Yorgun Müslümanlar
“Çeşme var, kurnası murdar
yazgım
kendi avcumda seyretmek kırgın aksimi.”
Münacaat, İsmet Özel
Meselenin esası daha arkaik ama İslam’ın gençler için yorucu olmayan ve çekici bir olgu olarak önemli görülmesi meselesine dair sözümona İslamcı camianın duyarsızlığını göstermesi bakımından yaşadığım bir olayı anlatarak başlamak istiyorum: Üç yıl kadar önce Fatih’te İslamcı mahallenin sık takıldığı bir çay ocağında, bir grubun etkili tiplerine denk gelmiştim. Malatya’dan bir etkinlik için İstanbul’daki vakıf merkezine gelmiş ve eş dostla hasbihal etmek istemişlerdi. Lise yıllarımdan beri tanıdığım bu kişiler bulundukları şehirde etkili hale gelmişler ve AKP işbirliğiyle birlikte belediyeden sağlam kazançlar elde ediyorlardı. O dönemde İslamcıların, AKP’ye eklemlenmelerinde fevkalade rahatsız olan biri olarak eleştirilerimi defaten dile getirmiştim, haberdarlardı az çok. Bu sefer de belki ikna eder ve kafalarda bir soru işareti uyandırabilirim düşüncesiyle bu etkili abilere, o dönemde gençlerdeki tutumlara dair bir tespitimi aktarmıştım. Hali hazırda aşağıdan gelen gençlerin İslam’ın iki yüzünü gördüklerini, birincisinin IŞİD gibi kafa kesen bir şiddet örgütü ile meşhur olan, modern hayatla uyumsuz ve provakatif tarafı olduğunu, diğerinin ise AKP gibi hesap vermekten ve yargılanmaktan kaçan ihaleci müteahhitler kümesinden teşekkül ettiğini belirtmiştim. Meşhur olan iki yüzün de hiç de iç açıcı olmadığını anlatmaya çalışmıştım. “Eğer gençlerin İslamcılık fikrini ve yaklaşımlarını çekici bulmalarını istiyorsanız bu iki bilgiyi dikkate alarak hareket etmelisiniz” gibisinden konuşmuştum. Cevaben -fazlasıyla hiddetlenen bir tanesi-, “sen şimdi böyle rahat rahat konuşuyorsun ama sosyal medyalar takip ediliyor, dikkatli ol bak, işinden olursun” gibi komik ve zavallıca bir karşılık vermişti. AKP’yi bu kadar içselleştirdiğini tahmin edemediğim bu zat zamanında devrimci anlatıları sahiplenen, rejim değişikliğini savunan ve İslam devrimini politik vizyonuna koymuş olan bir camiada aktifti, konuştuğumuzda ise hırsız bir şebekenin mümessili haline gelmişti.
Yaşadığımız dönemde hissedilen din yorgunluğunun kodların aramak için daha eskilerden yola çıkmak gerekir lakin bu yazıda 1980’lerden sonra yaşanan hikâyemize odaklanarak bazı tespitler yapmaya çalışacağım.
1980 darbesinden sonra oluşan politik atmosferde özellikle kasabalı ama dinamik bir profil çizen taşradaki bazı MTTB(Milli Türk Talebe Birliği) kadroları, tarikat çevreleriyle ilişkisi devam ettiren ve kendisine siyasi yasak konmuş olmasına rağmen politik heyecanının kaybetmemiş olan gençlere sükûnet ve sabır telkin eden Erbakan’la bu işlerin olmayacağına kanaat getirmişlerdi. Özellikle kısmen İstanbul’da olmak üzere birçok taşra ilindeki kadrolar hem legal siyasetle bu işlerin olmayacağına inanmaya başlamış hem de dinin modern hayata seslenmeyen tarikat yorumuyla bir yere gidilemeyeceğini hissederek “yeraltına” çekilmişlerdi. İran İslam Devrimi, Afgan cihadı, Sovyet bloğunda hissedilmeye başlayan çatlaklar, darbe sonrası siyaset yasakları, Kemalizm’in tekrardan yüceltilerek normalleştirilmesi gayretleri, Kürtlere daha açık şekilde uygulanmaya başlayan baskılar ve oluşan siyasi/silahlı hareketlenmeler, 70’li yıllarda yoğun şekilde şehre akın eden genç ve üniversiteli kuşağın şehir hayatına entegrasyonunun neredeyse tamamlanması, sonrasında ise Özal’la birlikte başlayan dışa açıklık ve görece özgürlükçü ortam gibi birçok şey dinin modern hayata cevaplar türeten yorumuna ihtiyacı için itkileyici bir ortam sağlamıştı. Ayrıca Erbakan siyasetinin boğuculuğundan ve Hoca’nın bir türlü sırtını dönmediği İslam’ın tarikatçı bağnaz yorumundan sıkılan insanlar özgür bir alanda gerçek meselelerle yüzleşebilmenin heyecanıyla yaşıyordu ve belli bir düzeye kadar dindarlık resmi ideolojinin taşıyıcıları için müsaade edilmesi gereken bir olgu olarak görülüyordu. Haliyle bu dönemde İslamcılık fikri etrafında geleneğin cevapsızlığından ve siyasetsizliğinden bunalan birçok mütefekkir ve MTTB şefi kendi bulundukları mecralarda Erbakan siyasetinin dışında ve hayatı ciddiye alan bir dini yorumun ve siyasetin peşine düşmüşlerdi. Yani adı konulmamış bir yorgunluktan kurtulmak istiyorlardı.
Özellikle bazı konularda radikal çıkışları olan bu mecralar adı üstünde radikal tavırlarından dolayı sistemin de kolaylıkla üzerlerine yapıştırabildiği “Radikal İslamcı” gruplar olarak anılmaya başlandılar. Üniversite tercihlerinde Hukuk fakültelerine gitmeyi tağut rejimine hizmet etmek olduğunu düşünerek reddeden, yer yer devlet memurluklarından istifaya kadar varan tepkileri ortaya koyan, devletin imamlarının arkasında namaz kılmayıp kendi mescitlerini tesise yönelen, Cuma namazı kılmayan, kendi kestikleri etler dışında kasaptan ve pazardan et almayan, politik vizyonunun da ilham kaynaklarından olan İran İslam devrimi nedeniyle Türkiye’de olabilecek bir İslami devrime bağlayan ve bazıları için oldukça “ürkütücü” olan bir İslamcılık görünürleşir hale gelmişti.
80’lerde temayüz eden kopuş daha çok döneminin din yorgunu gençlerini hedefine almıştı ve politik dünyaya dair yarattığı dalgalanmalar bu gençlikte yarattığı mobilizasyondan kaynaklanıyordu. 80’ler ayrıca çeviri hareketleri nedeniyle ümmetçi fikrin yükselişe geçtiği ve başka ülkelerin politik atmosferinde süzülüp gelişen İslam’a dair fikirlerin tabir yerindeyse kitaplar üzerinden şırıngayla arayış halinde olan gençlere yoğun şekilde zerk edildiği bir döneme denk geliyordu. Her şeyi bilen ama pek bir şey yaşamamış gençler, öğrendikleriyle hayata ve topluma yabancılaşmaya başladılar alttan alta. Bu bağlamda hasbihal ettiğim düzinelerce İslamcı tanıdım, dedikleri özetle şuydu: “bizim üzerimize kısa süre içinde çok fazla bilgiyi boca ettiler” Konuştuğum kişilerin dine ve politikaya dair bezginliği, yoğunlaştırılmış bilgi transferinden besleniyordu. Bu gizlice gelişen ve yayılan “din yorgunluğu” kendini politik atmosfer nedeniyle pek gösteremedi 90’larda. Aynı formasyonla lisede ve üniversitelerde İslamcı kuşaklar yetişmeye devam ediyordu, yapılıp edilenin tanıdığı yabancılaşma potansiyeli bazılarınca hissedildi ancak 28 Şubat sonrası ne kadar zayıf bir İslamcılık fikri üzerinden gidildiği ortaya çıkmıştı. Din yorgunu gençler zaten politik hayata değme imkânını kaybettiğini düşündükleri bu anlatı dünyasından zihnen çoktan uzaklaşmışlardı. Haliyle sisteme pek direnemediler. Erbakan politizasyonu ve dindarlığı nedeniyle hayata dair bir cevap bulamayacağını düşünen ve din yorgunu gençlerin ortaya koydukları pratik başka bir formda din ve İslamcı politikleşme yorgunu bir kuşak yetiştirmişti.
90’lara kadar kendisini pek gösteremeyen bu alternatif siyaset biçimi esas kopuşunu ve şekillenişini 80’lerde tamamlamıştı ancak bir yorgunluktan kaçarken başka bir yorgunluğa tutularak varmıştı 90’lara ve bu yorgunluğun fark edilmesi için bir takım testlere tabi tutulması gerekiyordu öznelerinin. Hayata dair cevaplar üretemeyen ve Erbakan siyaseti üzerinden kendini gösteren geleneksel ve politik olarak pasif görüntü veren İslam’dan yorulan gençler radikal, kompozit, daha dünyaya açık, komünal, hiyerarşik olmayan, inşa edici bir anlatı ile politizasyon imkânlarını aramışlardı. Kısmen bir takım cevaplar buldular ancak bulunan cevaplar sokak pratiğinde değil maalesef büyük oranda kitaplarda yazıyordu.
Hayata dair cevaplar gerektiren ilk ciddi karşılaşmalar 90’ların başında, Uğur Mumcu’nun katledilmesi, Hizbullah-PKK kavgasındaki şiddet politikleşmesi sınaması, Kürt meselesinde mağduriyet karinesinin özellikle zihinlerde karma karışıklaşması, Madımakta katliamıyla alevlendirilen Alevi-Sünni gerilimi sonrasında üretilemeyen politik cevaplar gibi kriz anlarında kendini gösterdi. Bir arada yaşama meselesine dair İslamcı arayışlar ise Medine sözleşmesi tartışmasından öteye gidemedi. İslamcı anlatı dini değerleriyle uyumlu bir politikleşme alanı yaratamamıştı. -Sessizce varlığını devam ettiren İslamcı kadınların siyasallaşmasının görüntülerini görmek için ise 2010’lu yılları beklememiz gerekecekti. – Haliyle hızlı bir tansiyonla ilerleyen politik atmosfere cevap üretemeyen İslamcılar 28 Şubat kararları sonrasında ortaya çıkan psikolojik baskılara direnç gösteremeyip anlatıda ne kadar kartondan olduklarını göstermişlerdi.
Dini anlatının hayata dair kuşatıcılığının yetersizliği tescillendikten sonra üretilen cevap 2001’de AKP oldu. AKP din yorgunu ve devrim hayali kuran ve hayalperest radikallerle birlikte Erbakan dirayetsizliğini hissetmiş olan inatçı Erbakancıların politik hayata müdahiliyetlerine alan açmıştı. Ayrıca politik açlığını göstermeyen ama bu açlığı bastıramayan Gülenciler de bu ittifaka dâhil olarak 2000’li yıllarda bir yolculuğa çıktılar beraber. Ekserisi din yorgunu insanlardan müteşekkil bu kadroların gündelik hayata ve eko-politiğe dair ürettikleri yeni bir cevapla karşılaşmadık. Sadece liberal hegemonyanın mümessili olarak bir arada yaşama pratiğini öne sürerek, yeni para dağıtım mekanizmalarının işleticisi oldular. Ayrıca dindar kadınların sessiz ama sürekli varlığını devam ettiren politikleşmelerine de alan açan bir izleği vardı AKP’nin. Şimdi ise din yorgunu kuşakların yine din yorgunu olan ve deistleşen çocuklarını konuşur hale geldik.
AKP bir anlamda politik mobilizasyonunu günümüz formatında olmasa bile politik İslam’a dair cümle kurmaktan yorgun düşmüş olan bireylere daha uygulanabilir politik alanlar açabilmesinden sağlayabilmişti.
İslamcılık için Afgani’den beri süregelen arayışlar ve oluşan “yaralı bilinçler” zincirinin hikâyesidir diyebiliriz. Yaralıdır ve sürekli bir kompleksle malul olarak varlığını devam ettirir, hep bir cevap bulacağım iddiasındadır ancak demokrasi fikrinin yarattığı alanın üstünde bir söyleme varamamıştır. Sürekli din yorgunu nesiller ortaya çıkarmasının açıklaması biraz da bundan ibarettir.
Dinin politik alana dair bulabildiği tek meşhur ve geleneğinin anlatısıyla tutarlı cevap ise IŞİDvari bir şiddet sarmalından ibaret. Maalesef Müslümanlar olarak hayata dair esaslı problemleri(emek meselesi, kadın-erkek eşitsizliği, “mülkiyetin kutsallığı” sorunsalı, ekolojik sorunlar, çok kültürlülüğün hazmedilememesi, modern zamana uyumlu bir fıkıh söyleminin eksikliği, gelişen teknolojinin yarattığı handikaplara/olgulara dair içtihatlar vb.) kuşatabilecek, dünyaya ait güncel sorunları tartışıp çözebilecek, farklı unsurlarla eş düzey bir ilişkiyi ve hukuku gerçekleştirebilecek diyalog kapıların açacak, şehir hayatının normlarına ve gerekliliklerine adapte olabilecek söylem düzeyine erişemedik hala. Kabul edelim, ırkçı bir yönetici tarafından ateşlenen ülkeye kabul krizi anında “hepimiz Müslümanız” deme olgunluğu gösteren bir Amerikalılığın(Anglo-sakson demokrasilerinin) gerisindeyiz maalesef.
Batı toplumları ise yeni bir söz söyleme kabiliyetlerini büyük oranda kaybetmiş olsalar bile karşılaştıkları yeni durumlar ve problemler için daha çok yeni olanı entegre etme ve beraberce ahenkli bir şekilde dönüşme odaklı hareket ediyorlar. Kendi kültürlerinde yetişen gençlerin Müslüman olup IŞİD gibi bir örgüte katılmaları ya da özgürlük alanlarını geliştirmek ve entegre etmek için gayret ettikleri göçmenlerin çocuklarının IŞİD sempatizanı olmaları gibi problemlerle uğraşıyorlar. Ancak özellikle modern olanla karşılaşan Müslümanlar ise hazmetme ve kendi rengini muhafaza ederek dünyaya bir söz söyleme derdi içinde buluyor kendini, sürekli savunma pozisyonunda ve sürekli çıkmaza girildiği için tekrar tekrar inanılan tanrının hayata müdahiliyetini sorgulayan… Neticede denklem bu şekilde işlediği müddetçe gençler öyle veya böyle deistleşiyorlar. İslamcılık ise burada cevapsız kalmaktadır ve sürekli iddiasından vurulmaktadır.
Peki İslam hayata dair sulhu sağlayabilecek bir söz söyleyebilme kapasitesine sahip midir?
Birilerine göre bu soruyu sorduğunuz anda İslamcı etiketini yersiniz. Şahsen Müslümanlığı yeterli bulduğumdan ve hastalıklı bir düşünsel hikâyenin ıstıraplarına cevap verme mesuliyetinden arınmak istediğimden bu kavramı tercih etmiyorum. Çok az olmakla birlikte bazı/birçok türedi tipleri İslamcı saymayan ve bir cevap arayışı içinde olan henüz kirlenmemiş bir İslamcılık olduğunu söyleyebiliriz. Bu bahsi diğer parantezi kapatıp soruya dönelim.
Şahsen politik ve gündelik hayata dâhil olan, insanlar arasındaki meselelerin sağlıklı bir zeminde işletilmesini sağlama noktasında anlam ifade eden bir Müslümanlık olduğuna inanıyorum. Yaşanan diri krizin de bu söz söyleyebilme kapasitesinin sancıları olduğu kanaatindeyim.
İslam’ı şekli-şemali belli ve diğer dinler gibi daha ritüelci bir anlam dünyasıyla tanımlayarak meseleye baktığımızda, Hristiyanlığın ya da Yahudiliğin modern zamanlarda başına gelen “gündelik hayatta anlamsızlaşması” kaderini yaşayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu lafı iddialı bulabilirsiniz, şöyle bir örnekle açayım, gündelik hayatta biriyle davalık olduğunuzda birincil başvuru kaynaklarınız şekli-şemali belli geleneksel dini hükümler mi oluyor yoksa Yargıtay/Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı kurumlarının kararları mı? Mesela kardeşler arasında yaşanan miras davalarında geleneksel yorumla kadına bir erkeğe de iki pay veren yorum mu kardeşler arasındaki sulhu sağlıyor yoksa seküler ve modern hukuk gereği uygulanan eşit pay gerekir yorumu mu? Eğer cevabınız ikincisi ise ritüelci dini yoruma göre sekülerleşmişsiniz demektir ve bu halde (ritüelci olanı doğru kabul eden) gençlerdeki deistleşmeyi sorun etmemeniz gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kendi adıma bu çetrefilli ve bol soru işaretli/tartışmalı alana girmeyip Müslümanlığı bir tutum alma biçimi olarak görmenin ve işaret ettiği tutumların güçlendirilmesinin şimdilerde deistleşme olarak terennüm edilen sorununun ilacı olabileceği kanaatini taşıyorum. Böylelikle kimlikleri ve ritüelleri değil, maksadı öne alan bir din mücadelesiyle yol alabiliriz gibi duruyor. Hülasa, yorgun Müslümanlar bazı prangaların ve bagajların yükünü taşıyamaz hale geldiklerinden yorgunlar, maksada değil şekle takılıp kaldıklarından…