Zoraki Türklük Sözleşmesi (2)
Türklük Sözleşmesi
Barış Ünlü’nün kitabının ismini de koyduğu ve günümüzün Türkiye’deki esas Anayasası dediği Türklük Sözleşmesi meselesine gelirsek bu konu ile ilgili yani Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar olan zaman içerisinde devlet ve toplum arasındaki sözleşmeye gelelim. Benim iddiam yine burada devletin doktrini çerçevesi içinde toplumu etkilemesi meselesine gireceğim, yine başından beri iddia ettiğim gibi herhangi bir sözleşmenin olduğunu varsaymak, bu toplumu büyük bir töhmet altında bırakmaktır.
Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri
2. Abdülhamid döneminde Türklerin tarihine karşı ilgi ister istemez artış gösteriyordu. Türkler kendi tarihlerini öğrenmeye çalışıyorlardı. Osmanlıların Türk olduğunu ilk defa ortaya atan Ahmed Mithat Efendi olmuştur. 1887 yılında yayınladığı ‘Mufassal Tarih-i Kurun-ı Cedide’ adlı kitabıyla bu iddiasını anlatıyordu. Çünkü Türkler, tarihte büyük bir önem arz ediyorlardı. Ahmet Mithat Efendi’nin iddiasına göre Osmanlılarla Rumlar, Selçuklular ve Moğollar arasında herhangi bir ilgi yoktu. Osmanlıların Kayı boyundan geldiklerini iddia ediyordu. 2. Abdülhamit döneminde ders kitapları da giderek çoğalıyordu. Bu kitapların pek çoğu tarihi İslam tarihi ile birleştiriyordu. O yıllarda ilk çıkan kitaplarda Osmanlı soyunun Türk olduğundan bahsedilmiyordu. Daha sonra çıkarılan kitaplarda ise hemen tamamı Osmanlıların soyunu Orta Asya’ya dayatıyorlardı. Görüldüğü gibi Türklük fikrini sahiplenmek devletin içine düştüğü kargaşa yıllarında başlıyordu.
“Askeri okullar için yazılan bir Osmanlı tarihi, Türklerin kişiliğine, Osmanlıların ecdatlarına, Tatarlara, Moğollara, temas ediyor ve Hunlar ile ilk çağlarda Avrupa’ya göç eden İskitlerin Türk olduklarını iddia ediyordu. Bu kitap Türklerin şan ve şereflerinin Hz. İbrahim zamanında yaşamış ve Turan’da geniş topraklara yayılmış olan Oğuz Han ile başladığını, Osmanlıların da onların soyundan geldiğini söylüyordu. Daha sonra Jön Türklerin liderlerinden olan Mizancı Mehmed Murat tarafından yazılan Tarih-i Umumi adlı kitap, Asya’nın üç büyük milleti olan Türkler, Çinliler ve Hintliler hakkında bilgi veriyor ve Türklerin İslamiyet’in doğuşundan çok önce kurdukları ve aralarında Oğuz Han devletinin de bulunduğu büyük devletlere işaret ediyordu.” [1] David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.66.
“1890 yılı ve özellikle 20. Yüzyılın ilk başları Türk tarihine verilen önem bakımından en verimli devre olarak görülmektedir. Bu konuda İstanbul gazeteleri arasında Ulum gazetesinin açtığı çığırı devam ettiren İkdam gazetesi göze çarpar. Bu gazete okuyucularının dikkatlerini Türk tarihi üzerinde toplamaya çalışıyor ve onlara çağdaş Türkoloji’nin buluşlarını vermek için çaba harcıyordu. Yüzyılın sonlarında ilk genel Türk Tarihi olarak Necib Asım’ın eseri ortaya çıkar. Necib Asım kaynak olarak esas aldığı Leon Cahun’un ‘Introductıon a l’Historie del’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı eserine İslami kaynakları da ilave etmek suretiyle Osmanlı öncesi Türk-İslam hanedanlarının hepsinin geniş bir derlemesini veriyor, Türk ve Moğolların ırk ve tarih yönünden birbirine benzediğinden bahsediyordu.” [2]David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.67.
Bu dönemde Osmanlı ve Türkler hakkında pek çok kitap çıkarılıyordu. Bu kitapların sahibi olan Oryantalistlerin çoğunluğu Türkler hakkında ön yargılı ve yanlı şeyler yazıyordu, bu da Osmanlı düşünürleri tarafından tepki ile karşılanıyordu. Buna rağmen Arminius Vambery ve Leon Cahun gibi daha tarafsız düşünürler yaptıkları çalışmalarla Türk tarihçilerine geniş ufuklar açmaya başlamışlardı.
“Ahmet Mithat Efendi bu durumdan şöyle şikayet ediyordu. ‘Kütüphanemdeki Avrupa dillerinde yazılmış yirmiden fazla Osmanlı tarihinden ikisi hariç tamamı Türkler aleyhindedir. Hatta bunların arasında Hammer ve Lamartine’in tarihleri bile hatadan uzak değildir.’ Ayrıca yabancı oryantalistlerden çok az bir kısmının Türk veya Osmanlı tarihi konusunda çalıştıklarını, hatta Osmanlı İmparatorluğuna gelenlerin bile Türklerden çok Yunanlılarla ilgilendiklerini ve onların tarihlerini araştırdıklarını söylüyordu. Hakikaten de Yunanlıların Batı gözünde tarihi belgelere dayanmayıp sadece uydurmalar ve efsanelere dayalı olarak ilahlaştırılması, Türklerin yanlış anlaşılmasının sebeplerinden biri olmuştur. Bu tarihi hata, ayrıca siyasi ve diplomatik hayata yön vermeye müsait olduğu içinde her şeyden daha çok tehlike arz ediyordu. Ahmet Mithat Efendi, 1897 Girit olayını kast ederek son zamanlardaki çalkantıların kısmen bu tarihi hatalardan ileri geldiğini ilave ediyordu.” [3]David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.67-68.
Buraya gelmişken hemen önemli bir noktanın altını çizelim Türk yazarlar bu konuda yalnızca Avrupalıların hatalı olduğunu düşünmüyorlardı. Belki de bu konuda en büyük hata Türklerindi. Türklerin bizzat kendileri kendi tarihlerinden habersizlerdi. Gerçek bilgileri kendi toplumlarına gösterememişler ve bu konuda yeterli araştırmayı yapamamışlardı. Bu durumda iki tehlike kapıda bekliyordu. Birincisi toplum kendi tarihini yanlış bilirse istemedikleri bir noktaya sürüklenebilirdi. İkincisi de bu şekilde alınan bilgiler toplum içindeki bazı bireylerin kendi toplumlarından nefret etmesine yol açabilirdi ki bu da Milli Şuurun doğmasını engelleyecekti. Bir millet tıpkı kişiler gibi kendilerini sevmez ve saymazsa, hiçbir işi başaramazdı. İşte Türkçü yazarlar bu misyonu üstlenmişlerdi ve kendi milletini eğiteceklerdi.
Milliyetçilik ister kan, isterse dile dayalı olsun, Avrupa’da 19. Yüzyılın ikinci yarısında çeşitli ırkçı hareketlerin doğmasına yol açtı. İlk Alman milliyetçilerinden esinlenilen ve bütün Almanları, Büyük Almanya adı altında birleştiren bir Pan-Cermenizm akımı ortaya çıkmıştı. Diğer yandan ise başını Rusların çektiği bir Pan-Slavizm akımı hızla büyüyordu. Bu akım ise direk Osmanlıları etkileyecekti. Bunun tabii ki Osmanlı’da bir karşılığı olacaktı.
“Yeni milliyetçi ya da ırkçı teorileri uygulamak için Türk milli benliğinin yeniden canlandırılması ve Türk kelimesine itibar kazandırılması gerekiyordu. Avrupalılar Türklere bu noktada da asıl ilham kaynağı olmuşlardır. Türkler, Türk ve Türkiye terimlerini kullanmazlarken Avrupalılar, Osmanlılardan ve Osmanlı imparatorluğundan bahsederken uzun süredir Türkler ve Türkiye kelimesini kullanıyorlardı. Aslında bu terimler sadece Türkçe konuşanları değil, İmparatorluk sınırları içinde yaşayan diğer Müslümanları da içine alıyordu. Dış dünya ile gelişen ilişkiler sonucu Türk devlet adamları ve aydınları bu terimlere alıştılar.
Türk milliyetçiliğine etki eden bir başka noktada Avrupalıların Türkler hakkındaki yazıları olmuştu. Bu yazılarda Türkler hakkında belli başlı iki ayrı görüş yansıtılıyordu. Bunlardan birincisi, daha önceki yüzyıllarda, Türklerin Avrupa’daki fetihleri devam ettiği sıralarda bazı Avrupalıların gezi, hatıra, makale ve tarih kitaplarında Türkler için kullandıkları ‘ahlaksızlar, barbarlar’ kelimelerinin ardındaki nefretti. Bu iftira ve karalamalar, bir nefsi müdafaaya yol açmış ve Türkleri Osmanlı tarihinin müdafaasına yönelik derin araştırmalara sevk etmiştir. Diğer taraftan bazı Avrupalılar ise değişik bir görüş yansıtıyorlar, Türklerin faziletlerini, kültürlerinin yüceliğini övüyorlar, Türklere karşı yöneltilen suçlamalara karşı koyuyorlardı.
1832 yılında Londra’da Arthur Lumley Davids’in yazdığı A Grammar of Turkish Language (Türk Dili Grameri), sadece Türkçenin yayımlanan ilk sistematik grameri olması açısından değil aynı zamanda tarihi bir eser olması bakımından da önem taşır. Kitabın giriş bölümünde Türk tarihi, bugünde kullanılan Türk lehçeleri dilleri hakkında bir araştırma yapılmış, Osmanlı Kültürü ve edebiyatına ait bir derleme konulmuş ve Türklerin medeniyetteki rolleri saygıyla anılmıştır.
Önemli etkilerde bulunan bir başka eser de Polonyalı mühtedi Mustafa Celaleddin Paşa tarafından yazılıp İstanbul’da yayınlanan Les Turcs Anciens et Modernes (Eski ve Modern Türkler)dir. M. Celaleddin Paşa, kendisinden önce Davids’in de yaptığı gibi Türklerin medeniyete olan hizmetlerinden bahsetmiş, ayrıca ırk bakımından asılları üzerinde de bir hayli durmuştur. Türklerin ve Hunların veya Moğolların ırk olarak akraba oldukları fikrinin yanlış olduğunu ispata çalışan M. Celaleddin Paşa, Türklerle Avrupalıları büyük Touro-Aryan ırkının üyeleri olarak görmüştür.
Buna benzer daha kuvvetli bir etki, Türkiye ve Orta Asya’da uzun süre kalan, birçok Türk aydını ile temaslarda bulunan, 2. Abdülhamit’in dostu, Macar bilim adamı Arminius Vambery vasıtasıyla olmuştu. Vambery, M.Celaleddin Paşa’nın aksine Türkler ve Moğollar arasındaki ırk ve dil bağlarına işaret etmiş, Macar bilginleri tarafından geliştirilen teorilere dayanarak Türkler, Çinliler, Macarlar, Estonyalılar ve diğer toplulukları Turan grubu altında toplamıştır. Vambery İngilizlerin hararetli bir taraftarı olarak Orta Asya’da İngiltere ve Rusya arasındaki politik çekişmeleri konu alan siyasi yazılar ve Türk dilleri ile kültürleri hakkında pek çok makale yazmıştır. Orta Asya’da yaptığı seyahatleri Türkçe olarak 1879 yılında ‘Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vusta’da Seyahati’ adı altında yayınlamıştı.
Bütün bunlarla birlikte 2. Abdülhamit devrinin son yıllarındaki genç nesil üzerinde en büyük etki denilebilir ki Leon Cahun tarafından olmuştur. Fransız Oryantalisti Cahun’un sürgünde bulunan Jön Türklerle yakın ilişkisi 1860’lara kadar uzanır. Cahun’un 1896 yılında Paris’te yayınladığı Asya Tarihine Giriş adlı kitabında, Avrupa’ya medeniyeti getiren ırkın Turan (yahut Finno-Japon) ırkı olduğu teorisini tekrar ele alır. Cahun’a göre Türkler ve Moğollar, Çin ve İran medeniyetleri arasında bir bağ olmuşlardır. Fransız Antoine Isaac de Sacy, Alman Wilhelm Frederich Radloff, İngiliz Elias John Wilkinson Gibb gibi 19. Yüzyıl oryantalistleri de Türk aydınları üzerinde önemli etkilerde bulunmuşlardı. 1893’te Orhun nehri yakınlarındaki eski Türk yazılarını çözen Danimarkalı Vilhelm Thomsen’de bunlardan birisiydi.” [4]David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.28-29-30.
Görüldüğü gibi Osmanlı aydınına kendi köklerini bulmakta ve öğrenmekte en büyük yardımı Batılı Oryantalistler yapmıştır. Böylece Osmanlı Türklerini, dillerini, tarihlerini, İmparatorluk dışında Orta Asya’da, İran’da, Kafkasya’da yaşayan Türkleri tanımaya yöneltmişti. Türklerin dışarıda kendi kandaşlarının yani kardeşlerinin olduğunu fark etmeleri, bu bölgelerden Türkiye’ye olan göçlerle birlikte daha da hız kazanmaya başlamıştı. Bu bölgelerden Osmanlı topraklarına gezginler, tüccarlar, dervişler eskiden daha çok ticaret ve dini maksatlarla seyahat ediyorlardı. Ancak 18. Yüzyılın sonuna doğru, Rusya’nın güneye ve doğuya doğru açılması sonucunda buralarda yaşayan halk Anadolu ve Balkanlara doğru göç etmeye başladı. İlk dalga Kırım Tatarları tarafından oldu. Rusların Volga-Ural bölgesindeki Türklere yapmış oldukları baskılar Tatar ve Çuvaş boylarının da göç etmesine sebep olmuştu. Daha sonraki göç dalgası ise Kafkaslardan geldi. Kafkasya’dan Nogaylar ve çoğu Çerkez olan binlerce Müslüman nüfusta bu göçlere eklenmeye başlamıştı. Orta Asya ve Kafkaslarda yaşanan bu olaylar Osmanlıların bu bölgelere ve Türk ve Müslüman topluluklara olan ilgisini arttırmıştı.
“Osmanlıların imparatorluk dışında yaşayan Türklerle olan dostluklarını arttıran nokta, Rusya’daki Türk illerinde yaşayan edip ve aydınların Osmanlı İmparatorluğu’na özellikle 19. Yüzyılın sonlarına doğru artan göçleri oldu. Bu kişiler Rusya’daki Müslümanlar arasında uzun yıllar devam eden fikri uyanışın meyvelerini beraberlerinde getirdiler. Osmanlı kültür ve siyasi hayatında aktif rol oynadılar. Rusya’daki Türklerin bu uyanışı, modernleşme hareketlerinin başlamasına sebep oldu. Değişik Türk boylarının kullandıkları konuşma dilini kültürel ve modern bir edebi dil haline getirme çabaları yanında geleneksel İslami okullarda da reformlar yapıldı. Bu atılımın merkezi, çok sayıda Tatar’ın yaşadığı Kazan şehriydi. Hareket hem Rus ve Batı liberalizminden hem de Osmanlı İmparatorluğundaki Tanzimatçı fikirlerden etkilenmişti.
Bu hareketin en göze çarpan lideri, Kırımlı bir Türk olan İsmail Bey (Gaspıralı)’dir. İsmail Bey belki Orta Asya Türklerinin kaderinin Rusya’ya bağlı olduğu kanaatiyle ve belki de Rusya’da milliyetçi fikirlerin yasaklanması nedeniyle oradaki Türklerin ancak dil ve manevi yönden birleşmelerinden bahsetmiştir. Ayrıca medreselerin modernize edilmesinin ve eğitimin geliştirilmesinin önemini belirmiştir. İsmail Bey’in fikirlerini yaymada en önemli aracı, Bahçesaray şehrinde 1873 yılında kurduğu Tercüman gazetesi olmuştu. Tercüman gazetesi daha sonraki yıllarda ‘Dilde, fikirde, işte birlik’ parolasının doğmasına yol açtı. Gazete Gaspıralı’nın fikirlerini yayımlamasının yanında kendi şivesi olan Kırım Türkçesine dayalı ortak bir Türkçe ile Rusya’daki bütün Türkleri birleştirme amacını da gütmüştü. Osmanlı’da da okunan gazetenin birçok yazısı Türk basınında yer alıyordu. İsmail Bey de 1874-1875 yıllarında İstanbul’a gelmiş ve bir müddet kalmıştı.” [5]David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.32-33.
Azerbaycan’da ilk Türkçe piyesler Mirza Fethali Ahundov tarafından yazılmıştı. Bundan başka Ahundov, Osmanlı Hükümetine Türk alfabesinin ıslahı hakkında bir tasarı sunmuş ve bu tasarı Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye tarafından incelenmişti. Rusya’da ilk Türk gazetesi olan Ekinci, 1875 yılında Bakü’de yayınlanmıştır. Türk aydınları üzerinde etkili olan bir başka kişi de Ahundov’un arkadaşlarından olan Hüseyinzade Ali Bey’dir (1864-1941). St. Petersburg’da öğrenim gördükten sonra 1889’da İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Tıbbiye’de öğretmenliğe başlamıştı. Bu arada öğrencilere Türkçü fikirleri aşılamış ve Jön Türkler hareketinin çekirdeği olan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşunda rol oynamıştı. Hüseyinzade Ali Bey, birinin adı ‘Turan’ olan birçok şiirinde sahibiydi.
Türkiye’de Pan-Türkçü hareket ile ilgili diğer bir Azerbaycanlı Ağaoğlu Ahmed’dir (1869-1939). Ağaoğlu Ahmed, Batı Avrupa’da öğrenim görmüş ilk Azerbaycanlılardan olup Paris’te Ahmed Rıza ve Jön Türklerin diğer liderleriyle temas kurmuştu. 1894 yılında Kafkasya’ya dönmüş, çeşitli gazeteleri yönetmiş, birçok makale yazmıştı. 1906’da yayımladığı günlük İrşad gazetesinde sürgünde olan Jön Türklerin yazılarını da basmıştı. Türkiye’deki 1908 inkılabından sonra İstanbul’a gelmiş, Hüseyinzade Ali Bey ve diğer arkadaşlarıyla Türkçü aydınların organı olan ‘Türk Yurdu’nu yayımlamıştı.
Osmanlılar, Orta Asya ve Volga bölgesinde yaşayan Türk topluluklarındaki Türk Edipleri ile de temas kurmuşlardı. Orta Asya’dan gelen dervişler, İstanbul’da tekkelerini devam ettirebilmişlerdi. Bunların en önemlisi de Özbekler Tekkesi idi. 1860 ve 1870’lerde bu tekkenin Şeyhliğini de Buharalı Süleyman Efendi yapmıştı. Süleyman Efendi 1882’de Lügat-i Çağatay ve Türki-i Osmani adlı bir kitap yayınlamıştı. Kitapta Osmanlı okuyucularına Çağatayca’yı ve Doğu Türklerini tanıtmış, Osmanlı dili ve edebiyatının Çağatayca’dan türediğini iddia etmişti.
Rusya’daki Volga bölgesinde yaşayan Tatar Türkleri, dini ve milli uyanış hareketlerinde kendilerine yardımcı ve manevi destek olması için Osmanlı İmparatorluğu’na yönelmişlerdi. Osmanlı Türkçesi 19. Yüzyılın ikinci yarısında Kazan Tatarları arasında epeyce önem kazanmıştı. Kazan yakınlarında dünyaya gelen Rusya’daki Müslümanların en büyük reformcusu Şehabeddin Mercani (1808-1888), 1881 yılında İstanbul’u ziyaret etmiş ve Ahmed Cevdet Paşa, Münif Paşa gibi Türk bilgin ve devlet adamlarıyla temaslarda bulunmuştu. Ancak Osmanlı İmparatorluğuna gelen Rusya doğumlu göçmen ve ziyaretçiler arasında en etkili olan sima, Akçura Simbirsk (Volga üzerinde Ulyanovsk)’te doğan Yusuf Akçura’dır. Yusuf Akçura’nın bu büyük etkisi hem Türkiye’de uzun müddet kalışında hem de Türk aydınları ile yakın temaslarından ileri gelmekteydi. Hüseyinzade Ali Bey ve İsmail Gaspıralı gibi Türkçülük fikirlerine sahip olan Yusuf Akçura, küçük bir çocukken İstanbul’a gelmiş, burada askeri eğitim görmüş, bu arada Rusya’daki Tatar liderleriyle olan temasını da sürdürmüştü. Yusuf Akçura’nın ilk eseri, Şehabeddin Mercani’nin biyografisidir. Yusuf Akçura’nın bu kitaptan amacı, Osmanlılara kuzeyde kardeşleri olduğunu bildirmekti. 2. Abdülhamit tarafından Trablusgarp’a sürülen Yusuf Akçura, Paris’e kaçarak oradaki ‘Siyasi İlimler Akademisi’ne kaydolmuştu. Paris’te sürgünde bulunan Jön Türklerle dostluk kurmuş, fakat çok geçmeden Jön Türklerin Osmanlılığa bağlı olduğunu anlayınca onlardan ayrılmıştı. Rusya’ya döndükten sonra ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ adlı kitabını Kahire’de çıkan bir Jön Türk gazetesine gönderdi. Yusuf Akçura Rusya’da yaşayan Müslümanlar arasında dil ve din birliğini sağlayacak çalışmalar yaptı. 1908’de tekrar İstanbul’a geldi. Türkçü hareketin ocaklığını yapacak dernek ve dergiler kurmak için arkadaşlarıyla çalıştı. [6]David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.34-35-36.
Çok açık olarak görülüyor ki Türkiye’de ilk Türkçü fikirleri ortaya atan kişiler, özellikle Rusya’dan gelen dış Türklerdi. Bu fikirleri ise özellikle Balkanlardan gelen aydınlar sahiplenmişlerdi. Başlangıçta daha Osmanlı olarak ortaya çıkan ve bir dönem din birliğini de savunan İttihat ve Terakki ise sonunda Türkçü bir yapılanmaya girmiş ve özellikle Anadolu’nun Türleştirilmesinde en büyük rolü üstlenmişti. O günlerde de Anadolu’da henüz yazılı bir basın yoktu ve Anadolu’da bu fikirlere sahip çocuklar, İstanbul’daki eğitimleri sonucunda oluşmaya başlıyordu. Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimler sayılabilir. Ya da Ömer Seyfettin gibi Balkan kökenliydiler. Şemseddin Sami ya da Necip Asım gibi figürleri de bu grupların içine koyabiliriz. Osmanlı döneminde ve daha sonra Anadolu’yu etkileyen en büyük hareket aslında hilafete olan bağlılık ve İslam birliği olarak düşünülebilir. İşte bu durumda 1. Dünya savaşına girip mağlup olan ve sonrasında Anadolu merkez olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, baktığınızda bu hareketlerden etkilenmiş kadrolardı. Bunların önünde kuracakları Ulus devlet için en büyük tez Türkçülük olacaktı. Bu söylediğim iddiaya Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ adlı romanından bir örnek verebilirim.
Yaban romanının kahramanı Ahmet Celal eski bir subaydır ve savaşta sağ kolunu kaybetmiştir. Bu yüzden kurtuluş savaşına katılamaz ve bir köy de öğretmenlik yapmaya başlar. Sırf öğretmen olması bile köylünün kendisinden nefret etmesi için yeterlidir. Bu romanda Ahmet Celal’in, Bekir Çavuş ile girdiği diyalog tam da biraz önce söylediğim tezi doğrular niteliktedir.
“Söze Bekir Çavuş başlar.
“Biliyorum beyim sen de onlardansın emme…”
“Onlar kim?”
“Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…”
“İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?”
“Biz Türk değiliz ki beyim.”
“Ya nesiniz?”
“Biz İslamız Elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.” [7]Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, s.131.
1931’de kurulan Serbest Fırka örneği de göstermiştir ki, halk ilk fırsatta hilafet bayrağını sallamıştır.
Peki bu halk nasıl olmuştur da bu kadar Milliyetçi duyguların etkisi altında kalmıştır. Bu söylediğim şeyle yazının başında iddia ettiklerim arasında bir tutarsızlık yok mudur?
Türkiye Cumhuriyeti ilk kuruluşu, Türklerin tarihsel olarak Ruslarla olan düşmanlığı ve tabi olarak bunun uzantısında Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği’nin karşılıklı olarak birbirlerine güvenememeleri, bunun sonucunda özellikle Türkiye’nin Sovyet Rusya tarafından işgal edileceği korkusu; neticesinde Nato üyeliği ve bu gücün ileri karakolu olarak görev yapmasından dolayı her türlü Sosyalist fikrin devlet tarafından şeytanlaştırılmasından dolayı halkın Sosyalist ve Komünistleri ahlak yoksunu olarak nitelendirmesine kadar giden bir süreçten bahsedebiliriz ama bundan daha etkili olan Türkiye’nin kendi Milli Eğitim politikası sonucu halkın bilinçaltına yerleştirilen Türkçü, Milliyetçi duygulara bakmamız bile yeterli olacaktır.
Yeni kurulan genç Cumhuriyet özellikle Eğitim politikası üzerinde ideolojik bir değişiklik yaparak, eğitimi millilik sınırları içinde değerlendirmeye başlamıştır. Bunun en başat hali de Tarih yazımında uygulanmıştır. Yeni Cumhuriyet, yeni bir tarih anlatımıyla halkın karşısına çıkmak zorundaydı ve bu tarih yazımı ve anlatımı hangi görüşten hükümet gelirse gelsin, kesintisiz olarak uygulanmaktadır. Bu tarih yazımının formatı değişmektedir fakat amacı her zaman aynı olmuştur.
Genç Cumhuriyet öncelikle toprak bütünlüğünü korumaya ve sağlamlaştırmaya çalışacaktır. Ellerinde üç kıtaya yayılan imparatorluktan sadece Anadolu toprakları kalmıştır. Bu kalan topraklar artık ‘Türklerin Ebedi Vatanı’ olacaktır. Buna mecbur bir topluluk vardır. O yüzden bu vatan ile ilgili her türlü tasarruf Türk milletine aittir ve bu toprakların dokunulmazlığı vardır. Cumhuriyeti kuran güçler bu topraklara artık Anadolu yerine Türkiye diyeceklerdir. Öncelikle Anadolu’da Türk kökenler bulmak gerekiyordu. Kısacası Ermeniler ve Rumlardan bu topraklar üzerinde hak iddialarını ellerinden alacak kökenler bulmak zorundaydılar.
“Kemalist rejim yerleşirken, uygarlıkları MÖ 2000’lerde gelişen Hititliler hakkında giderek daha çok şey öğrenilmeye başlandı ama dilleri henüz daha sorun yaratıyordu. Hiyeroglif denilen Hititçe, çözümleme çabalarına direniyor ve dönemin bilginleri bilinen dillerle bir bağlantı kuramıyorlardı. Milliyetçi tarihçiler, bilgideki bu boşluktan girecekler ve Hititlerin, ardarda göçlerle Orta Asya’dan gelmiş eski Türkler olduklarını ileri sürmenin çekiciliğine dayanamayacaklardır. Hitit hiyeroglifinin kısa bir süre sonra Hint-Avrupa ailesinden bir dil olarak tanımlanması onlar için çok önemli değildir, çünkü 1936’da ‘Güneş Dil Teorisi’, tüm dillerin Türkçe kökenli olduklarını kanıtladığını iddia edeceklerdir. Hititlerin keşfi Kemalist tarih yazımı için bir nimettir, çünkü ikinci bir yeni geçmiş (bu kez Anadolulu) oluşturulmasına imkan vermektedir. Bu nedenle Hitit çağı, tarih yazımı açısından, Anadolu’nun siyasi birliğinin sağlandığı kutsal bir dönemi temsil etmektedir.” [8]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.50-51.
1920’ler ve 30’lar da iki türlü endişe söz konusuydu ve Türk tarihçiliği bu konularda çalışmaya yoğunlaşmışlardı. Birincisi Türklerin Asyalı köklerini bulmak ve övmek ikincisi ise Türklere Anadolu’da bir köken bulmak. Yani Hititleri Türk olarak sunmak yetmiyordu, Hititlere Türk kökenlerde bulmak gerekiyordu. Böylece Türk kimliği iki coğrafya arasında oluşturulacaktı. Orta Asya ve Anadolu coğrafyası. Zamanın tarihçileri bütün dünya dillerinin Türkçeden türediğini kanıtlamak için antropoloji ve dilbilimsel kanıtlara başvurmaya başladılar. Bununla beraber Avrupalı Antropologlar Türkiye’de önemli etkiler yaptılar.
“1. Türk Tarih Kongresindeki (1932) konuşmalarda kaynak olarak gösterilen Deniker, Quatrefages de Breaud, Topinard ve Villenisy’nin adları sayılabilir. Ama tarih tezlerinin olgunlaşma çağı, 1920’lerde bir dizi önemli çalışma yapan yeni bir bilim adamları kuşağına denk düşmektedir. Bunların içinde, ‘İnsanlığın Evrimi’ dizisinden çıkan Les races et l’histire’ın (Irklar ve Tarih) İsviçreli yazarı Eugene Pittard, Kemalistlerin gözdesi olmuştur. Rektörü olduğu Cenevre Üniversitesindeki dersleri kalabalık bir kitle tarafından izlenirdi. Antropolojinin de diğer bilim dalları gibi öğretilmesinin mücadelesini veriyordu. Görüşleri dönemin havasını iyi yansıtmaktadır.
‘İnsan makinesinin-türlere göre ayrılmaktadır-daha iyi bilinmesi, endüstriyel çalışmaya, okul yaşamına, mesleki yönelime nasıl daha iyi uyum sağlanabileceğinin öngörülmesine olanak tanır… Antropoloji bugün yaşanan kargaşaya, bir düzen verebilir… Geleceğin siyasetinin antropolojiye dayanması gerekecektir.’
Les races et l’histoire’da, ‘Eugenism’e göre belirlenmiş yeni bir bilim yaratma gerekliliği üzerinde birçok kez durur.
‘İçinde yaşadığımız toplumsal kargaşada, Avrupa ırklarının gelecekleri açısından son derece önemli sorunlar bilimsel müdahalelerimizi beklemektedir… Antropolojik temellerden yoksun bir Eugenism el yordamıyla ilerlemek zorunda kalacaktır.’
O sıralarda bu tür sözler, en saygın bilim adamları tarafından bile, yaygın biçimde kullanılmaktadır. Pittard’ın kendisinin de uyarılarına karşın, bu tür yazılardan tek tek cümleleri, paragrafları alıp ırkçı kuramlara dayanak olarak kullanmak kolaydır. Ama Atatürk’ün çevresindekilerin önemli bir bölümünün Pittard’ın yazılarına ilgi duymalarının bir nedeni de Türk dünyasını iyi tanımasıdır. 1931’de Türklerin Avrupa’daki kötü imajını düzeltmeyi amaçlayan bir Türkiye gezisi kitabı yayınlamıştır. 1935’te Atatürk’ün manevi kızı Ayşe Afet İnan’la (ya da Afet İnan) ilişkiye geçer, sonra hızla büyük bir saygınlık elde eder ve 2. Türk Tarih Kongresi’nin (İstanbul, 1937) onur başkanı olur. Afet İnan antropoloji dalındaki doktora tezini 1939’da Cenevre’de onun yönetimi altında hazırlar. Pittard, Türk göç dalgalarının Avrasya’yı işgal ettiklerini ve tüm neolitik uygarlıkları ilerlettiklerini kanıtlamak isteyenlere yeni araştırma perspektifleri açmaktadır.
‘Neolitik Çağ henüz başlamadan çok önemli bir etnik olgu gerçekleşir… Brakisefal bir halkın ortaya çıkışı… Yontma taş çağında Avrupa’da bilinmeyen bu yeni insan, komşu bir kıtadan mı gelmiştir? Büyük Brakisefal kitlesi ve coğrafi yakınlığı nedeniyle hemen Asya gelmektedir.’
Brakisefal halkların göçü: Tarih reformunun özü bu sözlerde gizlidir. Zaten Pittard, Revue Turque d’Antropologie’de araştırmaların bu yönde ilerlemesi dileğini belirtmektedir.
‘Etrüsklerin kökeni de bilinmemektedir. Keyfi bir biçimde Lidyalı oldukları açıklanmaktadır… Antropoloji konusunda belgeler henüz eksiktir. Bugün eski Lidya topraklarında yaşayan halkların ayrıntılı bir incelemesine girişilmelidir. Bugünkü Etruria ile yakınlıklar bulunabilir… Ön Asya’daki Antropolojik unsurların toplu incelemesi giderek bir zorunluluk haline gelmektedir. Bunu geniş bir ölçekte başlatabilmek gerekir.
Gelecekte Küçük Asya’da yapılacak araştırmalar belki de farklı oranlarda birbirine karışmış iki ırkın varlığını gösterecektir… Bunu gerçekleştirmenin koşulu, araştırmaların çok geniş bir ölçekte yürütülmesidir. Gelişmekte olan Yeni Türkiye’nin etnik unsurlarının çözümlenmesine ilgi duyacağını umut etmeliyiz.’
Pittard sadece bir perspektif açıyor, belli bir sonuç çıkarmıyordu; ama belki de sözleri Türk Milliyetçiliği tarafından bu Brakisefal grupların Türklüğünü kanıtlama yönünde bir teşvik olarak algılanmıştı. İlk aşama Ankara’da, Edebiyat Fakültesi çerçevesinde, lisans ve doktora eğitimi yapan bağımsız bir Antropoloji Kürsüsü kurulması oldu (1933). Sonra Kemalist iktidar, Pittard’ın 1924 yılından beri istediği büyük ölçekli anketin gerçekleştirilmesine izin verdi. 1937’de 40 bin Türk üzerinde Afet İnan yönetiminde antropolojik ölçümler (türünün tek örneği) yapıldı. Veriler Afet İnan tarafından tezinde kullanıldı. Bu tür yaklaşımların, aşırılıkları nedeniyle, ciddi bilimsel çalışmalara varamayacağı açıktı. Ama basitleştirerek halka yayılma alanında sonraki kuşaklarda etkileri büyük oldu ve dönemin dergileri zihinlere işledi.” [9]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.52-53-54.
26 Mart 1930 yılında Türk Ocakları altıncı kurultayı yapılmıştı ve burada açılış konuşmasını Afet İnan yapmıştı. İşte bu kurultay Türk Tarih tezinin ortaya atılmasında başlangıç rolünü oynayacaktı. Afet İnan buradaki açılış konuşmasında Akalarla, Hititlileri birbirleriyle konfederasyon kuran iki güç olarak göstermiş bugünkü Türklerin ortaya çıkışında hem Orta Asya köklerini, hem de Anadolu köklerini bu iki grubun birleşimiyle olduğu tezini ortaya atmıştı. O kurultayda Sadri Maksudi Arsal ve Reşit Galip’de konuşmuştu. Üçü de Türklere Anadolu ve Asya kökenleri bulmaya çalışmışlardı. Bu tezlerini ise batılı yazarlar üzerinden temellendiriyorlardı. Bunun iki sebebi vardı, birincisi ve önemlisi bir teze batılı bir yerden referans vermek oldukça önemliydi. İkincisi de zaten Türkiye’de bu tür çalışmalar azdı, haliyle batılı referanslara baş vuruyorlardı. Sadri Maksudi buradaki konuşmasında Necip Asım’dan alınan çok önemli bir söz söyler, artık bu söz Türk Milli Eğitimi tarih yazımında anahtar bir sözcük olacaktır. 1948’den günümüze kadar Tarih kitaplarında bu sözcüğe hep rastlamaktayız.
Türk ırkı, beşeriyet tarihine en çok tesir etmiş, medeniyetin ilerlemesine hizmet etmiş bir ırktır. *
“26 Mart 1930, tarihsel araştırmanın hızla devletleştirilmesine tanık olacaktır. Konuşmacıların hepsi bu parlak tarihi tanıtmak gerektiği sonucuna varırlar. Türk Ocakları Türk Tarih Tetkik Heyeti’nin kurulması derhal karara bağlanır; 4 Haziran 1930’da toplanan bu heyetin bileşimi, Atatürk’e bağımlılığı konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Heyet Başkanı, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik (Bıyıklıoğlu)’dur. Yusuf Akçura Başkan Yardımcısıdır. Genel Sekreter olan Reşit Galip, Türk Ocakları’nın halkçı eğilimini temsil etmektedir. Üyeler arasında Maarif Vekili Vasıf Çınar ve Sadri Maksudi Arsal’da bulunmaktadır. Bu ekip içinde Tatar unsurunun ağırlığı, Tarih yazımı geliştirilmesi sürecini baştan sona belirleyecektir. Maarif Vekilinin de heyette yer alması, Afet İnan’ın 26 Mart’ta yaptığı konuşmada altını çizdiği gibi, bilginin aktarılmasına verilen önemi göstermektedir.” [10]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.59.
1931 yılında Türk Ocakları kapatıldı, tabi bu kurum kapatılınca daha önce Türk Ocaklarına bağlı olarak görev yapan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti olarak isim değiştirildi. Türk Ocakları yerine Halkevleri gelmişti ve Atatürk kendisinden önce kurulan İttihat Terakki’nin bu kuruluşundan da kurtulmuştu. Bu TTTC ilk olarak okul kitapları yazımı işine girdi. Bu kitaplar direk Türk tarihinin genel hatları etrafında ondan etkilenerek bir ekip tarafından hazırlanmıştı. Bu kitaplar 1931 sonbaharında yeni eğitim yılında kullanılmaya başlanır. Önce ortaokullar, sonra da ilkokullar için birer dizi basılır ve tarih tezlerinin yayılması çabuklaştırılır.
“Tüm dizilerde tarih haritalarının ilki, Neolitik çağda yapıldığı varsayılan göçleri göstermekte ve bu amaçla, konik izdüşümü konuya çok uygun bir Avrasya haritası kullanılmaktadır. Avrupa periferiye atılmış, kıta kütlesi altında ezilmiştir. Afrika neredeyse görüş alanı dışında kalmıştır, harita aracılığıyla verilen görüntünün köşegenleri Altay yakınlarında kesişmektedir. Merkezin iki yanında Aral denizinden Moğolistan’a kadar uzanan geniş bir dörtgen anavatanın sınırlarını çizmektedir. Buradan çıkan ve göçleri gösteren oklar, kıtanın tüm uçlarına doğru, İrlanda ve Endonezya’ya kadar uzanmaktadır. Bu çok şey anlatan harita modeli, ders kitapları ile birlikte, 1940’ların sonuna kadar kullanılmış; sonra uzunca bir süre yok olmuş ve 1980’den sonra tekrar ortaya çıkarak, en azından 1993’e kadar, her düzeydeki okul kitabının başında, çoğunlukla bir logo gibi basitleştirilmiş şekilde, düzenli şekilde yer almıştır.” [11]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.63.
Bu harita birçok şeyi anlatmaktaydı, bütün medeniyetin ortaya çıkışı aslında Orta Asya’da meydana gelen bir kuraklık yüzünden göç eden Türk kavmi sayesinde doğmuştu. Bu döneme ait kitaplara göz atınca da bu iddiayı güçlendirecek bir şekilde yazılmıştı. Bu göçlerle birlikte Sümer, Elam vs. uygarlıklarının doğuşuna yol açmışlardır. Etrüskler vasıtasıyla Roma medeniyetini kurmuşlardır. Mısır’a inerek Mısır medeniyetini, Kuzey Afrika’dan İspanya kıyılarına kadar gitmişler ve buralarda doğan uygarlıklara can vermişlerdir. Aynı zamanda Ön Asya’da Ege’ye yerleşmişler, Trakya ve Makedonya civarına da geçerek buradaki uygarlıklara ön ayak olmuşlardır. Görüldüğü gibi bütün medeniyeti Türk ırkına bağlıyorlardı. Türkler dünyanın o dönem belli başlı her merkezine göç etmiş ve yerleşmişlerdi. Aşağıda bir paragraf paylaşacağım bu paragraf tek başına okunsa dahi nasıl bir ideolojik tarih yazıldığı çok iyi anlaşılacaktır.
“Türk ırkı ve Türk dili.
Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı, benliğini en çok korumuş bir ırktır. Bununla beraber gerek tarih zamanlarında gerek tarihten evvelki zamanlarda yayıldığı geniş ülkelerde ve sınırlarında yaşayan komşu ırklarla da karışmıştır. Yalnız bu karışmaların ekserisin de Türk ırkının vasıfları olduğu gibi kaldığından Türk ırkı kendi hususiyetini kaybetmemiştir… Tarihten evvelki zamanlarda ve tarih zamanlarında ayrı ayrı cemiyetler, medeniyetler, devletler kurmuş olan bu büyük ırkın çocukları başka başka yerlerde de müşterek dil ve kültürler ile birbirlerinin tesiri altında kalmışlardır.” [12]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.64.
Bu faslı burada keselim ve burada şunu söyleyelim bu paragrafta bulunan Türk ırkı deyimi sonraları Türk Milleti biçimini almış ve bu söylem günümüze kadar aşağı yukarı hiç değişmeden devam etmiştir. Yani Cumhuriyetin kuruluşundan 8 sene sonra başlayan Tarih yazımı işi biraz form değiştirerek, 87 yıldır devam etmektedir. Bu devletin formatı böyle devam ettikçe de bu şekilde kaç nesil daha bu eğitimlerle yetişecektir.
TÜRK TARİH TEZİNDEN TÜRK İSLAM SENTEZİNE
1945 yılında çok partili hayata geçilir. Bu dönemde Milliyetçi ve İslamcı dergiler çıkarılmaya başlanır. Bunlardan bazıları Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi dergilerdir. 1950 yılında CHP seçimleri kaybeder, Demokrat Parti iktidara gelir. O tarihten itibaren Türkiye’de hep Milliyetçi ve Muhafazakar partiler iş başına gelecektir (1977 yılı kısa süreli Ecevit iktidarını saymazsak). Aslında Demokrat Parti döneminde kültür politikası çok belirgin olmamıştır. Bunun en büyük sebebi, İttihat Terakki kökenli Celal Bayar ile Adnan Menderes arasındaki bakış farklılığıdır. Bütün bunlara rağmen İmam Hatip okulları yeniden açılır ve laiklik anlayışını reddeden bazı işler sonucunda muhafazakar hareketler bir anlamda teşvik edilmiş olur. 1961 yılında Aydınlar Kulübü kurulur. Bu kulübe gidip gelenler arasında Osman Turan ve İsmail Hami Danişmend gibi isimlerde vardır. Bu yıllarda ilk Türk İslam Sentezi fikirleri ortaya atılmaya başlanır. Bu fikirleri ortaya atanların Atatürk’e ve onun ortaya attığı fikirlere çok saygıları vardır fakat batıcı tarih yazımına çok karşıdırlar. Onlar İnönü ve dolayısıyla CHP tarafından Halkevleri vasıtasıyla ortaya atılan batıcı görüşün Türkiye’ye çok zaman kaybettirdiğini ve Sosyalist görüşlü elemanlar çıkardığını söylerler ve bu dönemi Türkiye’nin kayıp yılları ilan ederler. 1965 yılında Aydınlar Kulübü kapanır. 1968 yılında Ülkü Ocakları kurulur. 1970 yılında Aydınlar Ocağı kurulur. Başkanlığını Prof. İbrahim Kafesoğlu yapacaktır. Tarihçi olan Kafesoğlu’nun yazdığı tarih kitapları 1. ve 2. Milliyetçi Cephe hükümetleri zamanında okutulacaktır. Türk İslam Sentezinin okul kitaplarına girmesi 70’li yılların ortalarından sonra olacaktır. Bu dönemde Aydınlar Ocağı ile yakın temasta olan İlim Yayma Cemiyeti bir süre sonra bir vakfa dönüşür ve daha çok muhafazakar bir kadro burada oluşur. Yani Aydınlar Ocağı ve İlim Yayma Vakfı, milliyetçi ve muhafazakar kadrolarıyla birlikte devletin laik yapısına karşı ve özellikle 1930 sonu ve kırklı yıllarda uygulanan eğitim politikasını eleştirmeye devam ederler. Bu öyle eleştiridir ki bugün dahi politikacılar o günlere gönderme yaparak hala bundan puanlar kazanmaktadırlar. Kafesoğlu’nun öğrencisi olan 1990’da Aydınlar Ocağı Yürütme Kurulu üyesi Abdülkadir Donuk’un sözlerinde bu öfkeyi yıllar sonra hala görebilmekteyiz.
“Hümanizm Batının Türkiye üzerinde oynadığı bir oyundur. Hümanistler Milli kültürümüzü yıkmak isteyenlerdir. Komünizm Türklüğü yok edemedi, korkarım Hümanizm Türk insanına daha fazla zarar verecektir… Hümanistler ecdadımızı ve kültürümüzü eski Roma ve Yunanlılara bağlamaya çalışanlardır… Bize kendi tarihimizi okutmuyorlar. Batılıların tarihini okutturuyorlar. Türk genci Roma ve Yunan medeniyetini öğrenerek yetişiyor.” [13]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.86.
Aydınlar Ocağı Türk kültürünün Batılaşmasının milli eğitim, radyo-televizyon ve Türk Dil Kurumu tarafından gerçekleştirildiğini ve bu kurumların devlet tarafından daha sıkı denetlenmesini isterler. 12 Eylül darbesinden Aydınlar Ocağı hiçbir zarar görmemiş aksine bir yandan Kemalizm’i daha da güçlendirirken bir yandan da Muhafazakarlığı ABD’nin yeşil kuşak projesi istikametinde hareket eden iktidar tarafından çalışmaları onaylanmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı 1983’te devletin kültür politikası üzerindeki denetimini arttırmak ve sürekli kılmak için bir milli kültür raporu önerecekti, 1982 Anayasası ile birlikte kurulan Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu ise 1986’da buna yakın bir politikayı kabul edecekti. Bu dönemin basını tarafından Aydınlar Ocağının fikirlerinin kabulü olarak değerlendirilecekti. Evet Türk İslam Sentezinin aktif savunucuları hapisteydi ama fikirleri yavaş yavaş iktidara taşınıyordu. 1984 yılından itibaren devletin bütün kurumlarında Türk İslam sentezi fikri vücut bulmaya başlayacaktı. Tam burada yeri gelmişken fikirsel alt yapısını Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan’dan alan İbrahim Kafesoğlu’ndan bir paragraf paylaşalım ve fikirlerinin dönemin iktidarı tarafından niye baş tacı yapıldığını bir kez daha anlamaya çalışalım.
“Eski Türklerde, insandaki adalet hissini çiğneyen her türlü sosyalist eğilimden uzak, çok kuvvetli bir sosyal adalet duygusunun mevcudiyetini gösteren bu durum, eski Türk topluluklarında oldukça gelişmiş bir demokrasi hayatının da varlığını ortaya koyar. Bu Türk demokrasi anlayışı, Eflatun Aristotoles’in yazılarında açıkça görüldüğü üzere, köleliği tabii bir sosyal yapı olarak kabul eden eski Yunan demokrasisinden herhalde çok ileri idi. Hele Hükümdar teba münasebetleri bakımından, yazılı kanunlara bile itibar etmeyen Roma İmparatorluğunu çok gerilerde bırakıyordu. Bu hak anlayışıdır ki, Türkleri eski dünyanın efendisi haline getirmişti.” [14]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.97.
Görüldüğü üzere Türk tarih tezinde ifade edilen bütün medeniyetlerin Türklerden doğduğu fikri değişmiş ama bu seferde bütün medeniyetlerin üzerinde bir medeniyetin varlığı ve dünyanın efendiliğine soyunulmuştu. Bu nedenle Türklerin ve Türk vatanının iç ve dış düşmanları vardı. Şanlı Türk tarihi vatanını koruyan örneklerle doluydu ve ancak birlik ve beraberlikle bu düşmanların hakkından gelinebilirdi. İşte bu şekilde devamlı olarak bir gerginlik politikası üretiliyor ve bu politika bütün nesillere tarih kitapları vasıtasıyla aktarılmaya devam ediliyordu.
1986-1992 yıları arasında bir tarih kitabı giriş metninden bölümler.
“16- Yurdumuzun Düşmanları: Türkiye pek çok düşmanın göz diktiği cennet gibi bir ülkedir. Türkiye’nin iki kıtanın birleştiği çok önemli bir yerde bulunması, göz dikenlerin sayısını arttırmaktadır. Sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlikleri, iklimi, tarihi zenginlikleri birçoklarının kıskançlığını çekmektedir. Üstelik tarihi kendilerine göre yorumlayarak, yurdumuzdan toprak isteyen bir sürü düşmanımız da vardır.
Düşmanlarımızı iyi tanımak zorundayız. Bugünkü anayurdumuza nasıl ve hangi güçlükler içinde geldik? Ne gibi fedakarlıklar ve zorluklar çekerek burasının yurt edindik? Bu vatan için, bin yıla yakın bir süre, hangi düşmanlarla ne gibi şartlarla savaştık? Atalarımızın akıttıkları kan, gösterdikleri kahramanlıklar nelerdir? Uğradığımız ihanetler, gördüğümüz dostluklar nedir? Bu soruların sayısı daha da çoğaltılabilir. Yukarıdaki soruların cevabını tarihimizi iyice öğrenirsek verebiliriz. Ancak o zaman ne şekilde hareket edeceğimizi bilebiliriz.
17- Türk tarihi şanlı ve büyüktür: Türkler Orta Asya’da iken de büyük ve medeni devlet kurmuşlardı. Daha sonra Orta Doğu, Afrika ve Avrupa’da birçok Türk devleti kurulmuştur. 375 yılında başlayan kavimler göçü ile 1683 Viyana Kuşatması arasındaki süreye tarihçiler ‘Türk Çağı’ adını verirler. Bu süre içinde Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika’nın siyasi ve medeni hayatına Türkler hakim olmuşlardır. Hepsinde de adaletli ve insani bir yönetim görülür. Her biri, bulunduğu bölgenin kalkınmasını sağlarken, medeniyetin ilerlemesine sayısız hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunları öğrene bir Türk tarihiyle gurur duyar. Atalarının başarıları kendilerine örnek olur. Bu konuyu Atatürk’ün şu sözleri çok güzel açıklar. ‘Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuşlardır. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve Cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk Çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.’” [15]Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.149.
Bu bölümler, ‘Bugünkü vatanımızın Değeri’ ve ‘Birlik ve Beraberliğin Önemi’ başlıklarıyla devam ediyor. O bölümlerde de yine hamasi sözlerle Türk insanına büyük övgüler düzülüyor ve gerçek bir tarih anlatıcılığı yapılmıyor.
Yani hemen hemen bütün nesillerimiz bu torna tarafından öğütülüyor ve Türkiye’de tek tip insan üretimi yapılmaya çalışılıyor.
SONUÇ
Bugün Türkiye’de görülen mevcut durumda Barış Ünlü’nün söylediği gibi bir algı var. Yani makbul vatandaş olabilmek için Türk, Müslüman ve Sünni olmak yeterli gibi görülüyor ve bu statüko devlet ve halk tarafından aynen kabul ediliyor. Fakat hiç unutmamak lazım ki bu anlaşmada etken taraf devlet, edilgen taraf halktır. Yani bu tek taraflı bir sözleşmedir ve adı olsa olsa ‘ZORAKİ TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ’ olur. Her an devlet yeni bir konsepte girebilir ve halk onu da kabul edebilir. Bunu hep birlikte 2013 yılında ilan edilen Barış Süreci’nde gördük, o güne kadar Abdullah Öcalan’a bebek katili, bölücü, İmralı canisi diyenler, bir anda ağız değiştirip onun ne kadar ferasetli bir adam olduğunu ve çözüm için ne kadar çabaladığını söyleyiverdiler ve bu halk %65-70 oranında o çözüme destek verdi ve bu sözleri hiç kınamadan okudular. Devlet 40 senedir bebek katili dediği bir kişiyi makbul insan ilan etmiş öyle çok şiddetli bir muhalefetle de karşılaşmamıştı.
Bu aslında yüzyıllardır Anadolu Selçuklu’dan başlayarak, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden Türkün ehlileştirilmesi çalışmalarının son halidir. Evet bu milletin yarısı devletin istediği bir hizada duruyor ama unutmamak lazım ki yarısı da hala bu politikalara kendi bildikleri biçimlerde direniyor.
Bütün bir metinde 18. Yüzyıl sonlarından günümüze kadar gelişen süreci anlatmaya çalıştım ve burada çok açık görüldü ki, Türkiye’de tıpkı Sosyalizm ve İslamcılık gibi modern siyaset biçimlerinde olduğu gibi Türkçülük ve Milliyetçiliğin gelişmesinin iki ayağı vardı. Birincisi Dış Türkler, ikincisi Balkanlar ve İstanbul; Anadolu bu işin sergilendiği bir oyun alanı oldu. Yani toplum ve devlet arasında karşılıklı bir sözleşme olmadı. Olsa olsa devletin tek taraflı olarak halka imzalatmaya çalıştığı ve yarısına ancak imzalatabildiği tek taraflı bir sözleşme mevcuttur.
Aslında işin en önemli tarafı bugün %50 civarında olan muhalif kitleyi ve ister istemez iktidarın siyasetini tam olarak benimsememesine rağmen oy veren büyük bir kitleyi, özellikle Sosyal adaleti ayakta tutan Etno Türk bir siyaset etrafında birleştirebilmenin yollarını aramak lazım geldiğidir. Bir müddet önce arkadaşımız İlker Cörüt tarafından ortaya atılan bu siyaset biçimini çok önemsiyorum çünkü sonuç itibarı ile genetik kodlarında bu kadar uyum olmayan bir halkı bu kadar haksız uygulamalar karşısında susan ve milliyetçiliği sadece simgelerle yaşayan bir siyaset anlayışından koparıp almak zorundayız. Ülkenin değişebilmesi için maalesef başka şansımız görünmemektedir. Devlet hiçbirimiz için kutsal değildir. Devletler adaletli yönetim gösterip vatandaşın sosyo-ekonomik zenginliğini sağlarsa ve çoğulcu demokrasiyi bize getirirse makbuldür. Yoksa onu düzeltmek bizim vazifemizdir. Şahsen halkın kutsal kabul ettiği hiçbir simgeyle derdim yok ve o simgeler benim de kişiliğimi belirleyen işaretlerden fakat insanın doğuştan çok iyi olması veya kötü olması diye bir şeye inanmak, Allah’ın insanlar arasında ayırım yaptığını savunmaktır ki, bunu yaparsanız ancak Allah’ın lanetini hak edersiniz. Tıpkı kadim zaman Yahudileri gibi, insan ancak iyi amellerle, doğru işlerle iyi insan olur ve iyi toplum veya topluluklar ortaya çıkarır.
Dipnotlar
↑1 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.66. |
---|---|
↑2 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.67. |
↑3 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.67-68. |
↑4 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.28-29-30. |
↑5 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.32-33. |
↑6 | David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, 1876-1908, s.34-35-36. |
↑7 | Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, s.131. |
↑8 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.50-51. |
↑9 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.52-53-54. |
↑10 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.59. |
↑11 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.63. |
↑12 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.64. |
↑13 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.86. |
↑14 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.97. |
↑15 | Ettienne Copeaux, Türk tarih tezinden Türk İslam Sentezine, s.149. |