Abreg Togan ile Söyleşi-2: Ortaklık Denemeleri
Abreg Togan 1957 Kayseri doğumlu. Üç yıl ilahiyat okuduktan sonra iktisat bölümünü bitirdi. Mezuniyet tezini sendikalar üzerine yaptı. 1975’lerde Akıncılar hareketi içinde yer aldı. 30 yıldır “esnaf” olarak çalışıyor. Togan’ın taşeronlaşma sürecinin getirdikleri ve ortaklık sisteminin hayata geçirilmesine ilişkin bilgi, deneyim ve eleştirilerini sizlerle paylaşmak istedik. Kendisi ile yaptığımız söyleşiyi 3 parça halinde yayımlıyoruz.
II. KISIM: ORTAKLIK DENEMELERİ
Buraya kadar eleştirel kısım gibi oldu. Peki ne yapılabilir sorusuna dair, kendince uğraştığınız, üzerinde düşündüğünüz neler var?
Evet. Bütün bunları konuşmak bir şey ifade etmiyor. Bir kişiyi, bir sistemi eleştiriyoruz. Ama ortaya ne koyuyoruz? Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Ben 30 senedir bu işlerle uğraşıyorum. Benim ilahiyatçı kimliğim de var iktisatçı kimliğim de var. Biz bu olup biteni eleştiriyoruz. Bu okumalarımızı nasıl hayata geçirebiliriz, diyoruz. Nasıl bir şeyler yapalım diye düşünüyoruz. Son 5-6 senedir bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bunun alternatifinde bir şeyler ortaya konulabilir mi, bir denemeler yapılabilir mi diye bir çalışma başlattık. Aslında kurduğumuz sistem çalışıyor. Ama lanse etmek için biraz daha oturmasını beklemek gerekir. Bu işe girişmemizin bazı sebepleri var. Bunun temeli, ahlaki bir sorunumuz var. Dedik ki bizim işlerimizin ne olacağı belli olmaz. Türkiye konjonktürüyle de alakalı. Biz çok büyümek, holding olmak niyetinde olan birisi değiliz. Ağırlıklı olarak da emeğe dayalı işler, hizmet işleri.
Uğraştığımız bir iş kolunda, bize 5 sene, 10 sene çalışmış arkadaşlarımız vardı, onlara sizi bu işe ortak edelim dedik. Ortak olması için sermaye gerekir. Biz onlardan bir sermaye talep etmedik. Onların çalışma dönemlerini, tazminatlarını hesap ettik. O işi bizzat onlar yaptıkları için, dedik ki arkadaş biz size ortaklık teklif ediyoruz. İstiyorsanız biz de size ortak olacağız. Ama hiçbir zaman hissenin büyüğü bizde olmayacak. Mesela, yaptıklarımızdan örnek olarak, bir mobilya işimiz vardı. O örnekte çok iyi de yürütemedik ama yürütemeyişimizin sebebi ilgisizlikti. Arkadaşlar dediler ki, sen bire bir ilgilenemiyorsun, yoksa bu iş gayet iyi yürür dediler. Dedik ki, siz olsanız bu işi daha iyi yürütür müsünüz? Evet yürütürüz, dediler. O halde gelin biz sizi ortak edelim dedik. Bütün makinaları her şeyi devrettik. 7 hisseden 1 hisseyi biz kendimize aldık. Sonradan dedim ki, arkadaş, siz artık oldunuz, bir abi, bir kardeş olarak biz sizin yanınızda oluruz tabii ama siz artık kendiniz devam ettirebilirsiniz. Dikkat ederseniz, biz şirketi devrederken bir Şam şeytanlığı yapmıyoruz, resmen devrediyoruz, bu sizin, diyoruz. Tazminatlarınızı hesap ediyoruz. Zaten bu işler çok büyük işler değil. 8-10 kişinin ailesini geçindirecek bir iş. Basit mobilya imalatı yapılıyor, çok büyük sermaye gerektirmiyor, 10-15 kişi çalışabiliyor, 6-7 kişi ortak oluyor. Biraz küçülttüler. Şu anda orada 7 aile, bir yerde işçi olarak çalışacağına, en azından işçinin kazanacağının iki mislini her aile kazanıyor, kendileri ortak.
Tabii onu yürütmenin zorluğu biraz da şu: O arkadaşların bu kolektif mantığı (ortaklaşa) benimsemeleri gerekiyor. Bizde biraz çalışınca ona uyanları görüyoruz. Ve onlar kendi aralarında bir arkadaş grubu oluşturuyorlar. Diyorlar ki, a biz bu işi yaparız. Eyvallah, dedik, terk ettik, çalışıyor. Geçen gün beni aradılar, gelmiyor musun, diye. Nasılsınız, dedim, nasıl işler? İyi, geçiniyoruz, durumumuz iyi, dediler. Rahatladım. Tazminatlarını hesap ettim, makinaları da devrettim. Benim derdim, verebilmeyi becerebilmek, verebilmek. Bir insan vermeyi kabullenmezse olmaz. Ne oldu? Bu insanlarla benim hukukum gayet iyi, devam ediyor. Şirketi çalıştırıyorlar, üretiyorlar, satıyorlar. Fakat bir atölye gibi çalıştırıyorlar ve daha önce bir işçi olarak kazanacaklarının bir buçuk mislini kazanıyorlar. Yanlarına da birkaç tane işçi aldılar.
Başka bir iş daha vardı. O benim çok eski işimdi. Gıda, su, meyva suyu satış yerleriydi. Eski işçilerimi, şoförlerimi çağırdım, bu işi yapmayacağımı söyleyerek başladım. Ben bu işten çıkacağım dedim. Siz bana bir teklif getirir misiniz, dedim. Hemen teklifi getirdiler, işi yapan kendileri zaten. Dediler, bize araba lazım, bunu nasıl yapacağız? Dedim ki, arabalarımı size veriyorum. Biz bunları nasıl ödeyeceğiz? Dedim, sizin alacağınız tazminatlar var, gelin bakalım. Oturduk, tazminatlarını hesap ettik. Ya yeter mi? Yetmezse sonra siz bana ödersiniz. Onları da aynı şekilde yaptık. Hatta onların depo kiralarını da 2 sene ben ödedim. Çünkü işi hemen oturtmaları zordu. Şimdi orada da 6-7 arkadaş kendi arabalarıyla çalışıyorlar, kendi işlerini yapıyorlar. Aynı yine eski yaptıkları işi yapıyorlar ama şimdi işin sahipleri onlar. Orada da kolektif bir ortam oluyor. Çünkü şehrin bir bölgesine su satan adam, diğer bölgesine aynı sudan satan adam arkadaşı değilse, birbirleriyle rekabet ederler. Ama bunlar eskiden beri o bölgelerde çalıştıkları için arkadaş olmuşlar. Bunların bir arkadaş grubu olması önemli. Birbirleriyle ailecek görüşüyorlar.
En son, geçen sene, daha profesyonel, müdür gibi, idareci gibi arkadaşlarla niyet ettik, iş arayışlarına bakalım diye. Bu işi aslında bizim yapmamız için kendileri önerdiler. Tekstil işi. Üzerinde çalışın, dedik. Gayet güzel kendi iş yerimizde yürüttüler. En sonunda dedik ki arkadaş, siz 4 ortak olun, beşincisi biz olalım. Bizi, dedim, içinizden birisi temsil etsin, ben gelmeyeyim. Soracağınız bir şey olursa sorarsınız. Şu anda yürütüyorlar. 3 tane dükkan açtılar. Bazı sıkıntıları var. Çünkü işin hacmi biraz daha geniş. Dükkan tutmaları gerekiyor. O arkadaşların da tazminatlarını hesap ettik, onlara sermaye olarak onu aktarıyoruz. İşi atölyede pişirerek onları işyerinin sahibi yaptık. Eğer işyerinde 2 sene benim telefonlarımla benim işlerimi de yaparlarken o işi oluşturmasalardı, 2 yıl önce ayrılsalardı kesinlikle batarlardı. Çünkü dükkan kirası ödeyecekler, vergi ödeyecekler, sigorta ödeyecekler, kendi ailelerini geçindirecekler. Yani buradaki gaye şu. Burada niyet önemli. Bu adamları iş sahibi yapmak niyetin var mı senin? Varsa bunu becerebilirsin.
Buradaki gaye şudur: Ben şimdi o arkadaşlara gittiğim zaman, iş yaptıklarını görünce mutlu oluyorum. Bir de, bana öbür dünyada soracaklar, bu insanların haklarını ne yaptın diye.
Kamudaki ihaleleri anlatan güzel bir söz vardır… “Güneş çarığı sıkar, çarık da ayağı sıkar”. Biz kamuya diyoruz ki, ya arkadaş bize sınır çizgisini tazminat noktasına koy. Hayır diyor, ben net ücrete bakarım. Sen bana vermiyorsun ki ben buna nasıl vereceğim? Ama kendi özel işimizde Allah’a çok şükür bunu düzelttik. Şu ana kadar sigortasız hiçbir işçi çalıştırmadık.
Bakın size bir şey söyleyeyim. O bahsettiğim ortakların bir sıkıntısı olsa beni ararlar. Benim bir ödemem olsa, para ihtiyacım olsa ben de onları arıyorum. Çünkü, onları tanıyorum, onlarla beraber çalıştım. İki şirket birbirinden faizsiz borç alıyor bak. Bu güveni tesis etmek lazım. Bu sistemi oluşturmaya gayret etmek lazım. Vermenin zevkini duymak lazım. Vermenin büyük bir zevki vardır, ancak bu zevki tam manasıyla verince anlıyorsun.
Burada önemli bir konuya değinmek istiyorum. Adama veriyorsun, al tazminatını git diyorsun. Sözde sen sorumluluğunu yerine getirmiş oluyorsun. Bunu yapan Müslüman bile çok az. Ama ben tazminat ödendiğinde bile işverenin vazifesini yaptığını zannetmiyorum. Gelmiş, ömrünü sana harcamış çocuk. 15 yılını senin yanında geçirmiş, muhasebe müdürü olarak. Ne yapacak şimdi bu çocuk? Yeni bir yere alışacak bilmem ne. Diyoruz ki kardeşim, siz de bizim gibi iş sahibi olun. Bunun bir acemiliği olacak. Anadolu’da güzel bir laf vardır. Acemi nalbant gavur eşeğinde öğrenir. Çakar, söker. Acemi nalbant da bir yerde öğrenecek. Yani siz benim firmamı gavur eşeği gibi kullanın. Burada çocuklar 2 yıl, işlerini kendileri yürütmeye başlayana kadar, normal ücretlerini aldılar, ailelerinin geçimlerini sağladılar. İşin olacağına akılları yetti. Tamam, dediler, bu iş artık tutuyor. İnternetten satıyorlar, şuradan buradan satıyorlar. Bu iş tuttu, bu iş olacak, dediler. Eyvallah, dedik. İşlerini yürütürlerken, dediler ki, bize daha geniş bir yer lazım. Uygun bir yer tuttular, orada çalışıyorlar.
Bütün bu sistemden benim çıkardığım bir şey var. Bizim çalıştırdığımız işçiye karşı sorumluluğumuz sadece onun ücretini bu sistemin belirlediği şekilde vermek değil. Sen başka yollar ara. Nedir aradığımız yol? Bu adamı nasıl bir iş sahibi yaparız? Çünkü bizim bir iş tecrübemiz var. Olur olmaz bir işe girerler, ellerindeki üç kuruşu da çarçur ederler, sıkıntıya düşerler. Fakat onları, kendilerini geçindirecek, daha rahat olacak, yanlarına 3-5 işçi alacak işlere sokuyorum. Mesela bir iş önerdiler, hayır dedim. Sizin sermayeniz bunu kaldırmaz, yarın aileleriniz sıkıntıya düşebilir, dedim. Sözümü dinlediler, girmediler. Doğru yaptılar. Şimdi ben onlara bedava danışmanım, çok iyi arkadaşım, onlar da benimle çok iyi arkadaşlar, şu anda telefon açayım, hepsi buraya gelirler, oturup sohbet edebiliriz. Öncelikle benim onlara patronluk yapmadığım fikrini onlara veriyorum. Kandırarak değil. Diyorum ki arkadaş, biz sizinle iş ortağıyız. Siz hissenizi aldınız bu işten.
Eğer işçiyi ortak olarak görürsen, ortağımdı, hissesini aldı gitti, bütün tecrübesini bana harcadı, gençliğini bana harcadı, dersin. Sen diyorsun ki, al şu tazminatını, işin bitti, git bir köşede otur. Niye ona bir iş kurmadın? Bu tecrübeye ortak değil mi adam? Onun için Müslümanların bu modeli denemesi lazım. Bırak orada değiller. Adama tazminatını vermiyor, sigortasını doğru dürüst yapmıyor. Bunları verdiği zaman kendini işçinin her türlü hakkını verdiğini zannediyor. Hayır kardeşim. O sınır, sıradan bir adamın sınırıdır. Bizim inancımızda öyle değildir. Adamı iş sahibi yapabilirsin. İşte o zaman bu iş geometrik diziyle büyür. İnsanlar ekmeklerini kazanır.
Bize yönelttikleri temel soru: Siz mülk karşıtısınız, büyük fabrika nasıl kuracaksınız? Sermaye… Bakın, ben o 4 arkadaş grubuyla beraber aslında büyük bir firmayım. Çoklukta birlik gibidir bu. Birlikte hareket edebiliriz biz onlarla. Ancak kapitalist sistem o şirketlerin hepsinin benim ve onların da benim işçim olmasını ister. Normal yürürlükteki sistem öyle. Hepsi benim olacak, hepsi de benim işçim olacak. Onu bir güç zannediyorlar. Halbuki güç o değil. Biz Müslümanlar bunu iyi yansıtamadık. Örneğin; bu el niye böyle, beş parmak? Beş parmağı birleşik yaratabilirdi Cenab-ı Allah. Parmaklar bitişik olsaydı çok güçlü mü olurdu bu el? Beş parmak olduğu için güçlüdür, çünkü bir araya gelince yumruk olur. Bak bu, çokluktan birliktir. Ne pahasına olursa olsun bu modelleri denemek mecburiyetindeyiz. Ben şimdi diyorum, bu çocuklar bu işleri yürütemeyebilir. Olabilir, mümkündür. Ama biz göz kulak olmak mecburiyetindeyiz. Yahu, 50 sefer aynı suda mı yıkanacağız? Ben bir kere yıkanmışım. 30 yıldır yıkanıyorum. Şöyle bir şey yapmayı düşünüyoruz, diyorlar. Yapmayın, diyorum, o şöyle şöyle tehlikeler doğurabilir. Mesela o arkadaşlarla biz dış ticaret denemesi de yapıyoruz şu anda ufak ufak. Bir konteynır meyve suyu satıyoruz. Ben de ortağım onlara. Geliyorlar bana, şuraya bir konteynır mal satalım, diyorlar, tecrübenizi arttırın diyorum. Peşin sat, peşin al, diyorum, şöyle yap, böyle yap, bir alış. İşte Afrika’ya gidiyor, geri geliyor. Şurada şunu gördüm, burada bunu gördüm, diyorlar, zamanla bu tecrübelerle olgunlaşacaklarına inanıyorum.
Yani işin özeti, ben camiden çıkarken, çok ağır hasta, çok mağdur olduğuna inanmadığım kişiye kolay kolay para vermem. Cami yapılmasına da çok yardım etmem. Benim bir kuruşum varsa, ben işçime vermeye çalışırım. Beni bundan mesul tutacak. Herkes bunu yapacak. Ama ben kendi işçimin sigortasını ödemeden, bu vakıflara, camilere yardım edemem. Bu camilere yardım edilmeyeceği anlamında söylemiyorum bunu. Öyle bir kastım yok. Benim ortağım bu insan, ilk önce ortağın hakkı verilmeli.
Bir gün bir işçimiz var, çok kaliteli olduğunu duyduğum. İşyerinde gördüm, hayırdır, dedim. Şoförlük yapıyor. Muhasebeci dedi ki, bunun kredi kartına haciz gelmiş. Kanunen öyledir, firmaya yazı yazılır, maaşın dörtte birini kesip oraya yollamak mecburiyetindesin. Hayırdır, dedim, niye öyle oldu? Oldu abi falan filan dedi. Çok beyefendi, çok çalışkan, çok ailesine bağlı bir adam. Bir ay sonra gene gördüm, gene öyleydi. Niye böyle oluyor, deyince, biraz hışımla odama girdi, ne yaptıracaksın bana, dedi. Ben üniversitede iki tane çocuk okutuyorum, senin bana verdiğin ücret 1.000 lira, dedi. Belediye 900 küsur lira veriyor, ben 50 lira da yol yardımı falan filan diye ilave yapıyorum. Evim 400 lira kira, 2 tane üniversitede çocuk var, dedi. Takla attırıyorum, makla attırıyorum, bu çocuklar mezun olacak, ondan sonra bakacağız, dedi. Dedim, arkadaş, sana söyleyecek hiçbir şeyim yok. 2 tane çocuğu üniversitede okutmak o kadar kolay mı zannediyorsun, dedi. Bütün hayatımı bu 2 çocuğa vakfettim, dedi. Nasıl okuyorlar? Çok iyiler, dedi. Dedim, sen yolunu bulmuşsun kardeşim. 1-2 sene sonra mezun olacaklar, o zamana kadar sürükleyeceğim, dedi. Yani söylemek istediğim şudur. Çok az cami yaptırdınız diye bize hesap sormayacaklar. Her şey artıyor. Ama aynı oranda eksilen bir şey var Müslümanlarda. Bölüşüm ve hak meselesinde ciddi sorunlar görüyorum. Benim de birçok yanlışım eksiğim yapamadığım edemediğim var ama hiç olmazsa diyorum, bizde çalışan 15-20 tane delikanlı şu anda iş sahibi oldular, ortaklıklar yapıyorlar. 3 senedir devam eden var buna. 4. seneye girmiş. Ben hâlâ diyorum ki, denenmelidir, yapılmalıdır. Keşke daha iyi yapabilsek. Ne oluyor? Yeni genç bir kadro geliyor, onlar da yetişiyor. Görüyorlar. Bu sistemin çalışacağını yeni katılan arkadaşlara uygulamalı olarak aktarıyorlar. Ben kendi firmamı verdim onlara. Yeni bir firma kurmayın dedim, bak firma var hazır. Bu bir model… Biz bugünün zamanına bir alternatif üretemezsek, ortaya modeller koyamazsak… Efendim, nasıl koyacağız? Hiç uğraşmadık ki. Uğraştık mı? Kim ne uğraştı? Hiç kimse uğraşmadı. Bana bir tane zengin Müslüman çıksın desin kardeşim… Ancak şunu yapar, ramazanda kumanya dağıtır, vakfa bilmem ne gönderir, camiden çıkarken biraz sadaka verir. Ya kardeşim, sen işçinle ortaksın ortak. Sen bu ortaklığı hallettin mi? Ne diyor Cenab-ı Allah? İki kişi ortaksa üçüncüsü ya benim ya şeytan diyor. Ortağına kazık atan Allah’a kazık atar, benim inancıma göre. Ben onları ortak görüyorum. Bir model denemesi yapıyoruz biz burada. Becereceğimize inanıyorum, iyi niyetli olarak. O arkadaşların yeterliliğiyle de alakalı biraz. Yeterlilikten de kast ettiğim, ilgi ve irtibatın devamıdır.
Bu bir nevi usta çırak ilişkisi gibi… Az da olsa benziyor.
Aslında o çocuklar bir iş yerinde 5-10 sene çalıştıktan sonra, o işte senin kadar ehiller. Fakat senin kadar imkanları yok. Sermayeleri olmadığı için cesaretleri yok. Bizim yaptığımız çalışanları ortak gibi görüp ortaklığın gereği olan. Bir şey olmaz, biz beraberiz, yürürsünüz, acemiliği burada giderin, demek lazım. Böyle modelleri hiç denemedik.
Patronun işçisine bakışıyla ilgili…
Evet. Sermayedar, çalışan bir işçi kendisinden ayrıldığı zaman şöyle bir hisse kapılıyor. Kendisine düşman gibi görüyor, ondan ayrıldığı için kendisinden bir şey götürüyormuş gibi bir hisse kapılıyor. Yani o insanın bir iradesi olduğunu, ayrılabileceğini, kendisinin ayrı bir iş kurabileceğini işte bunu kabullenemiyor. Onun için de hele hele bizim İslami camiada kendisinden ayrılan adamla konuşmuyor. Ne demek yani, sen nasıl bir iş kurduysan bunun ahlaki olan, insani olan, İslami olan tarafı, o insanın da iş kurması değil midir? Yani bu küslüğü, bu kavgayı neye dayandırarak yapıyorsun? Bir tek egona dayandırıyorsun, başka bir şey değil. Yani diyorsun ki ben patronum, bu da işçi. Hani bir şarkı var ya “işçisin sen işçi kal” diye. Bu insan kendini geçindirip işini yaparken bir taraftan da ömrünü sana harcıyor kardeşim. Yani sen gitsen, birinin yanında iki sene çalışacaksın, deseler, kişisel olarak benim zoruma gitmez ama, o sermayedarların zoruna gider. Yahu Allah onu da yaratmış, seni de yaratmış. Ne farkınız var? Bir farkınız yok, olmaması da lazım.
Bu eğitim kültürü, bu din algısı maalesef böyle bir ürün ortaya koyuyor. Çünkü bizim din algımızda patron patrondur, işçi de işçi.
Tarihimizde, zanaate dayalı işlerde usta-çırak sistemi var mesela. Buna niye sıcak bakmıyorsunuz?
Ben bunu tecrübe açısından gerekli ancak netice açısından yeterli görmüyorum. Bunda da bir yöneten ve yönetilen var, yani tam bir ortaklık yok orada.
Ama bu sonra ortaklığa evriliyor ve çırak da nihayetinde usta oluyor.
Hayır. Ortaklık, farklı bir tanımdır. Bunlar çalıştırıldığı zaman ortak olarak görülmesi lazım, çalışanlar aslında benim tecrübemin de ortağıdırlar. Çünkü ben onlarla birlikte çalışırken bu tecrübeyi elde ettim. Yani onlar iş ürettiler, ben yönettim. Bu tecrübe bireysel olarak benim tecrübem değil.
Orada patron olarak şeffaf davranmanız gerekiyor.
İşte ben onu söylüyorum. Yani benim kanımca, bu iş yapabilme becerisi bende bir tecrübe birikimi oluşturuyor. Şimdi, aslında bu tecrübe yani ilim olarak kabul edelim ilim sadece benim değil ki, aslında tüm çalışanların emeğiyle oluşan bir tecrübedir. İşte bugünkü temel sorun buradan kaynaklanıyor zaten. Yani sermayedar diyor ki, bu fabrikayı ben kurdum, ben olmasaydım sen çalışamazdın. O çalışmasaydı da sen fabrika kuramazdın. Bir de tersinden bak olaya kardeşim. Ben bu tecrübeye nasıl eriştim? Genel olarak daha fazla uğraştığım için bunu kazandım. Peki bu tecrübede işçinin payı yok mu? Ya, al sen tazminatını git, diyorlar, bunu bile yapmıyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar benim yönetim bilgimin ortakları. Buradan pay vermem lazım bunlara. Diyorum ki, şöyle bir iş var veya onlar bir iş öneriyorlar veya benim bırakmak istediğim bir iş var. Bu işi biz istiyoruz dedikleri zaman hadi gelin yapalım diyorum. Onlara hadi gidin, siz ne yaparsanız yapın, demiyorum. Bana ihtiyacınız olduğu her zaman bana sorabilirsiniz. Ben de sizin bir yanlışa doğru gittiğinizi görürsem sizi uyaracağım. Ben onları yönetmek istemiyorum. Ama bende olan tecrübeyle onlara diyorum ki, bakın ben böyle görüyorum, alın bir bakın dediğim zaman bakarlar. Bu farklı bir yaklaşım, müslümanın bunu anlaması lazım.
İşverenler “ben şöyle ettim, ben böyle ettim” diyor. Sen yalnız başına hiçbir şey etmedin. Onlar birlikte etti, görünen yüzüsün sen bu işin. Sen sadece temsil ettin. Bu işin altında bu adamların hepsinin emeği var. Bu adamlar olmasa sen yoktun. Hele hele hizmet işlerinde bu çok daha önemli. Yani onların katkısıyla aslında sen bu bütün olup bitenin görünen yüzüsün. Sana kalsa, sen yapmış oluyorsun. İşte bu kapitalizmin gerçek yüzüdür. Müslümanın böyle düşünmemesi lazım. Müslüman işçisini ortak görmek mecburiyetindedir. Ama az hisse ama çok hisse. İşçi, işveren, bunlar bizim terimlerimiz değildir. Bugünkü anlamı itibariyle söylüyorum. Bu nedir? İşveren işçisini istediği zaman çıkarabilir. Bugünkü modern işçi hakları bile bizim Müslümanların mantığından bile daha ilerde. Hiç olmazsa ihbar verdiriyor, süre tanıyor. Ama bizimki ne, şeyh-mürit ilişkisi üzerine kurulmuş. Şeyh dedi müride, git! Hadi, gideceksin. Gel dedi, geleceksin. Böyle bir şey yok kardeşim. O senin ortağın.
Burada çaycıya bile, “Ayşe Hanım çay getirir misin?” diyeceksin. Yemek yapan bir bayan var. Diyorum ki en çok değer vereceğiniz budur. Onun yaptığı işi hiçbirimiz yapamayız. Bu yüzden, akşama kadar simit satan ve kazandığıyla ailesini geçindiren bir adamdan daha onurlu bir adamın bu ülkede yaşadığına inanmıyorum. Bir berber büyük onura sahiptir. Adamın kulağının kılını alıyor. Onun için bana sorarlarsa ben esnafım diyorum. Hiçbir zaman ben tüccarım demedim. Onun içini kendime göre dolduruyorum. Sonuç itibariyle ben, bu bizim Müslüman işadamlarının böbürlenerek, her şeyi kendilerinin becerdiğini zannederek, 3 kişiye iş verip acayip havalara bürünmelerinden rahatsızım. Geçen gün karşılaştım. Bu cenahtan çok büyük bir tekstil firması sahibi. Kendini nasıl anlatıyor? İşte şöyledir, böyledir falan. Dinledim dinledim. Sonunda dedim, ya işçinle münasebetin nasıl? Hele hele senin işin tamamen personele dayalı. Ben buradan bakarım senin büyüklüğüne. Senin kalıcılığın da buradadır. Ama bu onun hiç meselesi değil. Ne diyorsun ya, diyor sana. Onun meselesi başka: Ne kadar mal satmış, ne kadar ihracat yapmış, ne kadar acayip makinaları varmış.
Peki bu adama antikapitalist gençler “abdestli kapitalist” deyince niye kızıyorlar? Kapitalistler gibi aynı şeyi yapmıyor mu? Hem de daha katı şekilde. Fark olarak da sadece göstermelik olarak cuma günleri camiye gitmelerine müsaade ediyoruz. Onun dışında başka bir şey yok. Daha iyi yemek mi veriyorlar, ne yapıyorlar? Daha iyi ücret mi veriyorlar. Kapitalist mantık beynine çakılmış ya, bu fabrikayı ben kurdum diyor. Ben yaptım diyor. Bir de şöyle acayip bir ifade kullanıyor. “Efendim, biz 200 kişiye ekmek veriyoruz burada.” O sana ekmek veriyor, o çalışmasa sen aç kalırsın. O altındaki jipe de binemezsin. Hiçbir zaman gerçeği söylemediler. Çalışmasınlar bakalım, bir gün ekmek veriyor mu onlara. Ama söylem şekline dikkat. Bu söylem bile hatalı bana göre.