Yeni Bir Siyasete Doğru (2): İdris Küçükömer’le Bugüne

“Türkiye’de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye’nin solcuları gericidir. Türkiye’nin ilericileri “sağ” cenahta yer alan geniş İslamcı halk kitleleridir.” diyordu İdris Küçükömer, 1968 yılında Akşam gazetesinde yazdığı yazılarda ve tabii ki o yıllarda ve sonraki yıllarda da kabul gören sol ve sosyalist düşüncenin ana akımı tarafından tabiri caizse aforoz ediliyordu. Tıpkı Cemil Meriç’in ya da Kemal Tahir’in başına gelenler onun başına geliyor ve tercüme kitaplardan dogmatik bir şekilde sosyalizmi bu ülkeye getireceklerini zannedenlerin kadrine uğruyordu. Peki, neydi onları o kadar kızdıran şey niye bu kadar öfkelenmişlerdi?

Problem galiba şuydu, İsmet İnönü Ulus gazetesinde yayınlanan anılarında şöyle söylüyordu:  İkinci İnönü savaşları sırasında, Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde Subay ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastladık. Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım, içinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır, yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, kimse işitmesin millet düşmanınızdır.”1 diyordu. Görüldüğü gibi milleti düşman gören bir yönetici, bürokrat sınıf vardı ve milletin eğitilmeye ihtiyacı vardı, onlar hiçbir şey bilmezlerdi, onlara ancak öğretilebilirdi. O yüzden kamusal alanda bırakın bir takım görevlere gelmesini, sadece vergi veren, askerlik yapacak olan, efendi vatandaşlar olmak zorundaydılar. Bu tabii ki sadece Cumhuriyet’le birlikte başlayan bir süreç değildi, aslında Lale devri ve Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’dan beri süregelen bir ayrışmanın netleşmesiydi. Neydi bu ayrışma, yönetici, bürokrat sınıf ve karşısında eşraf, ayan ve köylüler sınıfı arasındaki çatışmanın iyice su yüzüne çıkması haliydi. Kendisinin Sosyalist olduğunu iddia eden birisi ise bu cahiller sınıfına ilerici, bürokrat ve yöneticilere ise gerici diyordu. O yüzden İdris Küçükömer hiç affedilemez birisiydi.

Ben kendi adıma İdris Küçükömer’le, tıpkı Cemil Meriç’le olduğu gibi ancak 90’lı yıllarda tanışabildim. Bu ne kadar acı bir şeydir ki, Türkiye siyasetine dair çok önemli sözler söyleyen bu entelektüelleri maalesef tanıyamadan yıllarımızı çatışmalarla geçirmiştik ve maalesef ters akan siyasi iklimin içinde kendimizi evimiz zannettiğimiz yerlerde bulmuştuk. Halbuki, bu evlerde tam bir gurbet psikolojisi yaşıyorduk. Kitapların yakıldığı yıllardan bahsediyoruz, bilgiden çok bilgi kırıntıları bulmaya çalışıyorduk. Kutsadığımız devlet, 12 Eylül darbesinden sonra bizi de, tıpkı bu devleti yıkacağına inandığımız “hainlerle”  aynı işkenceye tabi tuttuğunda, kendi adıma devletin kutsallığı kalmamıştı ama iş işten çoktan geçmişti.

Önümüzde 30 Mart yerel seçimleri var ve hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve bir yıl sonrada milletvekilliği seçimleri olacak, geçtiğimiz yılın 1 Mayıs’ından itibaren sürekli bir çatışma hali başladı ve devam ediyor. Gezi Parkı, Mısır darbesinin ve Suriye iç savaşının Türkiye’de ki yansımaları derken, 17 Aralık yolsuzluk operasyonları ve hükümet, cemaat kavgası bunu daha da yukarı çekti ve görünen o ki giderek de yükselerek devam edecek. Uzun bir süreden beri eski Türkiye’nin egemenleri olan TSK, Tüsiad ve Bürokrasi bu kavganın dışında duruyor. Tabii ben burada Ak Parti’nin kendi göreve getirdiği bürokratları (paralel yapı denilen) eski Türkiye’nin bürokratları arasında saymıyorum. Kısacası şu anda Ak Parti devlet olmuş durumda ve bu iktidar halinden üretmiş olduğu gücü kendisine karşı olduğuna inandığı herkese karşı orantısız bir şekilde kullanıyor.  Bu toprakların benim gördüğüm tarihinde, kim devlet olma yoluna girerse düzenle bütünleşiyor. İktidar olabilmenin en önemli yolu bu, rejime muhalif olarak gelen bütün partiler bir şekilde sistemin o otoriter halini tekrar tekrar üretiyorlar. En son olarak Ak Parti iktidarında bu hali görüyoruz çünkü ülkede iktidar olabilmenin “meşruiyeti” bu noktadan kuruluyor.

Şimdi gelelim seçimlere, eğer yanlış analiz yapmıyorsam bu seçimde Ak Parti güç kaybedecek, çünkü devlet olup yolsuzluğu aklamaya çalışmanın ve kontrolsüz güç kullanmanın karşılığı olarak halk içindeki sempatisi azalacak. Bunu niye böyle iddia ediyorum, çünkü bu halk sürekli çatışma halini ve kaosu tarihsel olarak reddetmiştir. Daha mutedil ve sakin bir hayatı tercih etmektedir, bu özellikle ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Sünni Türk toplumu için böyledir. Evet devlete kendilerine göre bir kıymet biçerler, evet devlet karşısında bir şey söylemek istemezler, otoriteye boyun eğerler ama özellikle seçimleri de, tepkilerini göstermek için kullanırlar. Bu aslında bir nevi Nasreddin Hoca veya Keloğlan halidir. Bugüne kadar hep asker, bürokrat, aydın denilen kesime karşı, sağcı halk kesimleri, kendilerini devlet olarak görenlere gerekli tepkiyi göstermişlerdir.  Bu sefer uzun bir süredir çok yüksek oy oranıyla destekledikleri bir partiye ve özellikle liderine karşı nasıl bir tavır takınacakları merak konusu. Burası son derece önemlidir ve bana göre iktidar partisi bu seçimlerden itibaren erime sürecine girecektir.

Bunu nereden mi çıkarıyorum, 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimler açık oy, gizli tasnif yöntemiyle yapıldığı için halk bir yandan korkusundan istediği oyu verememiş, diğer yandan gizli tasnifte yapılan usulsüzlükler sonucunda Demokrat Parti oyları yok edilmiştir. Fakat demokratik sayılabilecek ilk seçimler olan 1950 seçimlerinde Demokrat Parti % 52 gibi bir oy oranıyla iktidara geliyor, 1954 seçimlerinde oy oranını daha da yükseltiyordu, yavaş yavaş baskı oluşturmaya başladığı günlerde ve Vatan cephesi gibi oluşumlardan sonra oy oranı düşüyordu, 1957 yılında yine yüksek bir oy almasına rağmen halk arasındaki oy oranı azalmaya başlamıştı, çünkü devlet olma yoluna girmişti.  Fakat 27 Mayıs darbesiyle iktidardan uzaklaştırılırken, darbecilere en büyük destek akademisyenler ve “aydınlar”dan geliyordu. Halk darbeciler karşısında susuyor ama ilk seçimde Adalet Partisi’ni önemli bir oy oranı ile iktidara taşıyordu. 12 Mart muhtırası sonucu iktidardan alaşağı edilirken, kurulan azınlık hükümetleri sosyalistler üzerindeki baskıyı arttırıyordu. CHP’nin başına sivil bir alandan geçen Bülent Ecevit’in gelmesi ve “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganı uzun yıllar sonra sivilleşme belirtileri gösteren CHP’ye teveccühü çoğaltıyor, tabii Kıbrıs Barış Harekatı ve çıkarılan genel af Bülent Ecevit’i Türkiye’nin siyasi yıldızı haline getiriyordu. 1977 seçimlerinde CHP’yi uzun bir süreden beri gördüğü en yüksek oy oranına çıkaran Karaoğlan seçimden sonra iktidar olabilmek için AP’den transfer edilip her birine bir bakanlık verilen 11 milletvekili ile kurdukları iktidar, o dönemin en kötü yönetimini gösteriyordu. Öyle ki o dönemin Milli Cephe iktidarlarına bile rahmet okutuyorlardı. Tabi unutmamak gerekir ki Tüsiad bütün gazetelere verdiği boy boy ilanlarla hükümet karşıtı bir tavır alırken, bir yandan da piyasada var olan mallar bir anda yoklara karışıyordu. Ülkeyi saran çatışmalar giderek kitlesel boyutlara varıyordu. 1 Mayıs katliamı, Maraş, Çorum katliamları ülkeyi giderek bir mezhep çatışması tehlikesine sokuyordu. Bunun neticesi olarak 1979’da yapılan ara seçimlerde AP, 5 milletvekilliğinin hepsini kazanıyordu.

Aynı şekilde 12 Eylül’de bir kez daha ordu devreye giriyor ama ilk seçimlerde Güvenlik Konseyi tarafından kurulan MDP’ye rağmen halk ANAP’ı birinci parti, Halkçı Partiyi ikinci yapıyordu. Darbecilerin partisi sonuncu oluyordu. 1989’a gelinirken Turgut Özal Cumhurbaşkanı oluyor ama ülkede bir yandan yüksek enflasyon, bir yandan da yolsuzluklar, önce yerel seçimlerde, sonra genel seçimlerde muhalifleri iktidara taşıyordu. Bu arada Kürt sorununda şiddet sarmalı giderek tırmanıyordu. Yani devlet olmaya başlayan ANAP iktidardan indiriliyordu. 90’lı yıllarda merkez sağ ve sol partilerin yaptıkları koalisyonlar sırasında ekonomik krizler, terör meselesi ve yolsuzluklar sonucu bu partilerin prestij kaybetmesi 70’li yılların CHP’sinin kullandığı sloganların benzerlerini kullanan ama halkla bütünleşmesi daha organik olan Refah partisinin önünü açıyordu. 1994 yılı yerel seçimlerinde iktidara gelmeye başlayan Refah ilk genel seçimde birinci parti oluyordu. Kurulan Refah-Yol hükümeti 28 Şubat sürecinde yıkılıyor ve yerine azınlık hükümetleri kuruluyordu. 28 Şubat sürecinden sonra bir geçiş hükümeti olan DSP-MHP-ANAP hükümeti ekonomik olarak gemiyi karaya oturtuyordu. Bu ekonomik bunalım, Saadet Partisinin bölünmesi ile ortaya çıkan Ak Partiye iktidarı altın tepsi ile sunuyordu. Ak Parti birçok darbe girişimi ile karşılaşıyor, 27 Nisan e-muhtırasına karşı gösterdiği dik duruşu ile oy oranını % 50’ye çıkarıyordu.

Görüldüğü üzere halk iktidara karşı muhalefeti iki alanda geliştiriyor, sandıklardan sonuçlar tamda o biçimde çıkıyor. Birincisi terör, ekonomik kriz, yolsuzluklar tercihi belirliyor. İkincisi ise kim devlet olma yoluna girerse halk ona karşı tavır alıyor. Peki bu kitleler niye böyle bir tavır alıyorlar. Bir yandan devleti kutsarken, diğer yandan da kim devletleşme yolu seçiyorsa onu iktidardan indiriyorlar. Ya da kendini devamlı devlet zanneden siyaset ve bürokrat birlikteliğine karşı bir tavır sergiliyorlar.

Bunun analizi için biraz İdris Küçükömer’e bakalım. İdris Küçükömer Osmanlı’nın bir türlü Kapitalistleşemediğini ve bunun sonucunda da ülkenin batının ilerlemesi karşısında oradan devşirdiği bir takım kurumlarla, Batı ile mücadele edebileceğini zannettiğini söylüyor. Fakat bırak mücadele etmeyi, yapılan üst kurum değişikliklerle daha hızlı bir şekilde teslim olduğunu ve imparatorluğun dağılma sürecinin hızlandığını ifade ediyor, üstelik iktidara gelen kişi veya grupların batılı hayat tarzından halkın sürekli olarak nefret ettiğini ifade ediyordu. Ülke kapitalistleşememişti çünkü,

“Asıl üretim aracı olan toprak Allah adına padişaha aittir. Her ne kadar 16. Yüzyılda şahıslara ait özel mülk ya da çiftlikler varsa da bunlar bütün topraklar içinde büyük bir önem taşımaz. Ayrıca imparatorluğun doğuda sınır ve harp bölgesinde mevcut “hanedan” toprakları da bütün imparatorluk içinde tarihi süreci açıklamada ihmal edilebilir. Allah adına padişaha ait topraklar, has, tımar, zeamet, verilenlerin tasarrufuna bırakılır. Bunlarda padişaha biçimi ne olursa olsun, bu tarım alanından bir çeşit belli miktarda vergiyi doğrudan (haslardan) ve yine belli miktarda sefere hazır asker beslemek suretiyle dolaylı (tımar ve zeametlerden) verirler. O halde artığın bir bölümü tımar sahiplerine kalmaktadır. Artığın diğer bölümü ise padişahın rütbe verdiği; Ulema (ruhban) grubuna, Yeniçerilere, Tımar sipahi vs. diğer yöneticilere gitmektedir. Emekçiler karşısında bir üretim gücüne sahip olarak sadece padişah vardır. Padişah sınıf olmadığı gibi, onun rütbe verdiği ve istediği zaman değiştirebildiği alt gruplar bir sınıf değildir. Durum böyle olunca üretim aracı sahibi olmadan artıktan bir kısmı alabilmek ve bunu devam ettirebilmek, padişahla ters düşmemeye, ona sadakate bağlıdır. Ayrıca artığın elde edilebilmesine yarayan mevkilerin, eski ve yeni katılan yöneticiler, askerler arasında değişebilirliği, bunlar arasında bir grup beraberliğini değil, tersine rekabeti teşvik ederdi. Bu rekabet onların grup olarak güçlenememelerini ve padişaha tabi olmalarını sağlardı. Kısaca Osmanlı mülkiyet ilişkileri padişahın merkezi egemenliğinin kaynağı olurdu. Bu ilişkiler içinde üretim aracı sahiplerinin sınıfsal dövüşe kalkabilme özelliği bulunmayacaktı”2 diyor ve ekliyor “Bu yoldan elde edilen artık, üretim araçları sahipliğini sağlamaya ya da pekiştirmeye yaramayacaktır, esas olarak tüketime gidecektir.”3

Tabii bu arada imparatorluğun sınırları büyüdükçe gelirler artmakta, fakat giderler daha fazla artmaktaydı ve diğer yandan,  “Batıda tarihi gelişme olarak merkantilist genç burjuva sınıfı ile kral beraberliğinden kurulan milli krallıklar, daha üstün teknolojisi ve ona bağlı ordu ve donanmasıyla Osmanlıları hem batıda ve hem de doğuda artık durdurmuştur.”4 Devlet acilen bu durumdan bir çıkış aramaktadır ve geçici çözümlerle durum daha da karmaşık ve kalıcı hale gelmektedir.

“Devletin giderek artan acil giderlerini karşılamak üzere normal hatta zorlayarak başvuracağı iç kaynaklar yetersiz olunca, bütün bu koşullar, İmparatorluğun üretim güçlerinin gelişmesini durduracak, hatta onları eritecek tarihi objektif bir tuzağı ya da kapanı yaratacaktır. Söz konusu kapan bir sonuç iken koşul haline gelecek ve koşul-sonuç ilişkisi devamlı bir devinmeye uğrayacaktır.”5 Görüldüğü gibi imparatorluğun giderlerinin giderek artması ve gelirlerini arttırıcı önlemlerin alınmaması bir sünger vazifesi görürken bazı tedbirlerde alınmaktadır. “Giderleri karşılamanın Fatih Sultan Mehmet’ten beri klasikleşmiş diğer bir yolu olan ayarı düşürülmüş para çıkarmaya, yani enflasyona çok daha sık başvurulacak, esasen yetersiz üretim ile gıda maddeleri fiyatları yükselmeye devam edecekti.”6 Tabii ticari sermaye oluşup, imalat sanayine akmadığı için tefecilikte, kapitalist gelişmeye has bankacılığa ve sermaye piyasalarına dönüşmemişti. Bu durum ise “İmparatorluğa kendi kanını emdirerek üretimde gelişmeye engel olmuş, ona durgunluk ekonomisi niteliğini getirmiş, kalıntısı günümüze dek sureti fasit bir daire yaratmıştır”7 

Bu durumda koşullar sonuç yaratmış ve sonuçlarda koşul olmuştur. Süreç bu şekilde yürümüştür bu ise özellikle tarımsal kesimde hoşnutsuzluk yaratmış, çift bozan köylüler Celali isyanlarını başlatmışlardı. Bu durumda ise iki şey ortaya çıkıyordu.

  • “Batı merkantilizminde olduğu gibi üretim aracı sahibi sermayedar bir sınıf ve ona has kurumlar (Banka vs.) ortaya çıkamıyordu.
  • Temel üretim aracı olarak kalan toprağa genel olarak sahip Padişahın bu sahipliğine dayalı olan kurumlarda çözülme başlıyor ve bu giderek büyüyordu. Böylece padişahta toplanmış olan politik güç bölünüyor, bölünme ile beraber üretim ilişkileri filizleniyordu. 

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde Batının üstünlüğü kabul ediliyor ve Damat İbrahim Paşa bir yenilik hareketi başlatıyordu. Bu hareket Yeniçerilere ve onlarla iç içe geçmiş loncalara esnafına göre küfür sayılacaktı. Lale devri bir yandan masrafçı yaşantısı ile İstanbul halkı (esnafı, yeniçerisi vs.) ile ters düşmüştür. Öte yandan sanayileşme hareketi, istihdam edici bir fonksiyona sahip olsa dahi, yeniçeri esnaf çıkarlarına karşı olmuştur. İşte bu iki özellik birlikte Patrona Halil isyanına sebep olmuştur. İsyan hem Lale’li yaşantıyı ortadan kaldırmış ve hem de sanayileşme hareketini dağıtmıştır. Ama temeldeki asıl sebep yeterli bir üretim güçleri genişlemesinin olmamasıdır. 

İşte bu Lale devrinde, yaşantısı ve devletçiliği ile bugünkü “Ortanın Solu” denen hareketin çok küçük bir çekirdeği görülebilir. Ve aynı zamanda bu devrede bütünüyle karşı çıkan esnaf, yeniçeri, ulema birliğinde bugünkü İslamcı halk cephesinin bir geçmişi bulunabilir.”8

Görüldüğü gibi ilk ayrışma Lale devri ile başlıyor sonra 1. Ve 2. Meşrutiyetler, İttihat ve Terakki ile devam ediyordu. Yazarımız bu konuda şöyle diyor. “İngiliz ticaret anlaşması ile Yeddi Vahit sistemi kaldırılmıştır. Bu sistem devletin ekonomik hayatta sahip olduğu gelir sağlayan tekelci nitelikte kontrol haklarını kapsıyordu. İmparatorlukta herkes mal alıcısı ve satıcısı olamazdı. İşte bu haklar, bütün yerli tekelci sistem (yerliler için ağır bir takım kısıtlamalar olduğu halde), yabancı tacirler için kaldırıldı. Yabancılar % 5 gibi düşük gümrük resmi ödedikten sonra Osmanlı ülkelerine istedikleri malı getirip serbestçe satabilirlerdi. Hatta sadece dışarıdan getirdikleri malı değil, Osmanlı topraklarında üretilen herhangi bir malı da bir yerden alıp,  diğer bir yerde rahatlıkla satabilirlerdi. Böyle bir liberalizm sanıyorum dünyada yeni uygulanıyordu.”9  sonra devamla “İngiltere’de ithalat tahditleri kanunu daha çok mera halindeki büyük toprak sahipleri aristokratlara karşı, dışarıdan ucuz gıda maddeleri getirilerek emek maliyetini düşürmek isteyen sanayicilerin zoru ve iktisatçı David Ricardo’nun sözcülüğü ile ancak 1846 yılında yürürlükten kaldırıldı. İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasının tarihi ise 1838 idi. Bu anlaşmayı hasta yatağında 2. Mahmut’a kabul ettiren Mustafa Reşit paşadır. Değisik ülkelere de benzer imtiyazlar verildi. Makineli batı sanayii, mevcut ve gelişmemiş Osmanlı imalat sanayii’ni 40, 50 sene içinde sildi süpürdü. Peki bu üretim güçlerinin dramatik yoldan yok olması ile ona bağlı iş sahipleri, esnaf ve onlarla iş bölümü içinde ilişkisi olan diğer üreticiler, halk ne oldu? Bu halk Yeniçeri kalıntılarını da kapsayan İslamcı- Doğucu görüntüde halk cephesinin içinde yer almak zorunda idi şüphesiz! 1840’da tımar sistemi tamamen kaldırıldı. Bu dönemde işsizlik bir yandan artarken imparatorluk saraylarında ve büyükelçiliklerde balolar veriliyordu. Bu baloların benzerlerini, hatta devamını daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası döneminde, yoğaltım mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında Anadolu kasabalarında halkın nefreti altında verilen Cumhuriyet balolarında görmemek mümkün mü!”10 

Görüldüğü gibi halk bir yandan fakirleşirken diğer yandan yönetici sınıflarla arasındaki yabancılaşma artıyordu.

“1854’te ilk defa 3.3 ve 1855’te 5.5 milyon Osmanlı altını değerinde, fakat İngiliz lirası üzerinden borçlanmalar oldu. İmparatorluk,  Duyun-u Umumiye Antlaşması’na sürüklenecekti. Batı kapitalizmi artık bilinen her şeyiyle imparatorluğa girip onu dağıtıyor ve kendine gerekli olanı da kontrol altına alıyordu. Üretim düzeninin aşağıdan gelen gerekleri olmadığı için,  Osmanlı toplumunun üst yapısında garip bir ikileşme gerekiyordu.  İslami hukuk yanında, Avrupai hukuk kurumları yer alıyor, medreseler yanında asri denen okullarda eğitim yapılıyordu. Müslümanlara ayrı, azınlık Hıristiyan’lara ayrı hukuk uygulanıyordu. Şüphesiz bu kuruluşlarda yer alanlar ve yetişenler birbiriyle ahenk içinde birlikte olabilecek değillerdi.”11 

Bu şekilde 1876’da ilan edilen birinci meşrutiyete gelinecekti. “Birinci  Meşrutiyet ile birlikte toplumda ikileşme iyice belirecekti. Halk üretim güçleri tasfiyesinin ve işsizliğin nedenini ya Batılılaşma ile kolayca girmiş olan emperyalizme, ya da üst yapı kurumlarının bu arada kültür kurumlarının alınışına bağlayabilirdi. Laikliğin getirilişine şahit olan halk yığınları,  giderek teokratik hükümdar,  Sultan Abdülhamit’in yanında yer alırdı. Abdülhamit,  1890’da ne yapmalı diye sorduğunda, kendisine verilen iki projeden izzet bey’in İslam birliği projesini kabul etmişti.  Batıcı bürokrat grubu ile padişahın birlikteliği böylece bitiyordu.”12 

Görüldüğü gibi batıcı bürokrat grubu ile Abdülhamit arasındaki çelişki, o grupla halk arasında da başlayacaktı. Bu arada Selanik’te İttihat ve Terakki kurulacak, her ne kadar yöneticileri Türk olmasalar da en önemli sloganları “Türkiye, Türkler içindir” olacaktı. Günümüzde sistemin amiral gemisi olan Hürriyet gazetesinin “Türkiye, Türklerindir” sloganına ne kadar benziyor değil mi? İmparatorluk bu karışıklıklarla ve herkesin imparatorluğu kurtarma hayalleriyle uğraşırken iki yıl sonra Abdülhamit Meşrutiyet yönetimini kâğıt üzerinde olmamakla beraber fiili olarak sonlandırmıştı.

“1902 yılında Paris’te yapılan jöntürk kongresi çok önemlidir. Bu toplantı Osmanlı toplumunda artık iyice  beliren ikileşmenin yani Batıcı bürokratlar ile onlara karşı olan İslamcı- Doğucu halk cephesine dayanılarak fırkalaşma eğiliminin çekirdeğini ortaya çıkarmıştır. Her iki grup da burjuva sınıfının yaratılmasında ittifak halindeydiler. Bir grup merkeziyetçi bürokratik niteliğini devam ettirip, devlet mekanizmasıyla yerli kapitalist burjuvaları yaratmak istiyordu, diğer grup ise Âdem-i merkeziyetçi idi. Burjuvaların ortaya çıkmasının ancak devletin ekonomik hayata katılmaması ile sağlanabileceğini kabul ediyordu, klasik liberal görüşü benimsiyordu. Batıdan esinlenen bu görüş, orada kapitalizmin aşağıdan yukarı gelişmesinin, merkezi devlet baskısından kurtulma ile ve ülkenin mahalli yönetimi sayesinde olduğunu kabul etmektedir. Merkeziyetçi grup bu görüşün imparatorluğu parçalayacağı kanaatindedir. Oysa özellikle milli sanayiye ait üretim güçlerinin hemen de tamamen tasfiye olduğu, kaynaklarına emperyalistlerin el koyduğu yarı sömürge halinde bir imparatorlukta, iki tarafında görüşü bir anlamda ütopikti.”13

Bu toplantıdan sonra Jöntürkler ikiye ayrılıyorlar ve Merkeziyetçiliği savunanlar, Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetini kuruyorlar, ikinci grup ise, Teşebbüsü şahsi ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kuruyorlardı. Bu ayrılık öyle ki ikinci Meşrutiyetin ilanından sonra tüm imparatorluğu tabiri caizse ortadan ikiye bölecekti. Bu siyasi mücadeleden merkeziyetçi İttihat ve Terakki galip çıkacaktı. 31 Mart vakasında tam anlamıyla bir provakasyonla ayaklanmayı başlatacaklar, daha sonra bunu muhalefeti ezmenin bir bahanesi olarak kullanacaklardı. Abdülhamit’i padişahlıktan indireceklerdi ve 1913 yılında İttihat ve Terakki,  Bab-ı Ali baskınıyla kendi iktidarlarını sağlamlaştıracak ve Türkiye tarihine darbeleri sokacaklardı. İdris Küçükömer işte bu ayrışmayı kendisine göre şöyle sınıflıyor:

SOL YAN: Yeniçeri-Esnaf-Ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı halk cephesine dayananlar 

  • Jön Türklerin Prens Sabahattin Kanadı, Hürriyet ve İtilaf
  • İkinci Grup ( Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Müdafai Hukuk cemiyetinde)
  • Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi

SAĞ YAN: Batıcı- Laik bürokratik geleneği temsil eden

  • Jön Türklerin Terakki ve İttihad kanadı, İttihat ve Terakki ( Önce cemiyet, sonra fırka)
  • Birinci Grup ( Birinci Büyük Millet Meclisinde Müdafai Hukuk Cemiyeti’nde )
  • CHF (Partisi ), CHP-MBK ( Milli Birlik Komitesi ), CHP ( Ortanın Solu ) [14]

Bu tarihten sonrada bu ayrışma devam etmiş ve bu bürokrat cephenin karşısında kim yer almışsa halk ona oy vermiştir ama kim devletleşmeye başlarsa halk bir şekilde ona karşı tavır geliştirmiştir. Bana göre artık devlet olmanın bütün gereklerini yerine getiren ve bu merkeziyetçi devlet geleneğini dönüştürüp Neo Kemalist düzene giriş yapan Ak Partiyi’de ne kadar karartma işlemi yaparsa yapsın aynı sonuç beklemektedir.

Notlar

1) Ulus Gazetesi 17 Mayıs 1968

2) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.190.

3) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.190.

4) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.193.

5) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.194.

6) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.195.

7) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.195.

8) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Osmanlılarda Kapitalist Düzene neden geçilemedi s.196-197.

9) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.72.

10) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.72-74.

11) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.79.

12) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.81.

13) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.83-84.

14) İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Ortanın Solunda Paşalar ve Abdülhamit s.86.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir