Yeni Türkiye: Vasatlığın Egemenliği
2011 genel seçimlerinde, Buluşan Kadınlar inisiyatifi “Başörtülü aday yoksa oy da yok” adlı bir kampanyayla, siyasi partilere başörtülü milletvekili adayları göstermeleri konusunda çağrıda bulunmuştu. En birinci adresi AKP’den bir ses çıkmasa da bu çağrı, hükümetin başörtüsü yasağını kaldırmak, sorunu çözüme kavuşturmaktaki samimiyetini sorgulayan ve süreci zamana yayıp, ağırdan alarak bir siyasal pazarlık unsuruna dönüştürme taktiğini teşhir eden bir hamle oldu. İslami hareketin önde gelen kalemlerinden Ali Bulaç bu çağrıya karşılık klasik anti-feminist tezleri dile getirdikten, kadınlara anneliği ve evi adres gösterdikten sonra “ ‘iyi saatte olsunlar’ bu sefer iyi niyetli bayanlar üzerinden AK Parti’ye yeni bir tuzak kuruyor” diyerek, girişimi derin devlet/Ergenekon taşeronu olmakla suçlayan bir yazı kaleme aldı. Öküz ölüp ortaklık dağıldıktan sonra Bulaç bu ithamını geri alıp kadınlardan özür dilese de, aynı yazısında Müslüman kadının yerine ve rolüne dair tezlerini tekrarladı. 2011’de bu tartışma cereyan ederken Müslüman kadınların savunma yazılarını okuduğumda, aynı tartışmanın 90’lı yıllarda da benzer argümanlarla, sürdüğünü hatırladım. Aradaki fark ise o dönemde bu tartışmaların çok daha fazla özne tarafından, çok daha çeşitli mecralarda sürdürülüyor olmasıydı.
İskenderpaşa cemaatinin İslam dergisine ek olarak çıkıp müstakilleşen Kadın ve Aile, Zaman gazetesinin ortasında kadın sayfası olarak başlayıp, Yenişafak’a taşınan, sonrasında müstakil bir eke dönüşen Ev Hali, İzlenim’deki [1] kadın sayfaları ve daha birçokları ideolojik anlamda liberalliğin esamesinin okunmadığı bir ortamda, Müslüman kadınlara ciddi tartışma zeminleri oluşturdular. Koşullar bugüne nazaran çok daha kısıtlı, ufuklar sınırlı, mecralar bağımlıydı. Fakat ortaya konan sözler karşılaştırıldığında, fiili durumun tam tersi olduğu görülüyor. 80’lerin sonunda, 90’ların başında yaşadığımız bu kültürel ve siyasal çeşitlilik, bugün yok. Peki geçen yirmi yılda ne değişti, ne yitirildi? Ali Bulaç’ın 90’larda donup kalmış klişe argümanlarına yanıt neden yalnız o dönemin bugün de entelektüel faaliyetlerini sürdüren sınırlı bir kesiminden geliyor? Buluşan Kadınlar’ın kampanyası neden belirli bir Müslüman kadın çevresiyle sınırlı kalıyor? AKP fenomeniyle failleşen, gasp edilmiş haklarını geri alan (bahşedilen?) kadınlar neden Ali Bulaç’a cevap vermeye tenezzül etmiyor, kendi kadınlıklarını müdafaa etmiyorlar?
Müslüman kadınların İslamcılara yönelik eleştiri ve saldırıların “görünür” hedefi olması yeni değil. İslamcılık siyasal ortamdan tasfiye olsa da, 2000’li yıllarda da bu tartışma süregeldi. Muhafazakar burjuvazinin görünürlüğünün arttığı son yıllarda da siyasal iktisadın eleştirisi üretim aygıtları ve mülkiyet üzerinden değil sadece Müslüman kadınların tüketim davranışları üzerinden icra edildi. Müslümanların siyasal iktisada dair sorunları “jipli başörtülü”, “süslüman” gibi son derece karikatür söylemlerle güya tartışıldı. Ne var ki bu yeni burjuva, tarih kitaplarında öğretildiği gibi, kendi “hayat tarzlarını”, aidiyet ve tercihlerini, hadi lafı dolandırmayalım sınıflarını müdafaa eden söylemler geliştirmediler, üretmediler. Mesela İsmail Kılıçarslan bu kesimin düzenlediği özel eğlence programlarını tefe koyarken, en basitinden “benim hayatım, benim kararım” argümanı bile dolaşıma girmedi. Üstelik bu sessizlik Türkiye’de “yaşam tarzı” söyleminin adeta kutsallaştığı, dokunulmaz hale geldiği, liberal siyasetin dine dönüştüğü bir dönemde yaşandı. Instagram’da onbinlerce takipçisi olan tesettür modacıları yaptıkları işi, sanatı düşünsel ve ideolojik olarak savunmak yerine, moda endüstrisinden araklanmış sosyal sorumluluk projeleriyle, Filistin veya R4bia temalı koleksiyon ve kampanyalarla aklamaya çalıştılar.
Bir yandan bu sessizlik yaşanırken diğer yandan hiçbir hareketliliğin yaşanmadığını söylemek haksızlık olur. AKP’nin bugün teleolojik bir yaklaşımla tedbir veya takiyye olarak adlandırılabilecek 2000’lerin ilk yarısındaki AB yanlısı, liberal ve çoğulcu siyasetini henüz terk etmediği, fakat Cumhurbaşkanlığı seçimleri arifesinde “irtica” paranoyasının hortlayıp “eski” siyasetin hatırlandığı bir dönemde, 2007 yılında sonradan Ülke Tv adını alacak, Haber 7 ekranlarında, İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf’tan oluşan bir kadroyla, ismini Mehmet Efe’nin aynı adlı şiirinden alan Meksika Sınırı adlı bir program yayınlanmaya başlandı. İlham aldığı şiir ve şairin okurlarının hatırlayacağı bir kültürel bagajı ima eden program, Aliyalı, Humeynili jeneriğiyle üzeri tozla kaplanmış eski bir derginin kapaklarını aralar gibiydi. Aynı dönemde Asım Gültekin’in editörlüğünde benzer bir kültürel hafızayı geri çağıran, Müslüman gençliği özentilikten kurtaracak, özgüvenini tazeleyecek, “bizim değerlerimiz”i keşfedip sevmesine vesile olacak bir kültür-sanat portalı olan “Dünya Bizim” sitesi yayına girdi. Fatih’te kıraathane ve oto tamircilerinin bulunduğu At Pazarı muhitinde aynı kesime hitap eden, muhafazakar entelektüellerin de “takıldığı” kafeler açılmaya başladı. Bit pazarına nur mu yağmıştı, üzerimize toplanan ölü toprağını silkeliyor muyduk, “medeniyet” ufkumuzda güneş falan mı doğuyordu?
Dışarıda One Minute, Mavi Marmara ve Arap Baharı, içerideyse Balyoz Darbe planı ve 12 Eylül referandumu ardından AKP, AB eksenindeki liberal çoğulcu siyasetinden, Ortadoğu ve Afrika eksenli, Neo-Osmanlı olarak adlandırılacak daha müdahaleci ve muktedir bir siyasete yöneldi. Bu politik yönelim, çıkarılmış olan İslamcı siyaset gömleğinin tekrar giyilmese de söylemsel düzeyde tedavüle girmesini zorunlu kıldı. Böylelikle o güne dek AKP politikalarına tam destek vermeyen kimi eski İslamcı kadrolar da gemide yerlerini aldılar. AKP’nin ideolojikleşme hamlesi ya bu kadroların “yerlerinde” yani mevcut dükkanlarında istihdam edilmeleriyle yahut medya organlarına, hükümet STK’larına, danışman pozisyonlarına alınmalarıyla icra edildi. Böylelikle eğitimden sağlığa, güvenlikten hukuka, sanayiden şehirleşmeye, kültür endüstrisinden haberleşmeye her alanda piyasanın hakim olduğu neo-liberal politikaların etkin ve yılmaz savunucusu ve uygulayıcısı olan AKP iktidarı, tüm bunları mütedeyyin ve muhafazakar kitleler nezdinde meşru ve makul kılacak bir söylemsel kalkan edinmiş oldu.
Gezi’de açığa çıkan toplumsal muhalefetten bir hükümet darbesi peyda ederek devlet şiddetini, neoliberal politikaları ve hükümetin antidemokratik uygulamalarını tıpkı KCK operasyonlarında olduğu gibi örtbas eden ekip bu sefer Cemaat’in sürekli tapeler servis ederek hükümeti itibarsızlaştırmayı hedeflediği bir yolsuzluk skandalını maskelemeye koyuldular. Sivilleşme yolunda büyük adımlar atan Yeni Türkiye ahalisi, komploculuğa ve dış mihraklara olan itibarını yitirmemiş olacak ki maya tuttu. “Millet” de kanaat fabrikatörlerinin imal ettiği meta anlatıya ikna oldu yahut işine öylesi geldiği için ses çıkarmamakla yetindi. Gündüz Yenişafak, Star, Sabah ve Akşam gibi gazetelerde yazıp gece de Atv, Ülke Tv, A Haber ve tvNet ekranlarını işgal eden, sürekli birbirini referans gösteren, kendinden menkul, hafızadan ve insandan yoksun “Yeni Türkiye’nin aydınları” bir büyük tarih okumasını evire çevire anlatıp durdular. Ekseriyeti ODTÜ, Bilgi, Boğaziçi mezunu bu ekip, ağızlarında eğreti duran laflarla hükümetin her türlü günahını müdafaa cesaretini göstererek inandırıcılıklarını da yitirdiler. İşin gülüncü bu güne kadar geçmişle yüzleşme, demokratikleşme gibi liberal bir jargondan devşirilmiş, kolonileştirilmiş bir söylemle iş tutan ekibimiz şimdi vatan, millet, Allah, Peygamber gibi pek de aşina olmadıkları bir dille konuşmak zorundaydılar.
Tam da bu noktada devreye bugüne kadar çok da makbul bulunmayan abiler, ablalar girdi. Bilhassa hükümetin ümmetçi olduğu iddia edilen dış politikalarında ta Bosna savaşından kalma bir hafıza canlanmakta, gözyaşları sel olup akmaktaydı. Gezi’de ayaklanan kesimlerin adeta bir antitezi gibi sunulan Mısır’daki Rabia eylemleri ve İhvan hükümetinin devrilmesiyle söylem zirve yaptı. Sanki bütün Müslümanlar ayağa kalkmış halife-i ruy-i zemin efendimizin zuhurunu gözlüyor, ümmet feryad-ü figan Yeni Türkiye’nin ayağa kalkıp mazlumlara umut ışığı saçmasını bekliyordu. Dışişleri Bakanının Milli Gençlik Vakfı’nın Kudüs Gecesi’nde nutuk atan bir teşkilat vaizi gibi konuştuğu bir düzlemde ömrünü sivilleşmeye adamış kalemşörlerin cihad nutukları atması, Abdülhamid destanları yazması şaşılır değil vel fakat inandırıcı da değil.
Gezi ve 17 Aralık ile beraber hükümet medyasında gördüğümüz pespayelik, banallik ve vasatlık aslında bir noksanlığın göstergesi. Söylemsel düzeyde kendini, çıkardığını beyan ettiği İslamcı gömleğe izafe eden bir hükümet nasıl olur da Yiğit Bulut veya Barlasgiller gibi “her devrin adamları” tarafından müdafaa edilir? Bütün iktidarın tek bir elde toplanıp tüm politikaların tek bir ağızdan belirlendiği bir siyasal rejim demokratikleşme ve sivilleşme argümanıyla nasıl savunulabilir? 12 yılda Türkiye’de olumlu ve olumsuz manada radikal değişikliklere imza atan bir parti, nasıl olur da çoktan tedavülden kalkmış Abdurrahman Dilipak, Kadir Mısıroğlu gibi aktörlere muhtaç hale gelir?
Kabak tadı veren Levent Kırca skeçlerine benzeyen bu gülünç ve tuhaf manzaraya tüy diken hadise geçtiğimiz günlerde bir grup İslamcı entelektüele yönelik #evetboykot kampanyasıyla yaşandı. İlginçtir Cemaat’in Hakan Fidan’ı hedef aldığı, hiçbir toplumsal karşılığı olmayan ve buram buram sipariş kokan “Acem uşağı” söylemini taklit eden bu kampanya, hükümetin Suriye politikalarını benimsemeyen, çoğunluğu geçen yıl kimyasal silah kullanılmasının akabinde ABD müdahalesi çağrılarına karşın kaleme alınan “3. Bir Yol Mümkün” bildirisinin imzacılarından oluşan araya da birkaç nişanelik İran taraftarı serpiştirilmiş liste Genç Siviller sempatizanlarından, AK trollere, neo-Selefilerden eskiden İrancılıkla anılan yeni AKP muhibbanına kadar çok ilginç bir ittifak eliyle savunuldu ve paylaşıldı. İşin trajikomik yanı, hükümet politikalarını açıkça eleştirmekten, yeri geldiğinden aklıselim çağrılar yapmaktan çekinmeyen bu bir avuç entelektüel zaten hükümet medyasında ne görünür, ne anılır olmuş, sözleri çoktan itibarını yitirmişti. Acıdır ki pespaye ve perişan bir kanaat ekibiyle kendini müdafaa eden iktidar ve durumdan vazife çıkaran fedaileri cılız bir avuç sese dahi tahammül edemeyen bir gözü dönmüşlük içerisindeydi. Alaycı bir dille saldırdıkları “3. Yol” hattının, bugün Müslümanları özgüven sahibi bireyler kılan İslami mücadelenin, 60’larda “ne sağ ne sol” nidasıyla inşa edildiğinden haberdarlar mıydı acaba?
İran’ın tıpkı AKP gibi “devrim” olmaktan vazgeçip “devlet” olmayı tercih ettiği süreçte, çoğu zaman ümmetin kanına mal olan icraatları İslam inkılabı adına yapılmış ve dönemin inkılapçıları tarafından güç-bela müdafaa edilmiş olsa da imaj ve itibarının giderek eridiği bir hakikat. Suriye’deki iç savaşta açıkça Esed rejimine destek veren İran, antiemperyalizmden mütevellit topladığı son sempati kırıntılarını [2] nefretle değiştirirken reel anlamda Türkiye’de çoktan silinmiş olan İrancılığın tıpkı darbecilik gibi nasıl yoktan var edildiği bir muamma. Açık olan ise AKP hükümetinin söylemsel İslamcılığının sembol nesnesi olan Filistin’in Suriye ile yer değiştirdiği ve bunun artık milli bir meseleye dönüştüğü. MGK ilga edilmiş olsa da milli meselelerimize ihanet eden iç düşmanların akıbetinin ne olduğu malum. Peki, AKP politikalarından bağımsız hareket etmeyen bu kesim, zaten kimsenin münferit ve müstakil bir harekete, sahici bir hamleye girişmediği bu süreçte bu cılız sesleri neden boykot görünümlü bir kişilik suikastiyle değil de etkili ve güçlü bir karşı propaganda hamlesiyle bastırmıyor? Hükümet medyası, sivillikten memurluğa terfi etmiş STK’lar [3], sarı sendikaları emre amadeyken Suriye kıyamının her yönüyle masaya yatırıldığı, komutanların, mücahitlerin boy gösterdiği paneller, konferanslar organize etmek, yayınlar yapmak, kitaplar basmak, filimler çevirmek çok mu zor? Neden Türkçe yayın yapan bir Suriye’nin Sesi radyosu dinleyemiyoruz, Özgür Suriye’den haberler getiren gazetelerimiz yok? Benim kuşağım Bosna Marşı [4]’nı ezbere bilir, en azından melodisini mırıldanır mesela. Saraçhane’deki gençlerden geçtim, ihtiyarları çevirseniz acaba Özgür Suriye Marşı [5]’nı bilirler mi? Sahi var mı öyle bir marş?
İki yıl önce Saraybosna’da, yaptığımız film için arşiv görüntülerini tararken yönetmen Aida Begiç ile sık sık şuna hayret ederken bulmuştuk kendimizi; anlattığı olaylardan, katliamlardan ve en önemlisi seyrettiğimiz imajlardan haberdar. hemen hepsine aşinaydım. Aida kendisinin dahi hatırlamadığı detayları 5 yaşındaki halimle hatırlayışıma, bense o yaşta tüm bunların hafızama nasıl yerleşmiş olduğuma hayret ediyordum. Oysa cevap çok basitti; dönemin İslamcı atmosfer ve mobilizasyonu, televizyonsuz bir evin 5 yaşındaki çocuğuna ulaşacak kadar aktif ve etkindi, üstelik bugünkü imkanların onda birine bile sahip değilken. Başta sorduğumuzu tekrar soralım; geçen yirmi yılda neyi yitirdik?
İhtilafta rahmet arayan bir Peygamber’in ümmetiyiz. Kavganın olmadığı yerde bereket olmaz. İnsanı insan kılan cedel ve cehd eylemlerdir. Hadi biraz modernist bir yerden kuralım, küfürle karşılaşılmadan iman edilemez. Söz de kavgadan neşet eder. İslamcıları sağdan ayıran en temel özelliklerden biri, eleştirel tavırlarıyla sağın kültürel ve entelektüel vasatlığını aşmaları, tüm mahrumiyete rağmen özellikle fikir ve edebiyatta kendini belli eden değerler, sözler üretmeleriydi. AKP tecrübesi on yılı çoktan devirip ikinci on yılı yarılamaya yaklaşırken bunun kenarından, köşesinden geçebilmiş, herhangi bir anlamda taş üstüne taş koyabilmiş değil. Kelimenin her anlamıyla olağanüstü bir inşa süreci yaşanırken, ne yazık ki bir ihyadan söz etmek mümkün değil. Eskinin kötü bir tedavülünden geçtim, mevcut olanın tasfiyesine dahi yeltenen bir vasatlık söz konusu. Siyasal iktidar bunun üstesinden gelemezken, sadece devşirdiği kadrolar değil, ürettiği “yeni insan” da böylesi bir taleple matuf değil. Onun için Erdoğan kavgasında yalnız, bir avuç devşirmenin kalemine, sözüne, twitine muhtaç.
Bu düşünsel çoraklık, entelektüel vasatlık, kültürel taşralaşma sadece AKP siyasasına değil bu coğrafyada yaşayan tüm inananlara zuldür. Bu dünyaya adil bir söz, insanca bir teklif içeren bir paradigmanın intiharıdır. İslam’ın itibarının yerle bir olduğu, coğrafyanın her parçasından feryadın yükseldiği bir dönemde geldiğimiz noktada hatırlamamız gereken, sonlu bir siyasal proje olan AKP’den sonrasının da var olduğudur. Eğer inandırıcılığımızı, özsaygımızı ve benliğimizi yitirmek istemiyorsak tekrardan söze ve kelama sarılmak, kavgayı yükseltmek zamanıdır.
______________________________
* Vasat, etimolojik olarak ortalama, Sünnet’teki karşılığıyla mutedil gibi manalara gelse de esasen bu metinde “mediocracy” karşılığı olarak kullanıldı.
[1] İz Yayıncılık tarafından, Ahmet Şişman’ın girişimiyle, 1992-1997 yılları arasında yayınlanan, Ahmet Davutoğlu’ndan Lale Müldür’e, Mustafa Özel’den Cihan Aktaş’a, Ali Bulaç’tan Rasim Özdenören’e pek çok ismin yazılarının yer aldığı aktüel siyasi fikir dergisi.
[2] İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 2008 yılında İstanbul’u ziyaretinde, Sultanahmet Camii’nde sünni bir imamın arkasında Cuma namazını eda ettikten sonra çıkışta cami imamı Emrullah Hatipoğlu’nun kürsüden ikazlarına karşın tekbirler eşliğinde karşılaştığı coşku selinden görüntüler.
[3] Milli irade bildirisiyle biatlerini ilan edip akit tazeleyen kurumların listesi
[4] Savaş sırasında oldukça popüler olan Ja Sin Sam Tvoj adlı bu marş Dayton’dan sonra resmiyetini yitirdi.
[5] Sanırım temsiliyeti olan böyle bir marş yok. Youtube’da dolanan pek çok marş var fakat en meşhuru şehid İbrahim Kashoush’un dabke formundaki Yalla Erhal Ya Bashar parçası
Yazı gerçekten iyi ve sahici bir eleştiri olmuş. Daha genişleterek İslamcılığın aleni bir portresine dönüştürülebilir. Suriye-Bosna karşılaştırması da çok iyi bir tespit.
Bu tür kavga etmeden, ama söyleyeceği sözü de sakınmadan söyleyen yazılara ihtiyaç var. Eminim yazıda ismi geçen geçmeyen herkes payını alacaktır.
Söylemeden geçemeyeceğim yazıdaki iyi kurgu ve öğretici tespitler ve yüksek analize rağmen “kavgayı yükseltelim” bitişi kötü durmuş. Bir sol gençlik dergisi manşeti tadında. Son cümle çıkarsa arşivlik bir metin derim.