Yeni Bir Siyasete Doğru (1)
STATÜKO VE HALK
“Malı çok olanın insanlara ihtiyacı azalacağına çoğalır. İnsanlara ihtiyacının çok olması, amacını elde etmek için Allah’ın buyruklarına aykırı yerlerde bile onlara yaltaklanmaya, amacına ulaşamayınca bu sefer onlara düşmanlık beslemeye, arkadan çekiştirmeye, ara bozmaya ve benzeri kötülüklere başvurmaya başlar. Her iki halde de yalan söylemeye başlar. Süreç bununla da bitmez, sonunda kuvvete de başvurur.”
İmam-ı Gazali
“Statüko, risk almak istemeyen ve konforlarını devam ettirmek adına her türlü yalanı üretebilecek bireyler yaratır.”
Onur Ünlü
Statüko, süregelen düzenin korunması durumu, sürer durum demek, yani mevcut olan sistemin değiştirilmeden devam ettirilmesi isteğidir. Sistemin devam etmesini kim ister, o andaki mevcut durumun egemeni kimse, üretim araçlarına kim hükmediyorsa, zenginliği kim paylaşıyorsa tabiî ki sisteminde devam etmesini ister, yani statükodan yana olanlar o kişi veya gruplardır. Ayrıca mevcut sistem içerisinde bir şekilde rahat yaşayabilenler ister. (Memur, bürokrat vb.) Her sistem veya yönetim kendi egemenini yaratır ve statükoyu onlar kurar ve devam ettirir. Süreç içinde iktidarlar bir şekilde değişir ve hepsi kendi statükosunu oluşturur. Sistemi mevcut haliyle sürdürmek isteyenler ise mevcut hali sürdürebilmek adına her şeyi yapabilecek konuma gelirler. Tarih boyunca bir kabilede de, bir şehir devletinde de, bir imparatorlukta da, ulus devletlerde de iktidarlar oluşur ve bu iktidarlar kendi egemenliklerini devam ettirebilmek adına her türlü şeyi yapabilecek bir duruma gelirler, çünkü buradaki esas olay iktidar denilen cazibe merkezinin oluşturduğu statüko halidir.
Bizlere öğretilen tarihte 1789 Fransız devrimi ile birlikte eşitlik, özgürlük rüzgarlarının bütün dünyayı etkilediği ve bunun modern zamanlara geçişin en önemli basamağı olduğu idi. İmparatorluklar yıkılıyor yerine ulus devletler kuruluyordu. Aslında Avrupa merkezli bu hareketler oluşurken, Merkantalizm’in başından beri var olan sermaye birikimi hareketleri çoğalıyor ve yeterince güçlenen Burjuva sınıfı artık iktidarı Aristokratlardan devralıyordu. Bu aynı zamanda Dünyada tek tipleşmenin başlangıcı idi. Artık yeni egemenlerimiz belli olmuştu ve Eric Hosbawm’ın kitabının adıyla söylersek Aşırılıklar Çağında statükonun sahipleri belli olmuştu. Bir yandan da o dünyada bu statükoya karşı koymaya çalışan işçi ve yoksul ayaklanmaları ortaya çıkıyordu. 1917 Ekim devrimi ile birlikte Dünya yeni bir iklimle tanışmaya başlamıştı. Eşitlik türküleri bir coğrafyada kendine karşılık bulduğunu zannetmişti. Fakat yine aynı şey olmuş, iktidar olgusu kendi egemenlerini yaratmıştı. Belki de bu yüzden insanlığın rüyası olan eşitlik ve paylaşım ülküsü başka bir bahara kalmıştı. Bu aynı zamanda bir devrin sonu olmuş Sovyetler Birliği ve çeperindeki sosyalist ülkeler domino taşları gibi birer birer düşerken hep beraber zannetmiştik ki yepyeni bir bahar geliyordu. Francis Fukuyama Tarihin Sonunun geldiğini müjdeliyordu. Çok geçmeden gördüğümüz yalancı düşten uyanmaya başlamıştık.
Eşitlikten yana bir dert vardı, bunu başaramadık, bari zenginleşelim diye düşündük. Peki, zenginleşebildik mi, kaçımız sistemin içine girebildik, kaçımız sistem dışına düştük ve kimler bu dönemde kendi zenginliklerini oluşturdular.
Dünya, zenginliğin yanı başında derin ve şiddetli bir yoksullukla karşı karşıyadır. Dünya nüfusunun % 10’u, toplam mal ve hizmetlerin % 70’ini üreterek dünya gelirinin % 70’ini elde etmektedir ki, bu yaklaşık kişi başına yıllık ortalama 30,000 ABD Dolarına denk gelmektedir. Öte yandan 6 milyarlık dünya nüfusunun 2.8 milyarı -yaklaşık yarısı- günlük 2 dolarlık yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu nüfusun 1.2 milyarı ise (yaklaşık beşte biri), günlük 1 dolarlık sınırın altında yaşamlarını idame ettirmek zorundadır. Zengin ülkelerde 100 çocuk içinde 1’den az oranda çocuk beş yaşına ulaşamamaktadır. Yoksul ülkelerde ise, 100 çocuk içinde 5’den fazla oranda çocuk beş yaşına ulaşamamaktadır. Zengin ülkelerde beş yaş altı çocuk nüfusunun yüzde beşi yetersiz beslenme ile karşı karşıyadır, fakir ülkelerde ise bu oran yüzde ellinin üstündedir. En zengin 20 ülkenin ortalama geliri, en fakir 20 ülkenin gelirinin 37 katıdır ve bu fark son kırk yılda ikiye katlanmıştır. [1]
Rahatlıkla anlaşılabileceği gibi artık ulus ötesi şirketlerin dünya üzerindeki egemenliği söz konusudur ve ulus devletler bu şirketlerin yardımcı organları haline dönüşmüştür. Her yıl Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumunda bu statüko halinin devamı için toplantılar yapılmaktadır. Nitekim bu yıl Dünya sisteminin dışında duran İran’da içeri çekilmeye başlanmış ve bu zirveye katılan Ruhani’ye övgüler yağdırılmıştır.
17 Aralık operasyonlarından bu yana 57 gün oldu ve yaklaşık 2002’den 2011 yılına kadar, (ben en azından araların açılmasını 2011 seçimleri sonrası olarak görüyorum.) kol kola giren ve eski statükoyu yer ile yeksan eden Hükümet ve Cemaat arasındaki süren kavgada söylenenlere, hakaretlere, dinlemelere ve ortaya saçılan pisliklere bakınca, bu nasıl bir kin, bu nasıl bir düşmanlık diyesim geliyor ama daha düne kadar birbirlerine övgüler düzüyorlardı. Daha geçen sene Başbakan Türkçe olimpiyatlarında Fethullah Gülen’e sılaya dön çağrısı yapmıyor muydu? Ya da Fethullah Gülen, Başbakan ve Hükümet için hayır duaları yollamıyor muydu? Ne olmuştu da böyle birbirleri ile kanlı bıçaklı olmuşlardı.
Ben burada herhangi bir neden aramaktan çok kavganın iktidarı paylaşamamaktan ileri geldiğini düşünüyorum. Yani mesele kısaca şöyle cereyan etmişti. 2007 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ortaklığın pik noktası olmuştu. 2002 seçimlerinden itibaren Hükümete sonsuz bir şekilde destek koyan Cemaat bir yandan Belediye veya Merkezi hükümetten aldıkları ihalelerle ekonomik olarak kazanırken, diğer yandan çok uzun süreden beri devlet içinde yer alan kadroları (özellikle yargı, emniyet ve bürokrasideki kadroları) önemli görevlere getirilmeye başlanmıştı. Çok uzun bir süreden beri sözü edilen emniyet içindeki kadrolaşma hareketi artık devletin her kademesinde oluyordu ve önemli mevkilere yerleşiyorlardı. 27 Nisan muhtırası ve sonrasında gelişen olaylar sonucunda gidilen seçimlerde % 48 gibi bir oy oranına ulaşınca ilk iş olarak Ergenekon soruşturmasının düğmesine basıyorlardı. Çünkü Danıştay saldırısı, Hrant Dink, Rahip Santoro ve Zirve kitabevi cinayetleri gibi olaylar bir darbe için zemin hazırlıyordu. Sonra Cumhuriyet tarihinin dokunulmazları muvazzaf ve emekli TSK mensuplarına dokunuyorlar, Balyoz, İnternet andıcı gibi davalarla da müesses nizama diz çöktürüyorlardı. Yani Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kendilerini bu ülkenin sahibi zannedenleri sistemin dışına atıyorlardı. Artık statüko el değiştirmeye başlamıştı. Bunun en önemli fotoğrafı 2012 Yüksek Askeri Şura sonrası Başbakan’ın masanın başında tek başına vermiş olduğu pozdu.
Cemaatle olan ortaklık aynı zamanda KCK davalarında da sürüyordu, BDP’li politikacıların neredeyse yarısından fazlası KCK davalarından gözaltına alınıp, yargılanırken bu operasyonları yine bu kadrolar yerine getiriyordu. Bölgede neredeyse yargılanmayan BDP’li politikacı kalmamıştı. Bütün bu tarihçeye bakınca görülecektir ki el ele gerçekleştirdikleri bu operasyonlardan sonra iktidar paylaşımı noktasında problem çıkmıştır. Başbakan bırakın iktidarını birileri ile paylaşmayı, kendisini başkanlık, ya da yarı başkanlığa getirebilecek olan bir sistemin arayışlarına girmiş, bütün gücü temerküz etme yoluna gitmiştir. Buna karşılık bu hamleyi bertaraf edebilmek için MİT müsteşarına bir operasyon yapılmaya kalkılmış buda kavganın kamuoyu önündeki fitilinin ateşlenmesine sebep olmuştu. Evet eski statüko yok edilmiş ama yeni statükonun sahibinin kim olacağının kavgası verilmeye başlanmıştı.
Öyle bir ülke düşünün ki devlet bir yandan ekonomide küçülüyorum diyecek, diğer yandan da devletin bütün yatırımlarını merkezden yapacak yani devleti ekmek kapısı haline getirecek. TOKİ şu anda ülkenin en büyük müteahhit kurumu haline gelmiştir. Bir yandan köylüyü destekleme alımlarını terk ederek özel sektörün kucağına atacak, diğer yandan da üniversite mezunu gençlerin çoğunun tek ekmek kapısını KPSS sınavı ile devlet memuriyeti haline getirecektir. Aslında devlet küçüldüm derken daha da büyük güçlerin merkezileştirildiği bir devlet haline dönüşmüştür. Bu kadar büyük gücün temerküz edildiği bir yerde de böyle bir kavganın kopmasından daha doğal hiçbir şey olamaz.
Görüldüğü gibi 1. Cumhuriyet’i devre dışı bırakan iki güç, önceleri kendilerini destekleyen, TÜSİAD ve liberalleri de ekarte edince zirvede yalnız kalmışlar ve o gücü ele geçirebilmenin kavgasını vermektedirler. Bu aynı zamanda içinde bulunduğumuz sistemin bir krizidir. Bu arada o bertaraf ettikleri güçlerde hazır vaziyette bu kavgadan çıkacak sonucu beklemekteler, ona göre tavır alacaklardır.
Peki, halk bu kavganın neresinde yer alıyor. Bana göre halk bu kavgada sadece figüran rolünde, 4-5 yılda bir sandığa gidiyor, oyunu kullanıyor ama örneğin sokağının kaldırımları bile değiştirilirken kendisine sorulmuyor. Kentsel dönüşüm kararları alınıyor, bu kararların hiçbir yerinde yoklar ama söz halka gelince “Milli İrade” deniyor, nasıl bir iradeyse, kapısının önüne park mı yapılacak, AVM mi yapılacak hiçbir kararda yok. Örneğin temel insan hakkı olan elektrik, su ve ısınma için yakacak parasına anormal ödemeler yapıyor. Vergi veriyor, verdiği vergilerin nereye harcandığına dair hiçbir fikir beyan edemiyor. Örneğin zararları nedeniyle iflas eden bir şirkete el koyan iktidar onu hiç kimseye danışmadan herhangi bir gruba üstelik de devlet bankalarından kredi kullandırarak veriyor, bir bakıma hibe ediyor, bununla ilgili yargı dâhil hiç kimse müdahil olamıyor. Halk bunun neresinde, hiçbir yerinde yok.
Rahmetli Şeriati Dine Karşı Din kitabında şöyle diyordu: “Bütün dinlere bakınız, inceleyiniz. Musa (a.s.) zamanının üç simgesine mi karşı çıkıyor? Karun zamanının en büyük sermayedarı, servet sahibi idi. Belam-ı Baur zamanın şirk dininin en büyük din adamı idi. Firavunda zamanının en büyük siyasi gücünün simgesi idi. Yoksa statükoya mı karşı çıkıyor? Statüko ne idi? Sebti azınlığın, Kıpti ırkı karşısında esaret ve zillet içinde oluşu. Kıbtinin Sebtiye üstün sayılması şeklinde beliren ırk ayrımına, bir ırkın diğer ırka tahakkümü şeklinde beliren toplumsal duruma, bir ırkın esaretine karşı çıkıldı.” [2]
Evet, Ali Şeriati’nin söylediği şey çok önemli statükoya karşı çıkmak, azınlığın çoğunluğa hükmüne karşı çıkmak işte asıl olan budur. Bugün bu kavga çok dar bir kadro içinde sürüyor ve bunun ceremesini halk çekiyor ve yarın ortalıktan toz duman kalkınca yine bu kavganın bakiyesini halk ödeyecektir. O zaman bugünkü statükoya karşı çıkmak işte asıl yapılması gereken budur. Halkın temsili demokrasiden, katılımcı demokrasiye geçiş zamanı gelmiştir. Artık gücün bir yerde temerküz edilmesi değil, dağıtılması gerekmektedir. Bizim yarı diktatoryal yönetimlere değil, halkı bu yönetimlerin içine çekecek, meşveretin oluşacağı bir demokrasiye ihtiyacımız vardır. Halife Ömer’e Cami’de yanlış yaparsam ne yaparsınız diye sorduğunda seni kılıçlarımızla düzeltiriz diyen ümmet gibi yöneticilerini kendi güçleri ile düzeltebilecek ve ona doğru yolu gösterebilecek bir halka ihtiyacımız vardır.
Yolumuz uzundur, zordur ama imkânsız değildir, şüphesiz en doğru hesabı yapan Allah’tır.
[1] DPT, 2010 Yılı Ekonomik Raporu.
[2] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, s. 31, 33.
eline sağlık abi. nacizane ufak bir kaç ek yapayım.
Neo-liberalizmin özelliklerinden biri, ulus devletlerin geriye çekildiği, uluslararası şirketlerin hakimiyet alanına girdiği anlatısını çok vurgulaması. Bu anlatı kısmen doğru olmakla beraber, aslında bir yandan da neo-liberalizmin taşıdığı kriz potansiyelleriyle başa çıkmak ancak devletin alttan alta daha da güçlendirilmesiyle mümkün oluyor. Yani aslında ulus-devlet çözülüyor gibi bir durum, sadece sosyal haklar manasında, o da “batı” söz konusu olduğunda geçerli. Amerika’da krizden çıkış devlet sayesinde oldu, bir çok yerde öyle. Batan bankaya, batan şirkete devlet sahip çıkıyor, çıkan ayaklanmayı devlet bastırıyor, yani devlet hala var devrede.
bir de şu anda bizim memleketi, belki de çağımızı, kentsel rant olayı tam ortadan kesiyor. öyle ki, yerel yönetim dediğimizde İstanbul ve Ankara’da ki chp ile akp belediyelerin, hatta belki Diyarbakır’daki belediyelerin dahi topraktaki ranta yönelik yaptıkları usülsüzlükler var. Kadıköy ve Beşiktaş belediyeleri CHP’lidir, verdikleri imar izinleri, yapı emsallerinde yaptıkları oynamalar açıktır. AKP’den bahstmiycem bile. Yani muhalefet de olsa, iktidar da olsa, yerele gelince iş başkalaşıyor.
Bu tam tersi açısından da geçerli. Yani yerel başkan MHP’lidir örneğin, ama işinin hakkını veriyordur. Gerçi öyle rant yenmeyen bir örnek tam var mı bilemiyorum tabi. Vardır illa ki. O noktada insan fanatik AKP’li de olsa, CHP’li de olsa, gider o MHP’liye oy verebilir ya, yukarıdakinin tam tersi bir durum işte.
halk için de aynısı geçerli. en büyük sınavlardan biri bu kavgalar vs…’den ziyade “toğrağım para eder mi etmez mi”, “eder etmesine de yeter mi bana yetmez mi”, sürekli bir yoksunluk hali. bunu bir kısmı anlaşılır, bir kısmı da anlaşılmaz. burada devreye ahlak giriyor. Toplumumuzun ahlaki potansiyeli ve temellerinin ne olursa olsun sağlam tarafları var. Bunların ön plana çıkarılması lazım. Bu da ancak tabanda olacak bir şey. İktidar kavgaları, bizim ölçeğimizi çoktan aştı. Temiz kalmaya bakmak lazım, aralardan kıvrılmak sıyrılmak anlamında değil, ahlaken temiz kalmak. Olası bir alternatifin en önemli ayağı bu. “bugün hükümet düşse, değişse, yerine ne gelecek?” sorusu köşeye sıkıştığımız bir soru nicedir. Sokağa dökülen solun, veya bağıran MHP’nin bir alternatif önerisi var mı? Yok. Gelirlerse hiç bir şey yapamazlar. AKP yeni bir alternatif getirmedi ki, var olanın üstüne kuruldu. Üstelik değiştiremedi çoğunlukla, onun ceremesi bu. En somutu BDP yine. HDP diyemiyorum yok çünkü öyle bir şey.
Geçen gün bir konuşmasında Sırrı Süreyya diyor ki, “Ey Urla’lılar. Toğarığınızı inşaata peşkeş çekiyorlar, evsiz kalacaksınız, tarımı bitiriyorlar”. Oysa belki de Urla’lıların önemli bir kısmı yoksunluktan inşaatı bir kalkınma olarak görüyor. “Hayır görmüyorlar” diyebilir miyiz? Eh ben de Urla’da yapılan bir ankete dayanarak söylemiyorum bunu, araştırmam yok bu konuda, büyük ihtimalle bir kısmı bunu bir kalkınma olarak görüyordur. Eğer öyle değilse, neden öyle olmadığını anlatmak lazım. Tarım mesela, bir kalkınma biçimi olabilir mi? Bu önemli bir soru. Keşke olsa.