare bul, dedi. Benim gruba yakın gazeteci bir arkadaş tanıdığım var, şu garibanın parasına bir çare üret, dedim. 3 gün sonra, çağır gelsin, dedi bana. Resmi alacak için, oğluna vekalet verdi. Gitti görüşmeye, sonra geldi. Dedi ki, bir grup iş adamı, bunların adamları, dediler bu senin borcunu biz 8.000 dolara satın alalım. Concordato, para geldikçe, şirket para kazandıkça ödeyecek 30 yılda demek. Biz sana bunu 2 yılda ödeyeceğiz. Dedim, ver, bunlardan kurtul. Böldüler, ilk bir ay 400 dolar verdiler, ikinci ay 200 liraya düşürdüler… Geçen ay dedi ki, 50 dolar veriyorlar ayda. Yani o alacakları da kendi iş adamlarını gruplaştırıp oradan bir daha para kazanıyorlar.
Bu garibanlara kapkacak vererek hallettiler önce. Ne oluyor şimdi? TOKİ’nin Beyaz Evler’ini o yapıyor. Git, lüks plazaları duruyor hâlâ. Peki bir insan bu hükümete sormaz mı? Bu İhlas Finans’ı İhlas Holding’den ayrı tuttular, banka değil bu, şirket, dediler. Bankaya el koymadan iflas kararı aldırdı hükümet ve onu kurtardı. Hükümet TMSF bünyesinde bir mağduriyete yol açmadan tasfiye sürecini yürütemez miydi? Kimin parasını çarptılar? Garip gurabanın. Bütün yerleri duruyor. Bu nasıl bir iflas, buna seyirci kalmak bir idareci için ne büyük vebal.
Şuna karşı buna karşı olmak meselesi değil. Söylem geliştireceksin. O cetvele vuracaksın, senin buran yanlış diyeceksin. Yoksa Enver’le, Mehmet’le, Fethullah’la, Ahmet’le, Hüseyin’le tek tek uğraşarak enerji harcamanın bir anlamı yok. Müslümanın yöntemi bu olamaz. Müslüman, temel prensipleri haykırarak, vicdanı olanlara seslenecek. Bir de bu gözle bakın, bundan bu anlaşılmalıdır, diyecek. Biz vicdanlara seslenemedik. Her insanın içerisinde bir vicdan düğmesi vardır. Biz bu söylemi geliştirmek, bu düğmeyi çalıştırmak mecburiyetindeyiz.
Bütün bunları size söyleten nedir, derdiniz ne?
İçimizde bir sızı var da o. Başka hiçbir şey değil. Bu konu, konuşulmalı, her yerde dillendirilmeli. Konuşmakla kalmamalı, pratiğe de geçirilmeli.
Benim oturduğum mahalle, üst düzey gelir grubundan müslümanların çokça yaşadığı bir yer. Bir pazar günü çok kar yağmıştı. İşe gidemedim. Hanım dedi, hamur işi bir şeyler yapayım, markete git un ekmek falan al. Ufak kız var, onu da aldım yanıma. Abi markete bir girdim, bir alışveriş var, korkunç. Bir günlük kar adamların iflahını kesmiş. Koliyle süt alıyorlar. Dedim, ne alacağız? Süt, çikolata, un. Bunları alıp gidiyoruz. Bugün özellikle alışveriş yapmıyoruz. Biliyorlar akşam karın eriyeceğini ama artık kodlara böyle yerleşmiş.
Kafeteryalara bir gelin. Maçlarda, bazı muhafazakar müslümanlar, giymiş takımının formasını, nasıl kendinden geçmiş, bir görün. Kendi takımı bir gol attı mı, kazanmanın zevkini, o kapitalist duygu ruhuna yerleştiği için, nasıl da sonuna kadar yaşar. Bu adamların fakirlik diye bir derdi yok. Kendilerini sorgulama diye bir dertleri hiç yok.
Bir gün bir siyasi partiden arkadaşlar toplanmışlar Filistin davası, yardım kampanyaları falan konuşuyorlar. Yahu dedim, ne Filistin’i, şu karşıdaki gecekondu mahallesini görüyor musunuz, açlıktan, yoksulluktan sürünüyorlar. Şuraya bir gidin, tanışın, yardımı burdan başlatın. Ne yardımlaşması, oralar görülmesin diye duvarları yükseltmişler, güvenlikler koymuşlar. Kanımca bu tipler yardım bahanesiyle kendilerini avutuyorlar. Çünkü yan mahalleye yardım reeldir, büyük söylemler içermez, gerçektir ama o tipler maalesef gerçekle değil sanalla uğraşarak kendilerini tatmin ederler. Bu benim Filistin meselesini görmediğim anlamına gelmez. O başka bir şey. Bu meseleler kapının önünden, komşundan, işinden başlar. Bunları beceremeyenlerin Filistin davası ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Müslüman geçinen bu adamların çoğu zamparanın dik alasıdır. Hanımlarına bir kredi kartı verir, bir de araba alır, kermesle falan oyalarlar. Sonra da gider, başka yerlerde zamparalık yaparlar. Bunların hanımlarını görürsün, başörtülü, hepsinin altında araba. Mahalle sokaklarında dolaşırlar. O tiplerin önüne yanlışlıkla çıkmayagör. Nasıl celallenirler. O başörtüsünü taktığı için kendisini ayrıcalıklı görüyor. O başörtüsü kendisine adalet, merhamet, vicdan duygusu vermiyor; onu bir asker rütbesi, bir generalin yıldızları gibi görüyor, onun kendisine bir ayrıcalık (üstünlük) verdiğine inanıyor ve o gücü insanların üzerinde üstünlük vesilesi olarak kullanıyor. Ne yaman bir çelişki.
Son bir olay anlatacağım, dramatik bir olay: Bu kış kar yağmıştı. İşe gitmedik. Bizim apartmanda sabahları bir resmi araba gelir. Şoför, yarım saat apartmanın önünde durur. Bizim daire de oraya baktığı için çay içerken oradan görüyorum. Yahu dedim hanım, kim bu resmi plakalı adam? Çok muhterem bir adam. Neymiş muhteremliği? Apartmana girerken bile, bize bakmamak için kafasını yana çevirerek yürüyor. Bir devlet kurumunda müdürmüş. Neyse, şoför her sabah gelir, 1 saat böyle bekler kapıda. Allah aşkına bu çocuk orada dikileceğine gitse sıcak bir yerde otursa, müdür bey de çıkarken telefonla onu çaldırsan da gelse olmaz mı? Dedim bu adamda bir sakatlık var, yoksa böyle insafsızlık olmaz. Neyse, o gün öğlen vakti baktım aynı araç kapıya geldi. Abartısız anlatıyorum. Araba evin tam kapısının önüne geldi, şoför atladı. Kapısını açtı. İndi bu zat-ı muhterem. Gazetesini bile almadı. Şoför uzandı gazetesini aldı, verdi ona. Buraya kadar kızmadım. Dedim ya, evle kapı girişi arasında iki metre var. Orada bir adımlık kar var. Şöyle bir atlayıp geçecek. Bak ne yaptı? Ben duymadım ama mutlaka bir şey söyledi o şoför arkadaşa. O da eğildi, karları elleriyle küredi. Ben birden yerimden fırladım kapıya yapıştım. Hanım önüme geçti. Dedim Allah aşkına, bu nasıl Müslümanlık? Bu adam yürürken yere baksa ne olcak, bu zulmü yaptıktan sonra? Adam çocuğa insan olarak bakmıyor ki. Arabanın bir parçası işte. İşte makamı kutsayan, onu bir tahakküm aracı olarak kullanan bu Müslüman tipi bizi mahvetti.
Biz müslüman olarak, hak-hukuk, emek-sermaye konularında ciddi hiçbir şey söylemedik, söyler gibi yaptık, içini doldurmadık. Bu algının üzerine kurulan toplumsal ilişkilerde sakat bir şekilde yürümektedir, bu ise toplumsal ilişkilerde bir iç kanamaya sebep olmaktadır. Bu kanamayı durdırmanın ve sıhhatli toplumsal ilişkiler geliştirmenin yolu Allahın muradını anlamaya Kuran ve sünnet ekseninde kavramaya çalışmak ve buna göre davranmakla olur. İşte şimdi sizler yavaş yavaş dillendiriyorsunuz. Bu konuşulacak, bu böyle yürümez. Netice almak değil benim işim zamanın sözünü söylemek, söyleyenlerle beraber olmaktır. Tabii ki neticesini Allah takdir edecektir.
iyi akşamlar internette dolaşırken yazınızla karşılaştım.
sizin yaşadığınız çevre, aldığınız eğitim ve ailenizden gördükleriniz yada göremediklerinizin etkileri sizin algı açınızı oluştur. mevcut algı açınızla yukarıdaki söyleşiyi yapmışsınız. fikirleriniz sizin için değerlidir bunları mutlaka insanların okuyup düşüncelerinin değişmesini gönülden isteyebilirsiniz belki de. sizin görüş ve düşüncelerinize katılmıyorum.