Yeni Sendikalar Yasası Vesilesiyle – Sendikalara dair İslami bir Tutum Alma Denemesi
“Onlar, haklarına tecavüz edildiğinde, yardımlaşır, onun öcünü alırlar.” Şura – 39[1]
“Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.” Şura – 39[2]
Sendikalar şu anki batıcı hukuki-idari ve iktisadi sistemimiz içinde, işverenleri karşısında ücretli çalışanların haklarını müştereken aramaları, haklarını yedirtmemeleri için kullanabilecekleri tek hukuki imkan. “Müşterek” kısmı önemli, çünkü hepimiz biliyoruz ki gerçekten iyi niyetli bir avuç işveren dışında, çalışanların işverenleri karşısında tek başlarına haklarını arayabilmeleri pek mümkün değil. Zira işveren ile ücretli arasındaki ilişki, “liberal fantezi”nin iddia ettiğinin aksine eşit filan değil. Tek başınıza hakkınızı ararsanız kapı dışarı konmanız ya da bin türlü baskıyla sindirilmeniz an meselesi. Bu anlamda ücretlilerin bu eşitsiz ilişkiyi biraz olsun denkleştirebilmesi, müşterek hareket edebilmelerinden geçiyor.
Ücretlilerin haklarını arayabilmeleri, müşterek hareket etmelerinden, bugünkü hukuki yapıda da müşterek hareketin tek imkanı sendikadan geçiyor. Sendikadan daha güzeli var diyen varsa bir adım öne çıksın. Sendika fetişisti değiliz elbette. “Sendika için sendika” demiyoruz, işçi, emekçi, hak, hukuk, adalet için bugün ve bu koşullarda sendika diyoruz. Ya da “İşverenler işçilerinin haklarını yemezler, iş hayatında tam bir adalet var” diyen varsa da… Dinlemeye, ikna olmaya açığız. Ama bizim geldiğimiz yer, görebildiğimiz ufuk an itibariyle bu.
“Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir, kendilerine haksızlık yapılmaz.” (Ahkâf – 19)
“Ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara vereceğiniz şeyleri eksik vermeyin …” (A’raf – 85)
“Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratılmadan veririz.” (Hûd – 15)
“İşçiye, teri kurumadan ücretini veriniz.” (İbn Mâce)
“Üç kimse kıyamet gününde, karşılarında beni (Allah’ı) bulacaklardır: 1 – Benim namıma verip haksızlık eden, 2 – Hür bir kimseyi satıp parasını yiyen, 3 – Bir işçi tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen.” (Buharî)
Yukarıdaki ayet ve hadisleri Hayrettin Karaman hocanın İslam’da İşçi-İşveren Münasebetleri isimli kitabından aldık, derli toplu bir arada bulunmaları hasebiyle.[3] Biz bunları bilen, bunları dinlemiş, öğrenmiş bir ümmetin çocuklarıyız. Eğer biz, “haksızlığı”, “ölçü ve tartıyı tam” yapmayı, “eksik” vermemeyi, “eksikliğe” uğratmamayı ve “ücreti” bugün tanımlarken kendimize referans olarak batının “serbest piyasa”sını, Smith’in “gizli el”ini kıble bileceksek, vay halimize. Bu İslami referans noktalarını, doğru düzgün düşünmeden, alelacele, garip bir telaşla, serbest piyasa amentüsünün “şartlarına” havale edeceksek, ediyorsak vay halimize. Eğer “haksızlık”ın, “ölçüyü ve tartıyı tam yapma”nın, “işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratılmadan” vermenin, işçinin “ücretinin” ne olduğunu, nasıl olduğunu, ne kadar olduğunu batının serbest piyasasından öğreneceksek sümme haşa İslam’a ne hacet.
Hocalarımızın, alimlerimizin bu konuları batılı hegemonyaya eyvallah etmiş “ekonomist”lere havale etmemesini, bu konularda İslam’ın sözünün, günahın ölçüsünün, hak yememenin sınırlarına dair söz söylemesini arzuluyoruz. Bu alanlarda muazzam hak gasplarının, hak yemelerinin olduğundan endişe ediyoruz. Bunların günahının da, bu günahların gün yüzüne çıkarılmayışının, gerekli uyarıların yapılmayışının da vebalinin ağır olacağından endişe ediyoruz.
Genç kuşak arasında yaygın bir teveccüh bulan epistemoloji tartışmalarının, inşallah bu gibi sosyal adalet meselelerine de temas etmesini temenni ediyoruz. Kuran ve hadislerde geçen, yukarda kısaca andığımız kavramların, 19. yüzyıl kapitalist Avrupalı zihniyetinin anladığı kavramlarla muhtemelen (!) aynı anlamlara gelemeyeceği gibi somutlukları da irdelemesini diliyoruz.
“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.” Şura / 38[4]
Bir insanın hakkının ne olduğunu adaletli bir şekilde tayin etmeye uğraşırken o kişinin sözünü dinlememek herhalde olmaz. Kişi elbette nefsine yenik düşeceği için kendine yontabilir, muhtemelen de yontacaktır, nitekim aynı şey işverenler için de geçerlidir. Hakkın tayininde tüm tarafların sözünün işitilmesi gerekir. Hakkın ne olduğunu adilce bulabilmek için muhakkak hakkın sahibinin de sözünün masada olması gerekir. İstişare, zannederiz bunun için de önemlidir. İşyerinde adaletin ve hakkın ne olduğunun bulunması da muhakkak istişare ile olmalı, işçiler gerek bireysel olarak, gerek müştereken istişarede yer almalıdır. Sendika, başka şeylerin yanında bunun da aracıdır. Söyleyeceklerinden dolayı işten atılma, baskı görme korkusu yaşayan çalışan, aklından geçeni söyleyemez, hakkını arayamaz. İşveren de “benim verdiğim haktır işte, bakın işçi de memnun, şikayet etmiyor” der geçer. Nefsine yenik düşer. Nefsimize yenik düşmeyip, hakkı ve adaleti bulmak, birbirimizden, halkadan, istişareden geçer. Bunun yolu da meseleyi iyi niyetlere emanet etmek değil, sözünü söylemenin, hakkını aramanın hukuki dayanaklarının sağlanmasıdır. Bu istişare keşke günümüz sendikaları gibi fazla bürokratik ve yozlaşmaya müsait yapılar yoluyla değil de daha doğrudan demokratik, yani işçilerin daha doğrudan yönlendirebilecekleri yapılarla yapılabilse. Ancak unutmayalım ki işçilerin müşterek hak arayışları için günümüz sendikalarının aşırı bürokratik yapılarını tek hukuki yol olarak gösteren, bundan başka bir yolu da zinhar kabul etmeyen ne yazık ki kapitalist zihniyete mahkum olmuş devlet ve işverenlerdir. Sendikaların bürokratikleştirilmesinin arkasında bu iki gücün özenli müdahalesi olduğu unutulmamalı. Basit bir misal vermekle yetinelim: Yeni yasada da öncekinde olduğu gibi işyeri temsilcisinin işyerindeki işçilerin seçimiyle belirleneceği sabitlenmemiş, işyeri temsilcisinin atanacağı belirtilmiştir. Sendika kurumunun işçiye en yakın birinci basamağının bile işçilerce seçilmesini güvenceye almayan bir kanunun arkasındaki zihniyetin, sendikaların mümkün olduğu kadar bürokratikleşmesini ve dolayısıyla sıradan işçilere yabancılaşmasını hedeflediği açıktır.
Buradan hareketle bu yazının yazılmasına vesile olan yeni sendika yasasına, yani resmi adıyla Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na gelelim. Yeni yasada noter şartının kaldırılması kıymetli bir ileri adım. Ancak görünen o ki yeni kanunun neredeyse tek ciddi sonuç yaratacak müspet yönü bundan ibaret. Lafı çok edilen iş kolu barajının % 10’dan % 3’e düşürülmesi ise fiilen koşulların aşağı yukarı aynı seviyede kalması hatta yer yer daha bile zorlaştırılması anlamına geliyor. Çünkü bugüne kadar ilgili bakanlık (farklı gerekçelerle) sendikalı çalışan sayılarını yüksek gösterir ve bu sayılar baz alınarak, yeni yasanın geçmesiyle bundan sonra SGK’nın elindeki çok daha düşük olan gerçek sayılar baz alınacak.
Yeni yasayla gelen değişikliklerin başka pek çok ayrıntısı var elbette, ama yazıyı ayrıntılara boğmak istemiyorum. Görebildiğim kadarıyla hülasa 12 Eylül’ün yasası diye yerden yere vurulan eski sendikalar yasası ile yenisi arasında ne yazık ki ciddi bir fark yok gibi görünüyor. Yeküne baktığımızda bir kaç noktadaki iyileşmeler, başka pek çok noktadaki geri gidişler ve sabit kalışlarla dengeleniyor.[5] Ücretli çalışanların haklarını arayabilmeleri, dolayısıyla iş hayatındaki hak gasplarının önüne geçilmesi, adalete birkaç adım da olsa yaklaşılması açısından eski tas eski hamam.
Bu yazıyı sonlandırırken, güncel bir sendikalaşma gayreti içinde olan bir abiyle sohbetimize bağlanalım istiyorum. Bir triko-tekstil fabrikasında sendikalaşma mücadelesi veren bir işçi abiyle yaptığımız bir sohbet bu.[6] Görüşmeyi yaptığımız günden yaklaşık bir ay önce sendika üyesi olduğu için işten atılmıştı. Ve fabrika önünde kurdukları çadırda kendisiyle birlikte işten atılan 37 arkadaşı ve sendikasıyla birlikte mücadelesini sürdürmekteydi. İş arkadaşlarının, özellikle dindar kimliği hasebiyle saygı duyduğu biriydi bu abi. Çok şükür ki mücadeleleri ve kararlılıkları sayesinde işveren, sendikayla yaptığı anlaşma uyarınca işten attığı bu işçilerin büyük bölümünü Kasım ayı başında işe geri aldı. Uzun sohbetimizden bu kısa bölüm, sendikanın bugün çalışanlar için ne anlama geldiği, ne işe yaradığı ve ne kadar zor kazanılabilen bir hak olduğuna dair kıymetli, canlı ve güncel bir söz.
Çalışma koşullarınız nasıldı?
Bu işyerine başladığımda şartlar oldukça ağırdı. 12 saat çalışıyorduk, işler yoğundu, pazarları da çalışmamız isteniyordu, hatta bunu garanti altına almak için, bizlere fazla mesai yapacağımıza dair kağıt imzalatmışlardı. Zaten alttan alttan bütün arkadaşlarda bu rahatsızlık güçleniyordu. Bir uyarılarımızı yapıyorduk, ama bir ilerleme iyileşme olmadı. Sürekli bir erteleme oyalama.
İlk hareket nasıl başladı?
Fazla mesailere gelmemekle başladı, çünkü artık insanlar iyice sıkıştı yani. İki buçuk yıl önce. Çalışan arkadaşlardan sendikayla ilgili bilgisi, deneyimi olan bir arkadaş vardı. O, arkadaşlarla konuşmuş. Arkadaşlar ikna olmuş, doğru bulmuşlar. Kendimizi nasıl savunacağımız, işverene karşı nasıl güçlü olunacağımızı bilmediğimiz için, bugüne kadar öyle gelmişti. Bilgili kişi bilgilerini aktardıktan sonra hızlı bir şekilde birlik oluştu. Sendikayla tanıştık.
Sen nasıl ikna oldun, dahil oldun?
O bahsettiğim arkadaşla zaman zaman konuşuyorduk. Baktım ki arkadaşlar inanmış, güven veriyorlar, birlik inancı oluşmuş, bu haksızlığı başka türlü bertaraf edemeyeceğimiz de ortada.
Sen daha önce böyle bir şey yaşamış mıydın?
Sendikayla ilgili, birlik olmayla ilgili ilk tecrübem. Adımların ne kadar bilinçli atıldığına bağlı bir süreç olduğu için kesinlikle bir uzman eli dokunması gerekiyor. Bu uzman da sendika, bizim en çabuk ulaşabildiğimiz. Belki başka kurumlar da vardır ama her an ulaşabileceğimiz, her an yanımızda olabilecek sendika gibi görünüyor şu anda.
Peki ilk başka hiç tereddüt ettin mi? Çünkü sendikaların çok olumlu bir intibası yok.
Belki burada sendikacıların hatası olabilir, geçmişle gelecek mutlaka kıyaslanır. Halk içerisinde, çalışanlar içersinde sendikayla ilgili anlayış pek de olumlu değil. Biz olaya hak mücadelesi olarak bakıyoruz. Bizim hakkımızı kim savunuyorsa, siyasal görüşü ne olursa olsun, yeter ki samimi olsun, hak mücadelesi olsun. Bu olaydan haberim olduğu zaman ilk önce bu işin çok kuvvetli birlikten geçtiğini bildiğim için, şöyle düşündüm: Acaba arkadaşlarım bu birliği sağlam kurabilecekler mi? Çünkü bu zorlu bir süreç. Her ne kadar anayasal bir hak da olsa, birilerinin damarına basmak gibi bir durum söz konusu. Bu da sürecin zorlu olacağının bir kanıtı. Bir direnişte hak alma gibi bir sonuç kolaylıkla çıkmaz ortaya.
Çevrenden nasıl tepkiler görüyorsun?
Net bir karşı çıkış olmamasına rağmen, kazanım açısından çok fazla bir şansımız olmadığını düşünüyorlar. Yani anlatsanız da kendileri birebir yaşamadıkları sürece bu durumu kavramalarını beklemiyorum.
Dindarların bu tip mücadelelerden çekinmelerini sence nasıl değiştirebiliriz?
Hareket olarak solcuların tekelinde gibi gözüküyor ama o hareketin içinde bulunan bir çok farklı görüşten insanlar var. Bugüne kadar yapılan bütün direnişlerde bu tip faaliyetlerde mutlaka herkes sol görüşlü değildi yani, burada da aynı şey var, çok farklı görüşlere sahip olan insanlar var. Temel çatı hak arama mücadelesidir. Haksızlığa uğradığına inanıyorsa insan, kendisini güçlü hissediyorsa, başarabileceğine inanıyorsa, destek alabileceği çevrelerle irtibatlıysa, bu insanların da destekleri sağlamsa, insanlar mücadele eder. Bugün olduğu gibi dün olduğu gibi. Herhalde bu bir anlayış meselesi bir görüş meselesi, insanların bu tür konulardaki bakışlarını değiştirmek hiç kolay değil.
Siz bu birliği nasıl sağlayabildiniz acaba? Çünkü sizin sektörde bu tipte bir şey sanırım yakın zamanlarda hiç olmamış.
Araştırmadım ama arkadaşlar öyle söylüyor. Temel harç galiba şu: Yaşamı sürdürebilmek için, yaşam kalitemizi yükseltebilmek için iyi bir ortama, iyi bir çalışma ortamına, iyi bir ücrete ihtiyaç duyduğumuz açık. Ama bunu nasıl başaracağımız bir sorun. Çünkü insanların günlük hayatını yaşabilmesi için, sosyal hayatını daha etkili hale getirebilmek için, eşine, çoluğuna, çocuğuna daha fazla zaman ayırabilmesi için, çocuklarının eğitimlerini daha kaliteli hale getirebilmek için, belli bir seviyeye, belli bir yaşam kalitesine ulaşması gerekiyor. Bu şartlarda bu mümkün değil. Hem çalışma saatleri açısından hem de aldığınız ücretler açısından, yaşam kalitemizi arttırmamız mümkün değil.
[1] Elmalılı Hamdi Yazır Meali
[2] Ali Bulaç Meali
[3] 1981’de ilk baskısı yapılan kitapçık, Karaman’ın 2003 yılında İz Yayıncılıktan çıkan İslam’ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabının içinde yeniden yayınlanmış. Yukarda verilen ayet ve hadisler 1981 baskısının 47. ve 50. sayfaları arasında yer almaktadır. Kitaba ve metne şuradan ulaşılabilir. http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0301.htm
[4] Elmalılı Hamdi Yazır Meali.
[5] Konuyla ilgili aşağıdaki linklerden bilgi edinilebilir. Uzun yıllar sendikalarda eğitim ve araştırma uzmanı olarak çalışan, çalışma ekonomisi öğretim üyesi Aziz Çelik’in yasaya ilişkin nitelikli yazıları:
http://t24.com.tr/yazi/yeni-sendikalar-yasasi-ne-getiriyor-ne-goturuyor/5858
http://t24.com.tr/yazi/turkiye-buyuk-isveren-meclisi-isci-atmayi-kolaylastirdi/5759
http://t24.com.tr/yazi/sendikal-yasalarda-12-eylul-ruhu-korunuyor/5729
Nazlı Ilıcak’ın, yasanın handikaplarını sıralamaktan geri durmadığı yazıları:
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2012/10/25/sendika-yasasi-ve-iskolu-baraji
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2012/10/25/olumlu-noktalar
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2012/10/25/tazminat-yok
[6] Başının ağrımasına mahal vermemek için fabrikanın da, abinin de isimlerini zikretmiyorum. Meselemiz açısından ikisinin de bir önemi yok.
alp’in yazısı pek çok noktasıyla kıymetli bir yazı. sosyal adaletle ilgili her türlü eleştiri ve siyasaya, “bizim kavramlarımız” diye kusan, solculuğa yamayan, bilimum sağ-muhafazakar zevata ve hatta kendini islamcı zannedenlere derinlikli bir cevap. hayrettin hocanın faizsiz bankacılık zırvalarının dışında akıllı-uslu ümmete faydalı işlerini de keşfetmemize vesile olan bir kazı. nihayetindeki röportaj ayrıca kıymetli, türkiyede artık mikroskopla aranan emek hareketinin filizlenme ihtimaline dair çok kritik fragmanlar içeriyor.
Hocam eline sağlık. Hiç boşluk kalmamış. Güzel olmuş.
Yeni çıkan sendika yasasında önemli bir diğer değişiklikte, çalışan sayısı 30’un altında olan işyerlerinde sendikal nedenle işten çıkarmalarda işe iade davası açılamayacak ve sendikal tazminat talebinde bulunalamayacak olması. Bu hüküm, 30 altında çalışanı bulunan işyerlerinde fiili olarak bir sendikanın örgütlenmesini nerdeyse imkansız hale getiriyor. (ki zaten küçük işletmelerde sendikalaşma çok düşük). Memlekette, 30 altı işçi çalıştıran işyeri sayısının toplam işyerlerinin nerdeyse %90 olduğu bir ülkede bu madde 12 Eylül anayasasını cebinden çıkartır. Buna bir de KOBİ’lerin son yıllarda bolca teşvik edilmesini eklediğimizde tablo iyice kötüleşiyor. Bana göre taşeronlar ve KOBİ’ler (büyük işyerleri kesinlikle bundan muaf değil tabi) üzerinden milyonlarca insanın emeğinin sömürülmesi ile büyüyen bir ülkede, habire ne kadar büyüdük, dünyada bilmem kaçıncı olduk, bölgesel güç olduk lafları ne vicdana ne de insafa sığar.
Liberal anlayışa teslim olmayalım evet ama mesela emeğin arz-talep teorisinin yerine ne koyuluyor bilmiyorum. bu yazıda bu detay yok fakat bunun dışında fikir-ilke düzeyinde de olsa ne var merak ediyorum. bir işin karşılığını diğerine göre değerlendiren objektif kriter nedir? cem somel hepsi aynıdır diye kesitirp atmıştı geçenlerde bir yazısında 🙂 hiyerarşik işletme yapısı olduğu müddetçe üst ile ast arasındaki ücret eşitsizliği nasıl giderilebilir? herkese eşit-yakın ücret verildiğinde kim niye daha fazla-yetki sorumluluk alsın gibi klasik sorular gelecektir normal olarak.
sonra, “işletmenin vicdanı yoktur” diyen kafanın tezini alıp benimsiyoruz, sonra onun anti-tezini alıyoruz, yani sendikal mücadelesini (ki sonu emperyalizmle gelen sosyal haklara varıyor) de alıp, sonra anti-tezi islami diye övüp, tezi “gavur işi” olmakla itham etmek ne kadar doğru bilmiyorum. sonuçta sarıldığımız anti-tez de gavur işi bir yerde. sonradan ayetle refere edince şahadet getirip müslüman olmuyor bence. ki ben insanlığın yaşadığı süreçleri ve elde ettiklerini bu şekilde tasnif etmekten yana değilim.
gelelim, benim hala vakıf olamadığım, bu yazıda da dermanımı bulamadığım, işçi direnişlerinden muradımıza.
işletme maliyetleri içinde züğürdün çenesi normal olarak çokça yoran, patronun cebine giren para, bunun patrona getirdiği görece lüks yaşam vs. ahlaki tabi ki değildi ama işletme maliyetlerinde sanıldığı kadar büyük bir kalem de değildir. yani bu payı işçilere bölüp dağıtırsanız işçiler için çoğunlukla çok anlamlı bir artış yaşanmaz. tabi şayet kamu imtiyazı ile cebe indirilen büyük bir rant ortada yoksa. genelde elde edilen kâr yeniden işletme sermayesine katılarak işletme büyümeye devam eder. eğer bundan feragat edilmesi bekleniyorsa, işletmeden feragat edilmesi gerekir kanımca, zira işletmenin doğası büyüme üzerinedir. yani, iş kuran işverene, “işçine yüksek ücret ver/kendi kazandığın kadar ona da ver” dediğinizde, işletme rekabet şartlarında batmadan ayakta kalsa bile herhangi bir büyüme gösteremeyecektir kuvvetle muhtemel, şayet ortada çok süper inovatif bir iş yoksa. bu durumda da yerinde sayacak bir yatırım için hiç kimse istekli olmayacaktır. ki bu da büyük ölçekli işletmelerin yine olmadığı bir düzene varır sonuç olarak. algoritmada hata olasılığı çok yüksek ama benim kıt aklım buraya varıyor elimdeki bilgilerle-tecrübelerle.
bir başka eleştirim de, bu mücadelelerin -şayet varsa- devrimci ufkunun şeffaf bir şekilde ortada olmaması, sanki kısa vadeli maddi kazanım mücadelesi gibi ortaya konması oluyor. işçilerin mücadele pratiği içinde kendinde devrimci bir güç görmesi bekleniyor galiba ama, onca mücadeleden sonra Avrupa işçisinin maddi kazanımlara tamah edip, bu hakların kendilerine sağlanmasının bedelini, çin’linin-tayvan’lının, hindu’nun, orta doğu halklarının, afrika’lı halkların ödemesine sırt çevirmesi çok acı bir örnek olarak duruyor. o kadar işçi mücadelesi, bp’yi, renault’yu, siemens’i zayıflattı mı acaba, patronların cebine girene elini uzatabildi mi bu işçiler? yoksa sırtlarındaki yükü üçüncü dünyaya yükledikten sonra derin bir oh mu çektiler?
bu konular muhakkak, sol entelektüel çevrelerde konuşuluyordur. benim merak ettiğim yine-yeniden, emek-adalet’in özgün bir görüş ortaya koyma çabası içinde, bu sorulara nasıl cevap verdiğidir/bulacağıdır?
saygılar alp başkan 😉
Paragraf paragraf gideyim dağılmasın.
1.
Arz talep teorisi yerine ne koyabiliriz? Valla ben de bilmiyorum. Elimizde hazırda emek-değer teorisi var, yani değer emek tarafından üretilir, bir şeyin değeri de aşağı yukarı onun için harcanan ortalama emek zamanına eş değerdir diyen. Ama bu da o kadar matah değil sanki. Bunlar çok büyük teoriler, hepsinin eksiği olacaktır. Uzatmamak için önemli olan bence şu: emek bir meta olamaz, çünkü sonuçta insandan bahsediyoruz. Emekten yani insandan pazarda kendine müşteri arayan bir sandalyeden bahsettiğimiz gibi bahsedemeyiz. Buradaki hile aslında kapitalizm de, bugünkü arz talepçiler de öyle yapmıyor, yapamıyor, yaparsa insanlar ölür, toplumsal isyan çıkar çünkü bu kadar basit. İlla insaflı olduklarından değil. Asgari ücret diye bir şey var mesela, sosyal devlet, yardımlar var vs. vs.
Bir işin karşılığının diğerine göre değeri nedir? Cem hocanın tutumu evet kestirip atmak gibi görünüyor. Ben onun kadar rahat değilim bana çok ütopik geliyor ama bu tutumu anlıyorum, çünkü çok zor bir alan. İnsanları motive eden tek şey fazla ücret değil sonuçta, başka şeyler de var, toplumsal prestij, söz sahibi olma vs. Bunların da dahil olduğu ama alınan ücretlerin ya da karların bugünkü kadar açılmadığı bir düzen düşlemek o kadar da zor değil.
Bu paragrafta sorduğun hemen her şeyin arkasında şöyle bir şey seziliyor sanki, “şimdiye karşı çıkacaksak, onun tam zıttı, ya da onun tam yokoluşu gerekli, eğer bunları bulamıyorsak hiç boşuna karşı çıkmayalım”. Ama arz talep teorisinin yerine bir şey koymadan da gelir uçurumunun azaltılmasını savunabilir, bunun için mücadele edebiliriz. Hiyerarşik işletme yapısı olduğu müddetçe üst altta ücret eşitsizliği evet olacaktır ama bu eşitsizliği azaltabiliriz. Burada bence belirleyici olan adalet mücadelesine nasıl bakıyoruz. Elbette devrim önemli çünkü sistem diye bir şey var, sosyoloji sağolsun bunu biliyoruz. Ama devrim tek şey değil ve elele tutuşup onu yeterince istersek de gelmeyecek. Devrim toplumsal adalet mücadelelerin birike birike, kazana kazana geldiği ve artık daha fazla ilerleyemediği, ilerlemek için düzeni topyekün değiştirmek zorunda kaldığı uzun soluklu mücadele maratonlarının sonunda geliyor görebildiğim kadarıyla. Gündelik, ufak tefek adalet kazanımları da önemlidir bu yüzden.
2.
“sonra, “işletmenin vicdanı yoktur” diyen kafanın tezini alıp benimsiyoruz, sonra onun anti-tezini alıyoruz” kısmını gerçekten anlayamadım, açarsana abi biraz.
“ki sonu emperyalizmle gelen sosyal haklara varıyor” Bu parantez gerçekten biraz garip olmuş bence Orkun. Belki açarsan oturur. Çünkü bu haliyle bence senin de düşünmediğin bir şeyi kastetmiş oluyorsun. Yani her sosyal hak illa emperyalizmimi getirir gerçekten de? Bu çok hak düşmanı bir düşünce olmaz mı? İlla kendimiz gibi garibanlardan ya da orta kesimden birilerine bedelini ödetmeden hak elde edemez miyiz sence gerçekten de? Bence böyle değil epey de örnekleri var. Çalışan sınıfın, yoksul kesiminin hak kazandığı ülkeler, coğrafyalar batı yani emperyalist ülkelerle sınırlı değil. Çok basit bir örnek mesela Brezilya’daki Lula ile başlayan dönemde gelir dağılımı ciddi şekilde adaletli yöne doğru değişti. Sayılar yok şu an aklımda ama bulabilirim.
Yukarıdaki yazıda anti-tezi İslami diye övüp, tezi gavur işilikle itham etmek gibi kaba ve basit bir şey yapmadığımı düşünüyorum abi ya amma gömmüşsün aşkolsun. Bir kere bence tezler ve anti-tezler senin koyduğun kadar net değil. İkincisi, metinde yapmaya çalıştığım bence çok basit bir sorunun izini sürmek: Bugün iş hayatında işçilerin hakkı yeniyor mu yenmiyor mu? Yenmiyorsa nereden, nasıl biliyoruz? Yeniyorsa buna İslam bir şey demez mi, derse ne der?
3.
Hata olasılığı çok yüksek demişsin zaten. Bence de öyle olmuş. Patronun cebine giren para sanıldığı kadar büyük bir kalem değildir meselesi üzerine epey araştırma yapmak lazım. Ama herhalde misal şunu biliyoruz ki ölçeği dünyaya kaydırdığımız zaman en zengin bin kişinin dünya gelirinin dörtte birine filan sahip olduğu gibi fantastik oranlara aşinayızdır. Burada senin dikkat çektiğin servet/gelir ayrımına doğru dikkat etmekte fayda var, ama gelirler de bildiğim kadarıyla oranlar fazla değişmiyor. Gözlemlerin kıymetli ama sınırlı sayıdaki orta ve küçük işletmelerde yapılan gözlemler resmin hepsini açıklamayabilir.
İkincisi senin bütün burada anlattığın koşullar sonuçta neoliberal kapitalizm koşullarına dair. Elbette o koşullarda yaşıyoruz onları göz ardı edemeyiz, ama sonuçta bu koşulları da değiştirmek için uğraşıyoruz, yoksa niye bunlarla uğraşalım. O yüzden parametrelerde oynamalar yapıldığı takdirde senin kurduğun mantık zincirindeki kimi akışlarda farklı durumlar ortaya çıkacaktır. Misal gümrük duvarlarının bugünkü kadar dibe vurulduğu bir dönemde olmasak rekabetin koşulları değişecektir, gibi.
Üçüncüsü herhalükarda senin kurduğun mantık tabii ki niyetin bu değil ama o zaman işçilere en az parayı ödeyelime gidiyor. Yani kapitalizmin mantığını anlatmışsın, evet kapitalizmin mantığı böyle işliyor, oyun böyle kurulmuş. Patronlar zalim oldukları, kalpsiz oldukları için değil, kapitalist yarışta ayakta kalmak için işçilerini eziyorlar. Ezmeseler belki kalamayacaklar. Ama işte mevzu o kadar siyah beyaz değil abi sonuçta. Yani bugünkü kapitalizm koşullarında bile bazı gri alanlar var, çalışanların çalıştıkları işyerini batırmadan elde edebilecekleri bir takım haklar da var. Kapitalizm her şeye rağmen o kadar ucu ucuna gitmiyor.
4.
“devrimci ufuk” meselesi karmaşık bir mesele. Burada bir devrim tartışması yapmak lazım, ben devrim meselesini biraz hafife aldığını, bence olduğundan daha basit bir şeymiş gibi gördüğünü düşünüyorum çoğu zaman. Ama emin değilim yani hiç oturup uzun uzun konuşmadık, böyle parça parça söylediğin şeylerden. Buna şimdi girmeyeyim, laf iyice dağılmasın.
“işçilerin mücadele pratiği içinde devrimci bir güç görmesi”… devrimci bir güç görmesi gerekmiyor kimsenin, bu kadar büyük bir şeyi görmeye gerek de yok. öyle bir şey de yok zaten, o yüzden görülebilecek bişi de değil herhalde, misal ben de görmüyorum. Müşterek şekilde hakkını arama, kapitalist hiyerarşide senden üstte olan senin hakkını yediğinde ona dur diyebilmek gibi bence çok daha mütevazi bir noktadayız. O noktada bile değiliz de genel olarak, işçi ortaya çıkan direnişler o noktadan başlamış oluyor ve buradan yavaş yavaş ilerleriz. Ne biz kendimiz, ne başkaları, ne toplumun geneli böyle bir düzeydeyiz zaten. Buradan başlayacaz, başlıyoruz, onu unutmamak lazım.
Şimdi gelelim yine Avrupalı işçiler meselesine. Favori konun:) Burada üç tezin var iç içe. Birinci Avrupalı işçiler ahlaksızlık yaptı, o yüzden işçilerden medet umulmaz. İkincisi Avrupa işçisi maddi kazanım sağladı ama bunun bedelini üçüncü dünya halklarına ödetti (ya da onların ödemesine ses çıkarmadı). Üçüncüsü de Avrupa işçisinin bu kazanımları kapitalistlere koymadı, onlardan bir şey götürmedi. Bunlarda kimi doğruluk payları olmakla beraber hiç birine katılmıyorum.
Birinci tez bence zaten sen de kabul edersin gibime geliyor ki biraz fantastik. Yani pire için yorgan yakmak türünden bişi zaten. Yani aynı mantığı misal şöyle kuralım: Türkler yanı başlarındaki Kürtlerin bunca yıl temel haklardan mahrum olmalarına ses çıkarmadılar, Türklerden bir cacık çıkmaz.
A. Bu Türklerden hiç mi ses çıkartan olmadı?
B. Türk ontolojik tarih üstü bir şey mi yani değişmez mi dönüşmez mi?
C. Türk Kürt’ün ezilmesine sessiz kaldığı için (evet bu çok kötü bir şey ama) tümden adaletsiz ve ahlaksızlıkla itham edilebilir mi? Türklerin bu zulme sessiz kalmalarının ahlaki sorumluluğunu (tamamen değil ama biraz olsun) ulus devlet denen süper güçlü ve hegemonik aygıtın rolü biraz olsun hafifletmez mi? Gibi gibi…
Ki bu örnekte yine Türk’te yani bir ulus devletin sınırları içersinde bir millette sınırlı kaldık genellemenin boyutu anlamında, senin genellemen bundan da fersah fersah genel.
İkinci tez Avrupa işçisinin maddi kazanımlarının bedelini üçüncü dünya mı ödedi? Buradaki matematik o kadar kolay olmayabilir. Ama diyelim ki üçüncü dünya emekçilerinden sömürülenler, birinci dünyadaki patronlara, oradan da bir kısmı birinci dünya işçilerine dağıtılmış olsun. Burada herhalde önce hırsızın hiç mi suçu yok diye sormak gerekiyor. Yani asıl suçlu/sorumlu işçiler mi bir kere. İkincisi işçiler mesela nasıl ses çıkartabilirdi? Yeterince ses çıkmadığına katılıyorum, ama kürt örneğinden misal (evet tam aynı şey değil ama bence şimdilik işimizi görür) aynı şeyi kendimize uygulayabiliriz. Ya da şöyle yapalım araya ülke koymayalım, aynı ülke, hatta işletmedeki hiyerarşiye bakalım. Benzer mantıkla avrupadaki işçilerin görece fazla maaş alması, üçüncü dünyadaki işçilerin az maaş alması ile ilişkiliyse, işyerlerinde bizim gibi beyaz yakalı diye tabir edilenlerin görece fazla ücret almaları, mavi yakalı ya da hizmetlilerin düşük maaş almaları ile biraz alakalıdır herhalde. O zaman misal biz ne yapıyoruz bu ilişkisellik için bizden altta olanlar için? Örnekler çoğaltılabilir. Ki Avrupa işçilerinin yaptıkları -evet az- güzel şeyler de var hiç yok değil. Şu an aklıma en dramatik örnek olarak apartheid rejiminin yıkılışında Amerikalı ve batı Avrupalı liman taşıma işçilerinin yaptıkları grevler geliyor, ki bu grevlerin somut etkisi olmuştu. Liman taşıma işçileri emek tarihinde hep radikalizmin ve dayanışmacılığın öncüleri olmuştur. Yani böyle örnekler de var yok değil.
Üçüncü tez: Abi uzatmışlar, rahatsız etmişler herhalde ki keynesçiliği bırakıp neoliberalizm diye bir şey çıkarttılar. 70lerin sonundan beri tüm batı dünyasında sendikalara yönelik son derece şiddetli bir saldırı var. ABD’de “işyerinizde sendika mı var bizi arayın, iki haftada temizleriz” diye reklam yapan yüzlerce “danışmanlık” şirketi var. Sendikalı oranları otuz yılda bütün batıda düştü, düşürüldü. O senin sürekli vurgu yaptığın batı’daki işçilerine sendikal mücadele sebebiyle güzel haklar veren fabrikaların çoğu kapandı, doğu avrupaya, güney amerikaya, asyaya filan taşındı. Bunları hep şundan söylüyorum, oldukça farazi bir yerden “acaba işçilerin mücadeleleri birinci dünya patronlarını canını yaktı mı yakmadı mı” diye tartışmak yerine somut olaylara tarihe bakarsak, yapıp edilenlerden işçi hareketinin patronların canını epey sıktığı görüyoruz.
Zaten çok uzattım affola. Şu kaygına katılıyorum, çok güzel ifade etmişsin: “benim merak ettiğim yine-yeniden, emek-adalet’in özgün bir görüş ortaya koyma çabası içinde, bu sorulara nasıl cevap verdiğidir/bulacağıdır?”
Bence de buna odaklanmak lazım. Bence bi kere bunu ancak birlikte yapabiliriz, yani ortak tartışma, istişare ve el birliği ile. Çünkü bir ya da birkaç kişiye havale edilebilecek meseleler değil bunlar.
Bi de Orkun reyiz az daha derli toplu gidelim da, bir yorumda elli tane topa girmişsin, toparlayacam derken ansikolopedi oldu. Daha nokta atışı tane tane gidersek daha verimli olabilir. Ama şart da değil yani sen bilirsin.