Yüksek ihtimal: Roman olmayanların romanlara zalimliği
Bugün Edirne’de bir spor salonunda “Roman çalıştayı” yapılmış. Devlet erkanı, konuşmalar, vaatler, vs. Kanal D haber bülteninin sonunda kendine yer bulmuş bu hadise. Haberin dilindeki falsoları saysak bitmez. Ama güzel olan tarafı, muhabirin salondaki Romanlarla birebir küçük konuşmalar yapmış ve bunların bir kısmına çok kısa kısa da olsa haberde yer verilmiş olmasıydı. Sözlerini duyabildiğimiz Romanlar, yoğun ezilme tecrübesinin verdiği hayat bilgisini kuşanarak ortak insanlık vicdanına, o güzel ihtimale seslenirler.
Orta yaşlı bir kadın şöyle anlatır:
“Hani bir yere gidersek, hiç haysiyetimiz yok, çık geri diyorlar, atılıyoruz yani.”
Bir adam:
“Sen çocuğuna küçükken dersen ‘üstün başın kirlenmiş çingene gibi olmuşsun’, veyahutta ‘kaç içeri seni çingeneler çalacak’ dersen o çocuk da o psikolojide büyür.”
Bir yaşlı amca, haykırarak, ağlamaklı:
“İnsan gibi yaşamak istiyorsak ya bize toprak ya bize fabrika yapsınlar, insan gibi! bize kömür odun vermesinler babam! hadi evladım.”
Genç bir kız, sevdiği ile evlenememekten dert yanarak:
“İlla birisi karşı çıkıyor, hani, istemiyolar. Dışlanmaktan oluyor bunlar.”
Bir diğer genç kız, aynı konuda:
“Bir çocuk seni seviyor, sen de onu seviyorsun, ama aileleri karşı. Diyorlar ki işte ‘o roman’ ”
Ursula LeGuin’in uzun yıllar önce okuduğum, muhtemelen doğru hatırlayamadığım bir hikayesi vardı. Hikaye ütopik ölçüde mükemmel bir toplumda geçiyordu. Her şey olağanüstü güzel. İnsanlar insan, ahlaklı, adil ve eşdeğerde. Fakat sonra sonra fark ederiz ki “ufak” bir sorun var. Hikaye bu ya, bu ütopyanın sürebilmesi için bir genç kızın hapiste tutulması ve ona her gün o toplumun farklı bir kişisi tarafından sırayla işkence edilmesi gerekir. Bu meşum sıra, hikayemizin kahramanı olan “sıradan” bir kıza geldiğinde, kız bunu reddeder, şehri terk eder ve tüm düzen çöker. “Tek” bir insan için koca bir toplumun düzeni, refahı, mutluluğu alt üst edilmiş olur.
Bizim refahımız ise çok daha büyük bedeller üzerine kurulu. Fakat biz yine de yola devam ediyoruz. Bırakalım tek bir insan evladını, koca koca milletler, mesela romanlar ve kürtler, her daim sembolik, çoğu zaman da iktisadi baskımız altında. Daha farklı türden bir grup olarak, işçiler mesela… Hangi milletten olurlarsa olsun, isterse türk olsun, işçi oldu muydu, işverenlerinin, idarecilerin, orta sınıfların kibirli gözlerinin baskısı, hor görüsü, çoğu zaman sömürüsü altındalar… Peki ya kadınlar mesela? Tamam, zengin olanları çoğunlukla başka bir konuma sıçrasalar da, geri kalanlar hemen her zaman erkekler tarafından bir tür ikinci sınıf insan muamelesi görüyor ve bunun farklı sonuçlarına katlanıyor değiller mi?
Babaannem yıllar evvel genç yaşında rahmetli oldu. Dedem çok geçmeden ikinci eş arayışına girdi. Tüm çocukları biraz ayak direyince o da “iş başa düştü” diyerek, artık nasıl bulduysa, gitti Siirt’te kendisinden çok genç bir ikinci eşle evlenip köye geri döndü. Baba tarafım tatar, evinden kilometrelerce uzağa gelen “cici annem” ise kürt. Cici annemiz az çekmedi. Neyse ki çok geçmeden bir erkek çocuğu oldu da biraz rahat etti. Ailenin diğer fertleri, bu sonradan gelen yarı-kürt kardeşi hiç bir zaman tam olarak benimsemedi. Ana oğul her zaman biraz ötelendiler ki, dedem eşini ve oğlunu alıp başka bir şehre taşındı. Evladını orada büyüttü, orada rahmetli oldu.
Geçtiğimiz bayramda bu küçük amcamı ziyarete gittim kısa süreliğine de olsa. Havadan sudan bayram sohbetleri. Nereden açıldıysa, konu kaldıkları muhitten fazla uzak olmayan roman mahallesinin sakinlerine geldi. Cici annem garipseyici ve alaya alıcı bir üslupla romanların kendisine garip gelen davranışlarından örnekler verdi. Muhtemelen zorla yerleştirilmiş oldukları apartmanların balkonlarında ve bahçelerinde çamaşırlarını ateş yakıp su ısıtarak elde yıkadıklarını, habire balık kızartıp her tarafı kokuttuklarını anlattı. Cici anne nispeten yumuşak bir üslupla anlatırken, küçük amca faşizan bir erkek üslubuyla “pislikler” diyerek çıtayı mide bulandırıcı bir seviyeye yükseltti. Kürtlüğünden az ya da çok, ama illaki çekmiş; muhtemelen halen de çevresindeki türklerin kürtler hakkında ileri geri konuşmasını sineye çekmek durumunda kalan bir insan, gözümün önünde hırsını romanlardan aldı. Sustum. Bir şey diyemedim. Susmak için kendime mazeretler ürettim. İnsan bazen çok acizleşiyor. Kendinden utanıyor, tiksiniyor ama hareket etmiyor. Neyse ki suskunluğum üzerine konu hemen değişti de acizliğim, önümde duran aşılması gereken bir engelden, geçmişte kalmış bir utanca evrildi.
Geçenlerde büromuzda sohbet ettiğimiz Ali Topuz’un o akşam dediği gibi romanlar, “bu toplumun tüm bileşenlerinin uğruna en az üzüleceği, en az umursadığı kesimdir.” Topuz’un işaret ettiği gibi, kentsel dönüşüm denen şeyin ilk kez bir roman mahallesinden, Sulukule’den başlatılması da muhtemelen bu yüzdendir.
Romanları “umursayın”. Çünkü emin olun ki yaradanın gözünde onlardan daha kıymetli değilsiniz.
Şu site işinizi kolaylaştıracaktır.
http://www.cingeneyiz.org/
Bahsi geçen kanal d haberin ilgili bölümü için:
http://www.kanald.com.tr/anahaberbulteni/Video/30102013-Kanal-D-Ana-Haber-Bulteni/20816/4
06:45 – 10:33 arası.
epik yazı. eline sağlık.
sadece ufak ve sıkıcı olabilecek bir not. mesele “romanlık” meselesi değil, çingenelik meselesi aslında. abdallar, poşalar, adanadaki conolar da dahil bu sıraya. cingeneyiz.org sitesi de aslında bunu anlatmaya çalışıyor. “romanlar” sadece işin görünen kısmı.
dediğim gibi, gündelik hayatımızda çok önemsemeyeceğimiz bir detay olabilir tabi bu. fakat kuramsal boyutu da var işin.