Yeni Bir Kurucu İrade: İttihatçı Paydada Ortaklık mı, Başka Bir İhtimal Mümkün mü?
Modern devletin teşkilini toplum sözleşmesi teorisiyle açıklayacak olursak, ortak amaçlarda buluşmuş insanların iradelerini bir üst merciye vererek belli kriterler ışığında kendi özgürlüklerini sınırlamalarından bahsedebiliriz. En basit anlamıyla modern devlet bu şekilde kurulur; erkler ayrılığına dayanıp dayanmaması, demokratik olup olmaması veyahut yönetim şeklinin ne olacağı toplum sözleşmesinin tarafları arasındaki anlaşmaya bağlıdır.
Yeni bir devlet teşkilatının tesisi için ise mutlaka bir kurucu irade gerekmektedir. Teşkilatın tesisi ancak bir anayasayla oluşabileceğine göre, söz konusu kurucu irade bir “kurucu iktidar” olmalıdır. Anayasa hukuku teorisinde kurucu iktidarı basitçe “kendini belli hukuk kurallarıyla sınırlamayan, buna karşın yeni hukuk kurallarının çerçevesini çizmeye yetkili olan iktidar” şeklinde tanımlayabiliriz. Örnek olarak, darbe sonrası dönemlerde askeri konseyler bu iktidara pekala haizdirler; Fransız İhtilali sonrasında Birinci Cumhuriyet’i kuran kadrolar da kurucu iktidardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Nazi Almanyası ikiye ayrıldığında Federal ve Demokratik Almanya tarafından hazırlanan yeni anayasaların kurucu iktidar tarafından oluşturulduğu ortadadır.
Ülkemiz anayasa hukuku tarihini incelediğimizde altı adet anayasa görürüz. Önemli bir çoğunluğu askeri ihtilal eliyle veyahut baskı ortamında gerçekleştirilmiş bu anayasalardan yalnızca 1909 ve 1921 Anayasalarının kurucu iradeleri görece demokratik olarak nitelendirilebilir. Geçmişe doğru gidecek olursak; 1982 ve 1961 Anayasaları askeri cunta eliyle, darbe sonrası hazırlanmıştır, 1924 Anayasası Cumhuriyet’in kurulması ve Meclis’teki İkinci Grup diye tabir edilen milletvekillerinin tasfiyesi sonucu Kemalist ideoloji ışığı altında hazırlanmıştır. 1876 Anayasası ise İkinci Abdülhamit’in anayasal bir düzene geçmemekteki ısrarlı iradesi sonucu temel hatlarıyla anayasal pratik sergilemekten oldukça uzaktır.
Peki bugün geldiğimiz noktada bir kurucu iradeden bahsedebilir miyiz? 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında oluşan yeni durumda, muhalefet partilerinin kenetlenmiş görüntüleri, Meclis’teki darbe girişimi sonrası oturumda Meclis’in birlik ve beraberlik mesajları vermesi ve ortak bildiri yayınlaması, iktidar sahiplerinin birtakım konularda özeleştiri vermeye çalışmaları[1], toplumsal sözleşme anlamında belli esaslarda ortaklaşan ve bu esaslara bağlı olarak bir arada yaşama iradesi gösteren bir topluluğun varlığını kanıtlar mı?
Bu sorunun cevabını şimdilik bir kenara bırakarak, güncel durumun kritiğini yapmak faydalı olacaktır. 15 Temmuz darbe girişiminin başarıya ulaşması halinde Meclis’in feshedileceği aşikardı. Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar cumhurbaşkanının fiili durumu anayasal olarak tartışmalı görünse de -ki yarı başkanlık ve partili başkanlık tartışmaları bana kalırsa çok da manasız sayılmaz[2]– bir parlamenter demokrasidir. Yargı erkinin ve anayasal denetim mekanizmalarının hakkını yok saymamakla birlikte, parlamenter demokrasinin işleyişini sembolik olarak üstlenen başlıca yer Meclis’tir. Nitekim darbe girişimi esnasında cuntaya bağlı silahlı güçlerin hükümete bağlı kolluk kuvvetleri ile karşılıklı çatışması yanı sıra TBMM’nin ciddi bir bombardımana tabi tutulması ve o an televizyonları başında belki de milyonlarca kişinin bu olaya şahit tutulması kesinlikle “cuntacı bir pilotun çıldırmışlığı” ile açıklanamaz. Darbe usulü budur; Meclis feshedilir, halka demokratik anlamda iradesinin yok hükmünde olduğu ve yeni patronun kim olacağı açıkça gösterilir. Rousseau’nun genel iradenin yanılmazlığı prensibi siyasilerce şovenist bir milli iradecilikle eşdeğer görülüp politik olarak kullanılsa da, cuntanın esas hedefinin parlamenter demokrasiyi ezmek olduğu açıkça ortadadır.
Dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da 15 Temmuz’un diğer darbelerden ve darbe girişimlerinden vahşiliğiyle ayrılmış olmasıdır. Meclis’i bombalamak belki de cuntanın eylemlerinin en basit tarafıdır, 179 sivil cuntanın silahlı eylemleri sonucu vahşice katledilmiştir. Böylesi bir darbe girişiminin başarıya ulaştığı halde nasıl bir demokrasi ortamına gireceğimiz de tartışmalıdır. 1982 Anayasasının hazırlık sürecini 12 Eylül’ün işkence iklimini düşündüğümüzde pekala anlayabiliyorsak, 15 Temmuz sonrasında karşımıza çıkacak Anayasayı da öyle düşünmek gerçekçi olacaktır. Cuntacı askerlerin esiri olan insanların gizlice aldığı ses kayıtlarında ortaya çıkan şey askerlerin halka duyduğu nefretin dışavurumuydu ve öyle görünüyor ki, cunta halka demokrasi vaat etmiyordu. “İt sürüsünün” başı ezilecekti[3].
Başbakan Binali Yıldırım 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak “İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” yakıştırması yaptı[4]. Esas olarak basit bir popülizm gibi görünse de, Başbakanın darbe girişiminin savuşturulmasında analojiyi Kurtuluş Savaşı ile kurması anlamlıdır. Yukarıda bahsettiğim üzere Meclis’teki birlik, beraberlik görüntüleri esasen 1920-1923 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Meclis’in görüntüsüyle benzerlik arz etmektedir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Anadolu’nun işgal edilmesi sonrası direniş hareketlerini tek elde toplayan Meclis, kendi teşkilatını 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile belirlemiş, bu çerçeve anayasa etrafında yapılan kanuni-icrai düzenlemelerle yurdun düşmandan kurtarılmasını planlamış ve başarılı olmuştu.
Başbakan’ın söylemi ile İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla atlatan Meclis’in, iktidarı ve muhalefetiyle bütünleşmiş hali yeni bir kurucu iradenin ihtimali olabilir mi? Bu kurucu iradeden, anayasal anlamda bir kurucu iktidar çıkıp, memleketin senelerdir özlemini kurduğu demokratik cumhuriyet teşkilatının temellerini atabilir mi? Bu soruya döneceğiz.
Şimdi memleketin 15 Temmuz öncesi dönemini değerlendirelim. 15 Temmuz ve sonrasının iyimser analizleri yapılırken, ne yazık ki önceki dönem demokratik bir dönemmiş gibi bir yanılsama hali olabilmektedir. Politik hattı az buçuk muhalefete yönelmiş her insan önceki dönemin demokratik olmadığına şahittir. Çatışmasızlık sürecinin sonrasında gelen ve bir senedir Kürdistan’da şehirlerin helak edilmesine, insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin katledilmesine sebep olan savaş[5], savaşın yarattığı cılız sivil muhalefet pratiklerinin iktidarca vahşi yöntemlerle baskılanması, Suriye’de yaşanan iç savaş ve yarattığı sosyolojik kırılmalar, IŞİD’in her ay bir büyükşehirde bomba patlattığı gerçeği ve bununla ciddi anlamda hesaplaşılamaması, son olarak da memleketin asli meseleleri olan Kürtlerin ve Alevilerin tabii haklarının halen daha somut yasal statüye kavuşturulmaması ile birlikte artan milliyetçilik ülkemiz demokrasisinin içler acısı halini göstermektedir.
Devlet içinde yaşanan çatışma hali ve “kardeş kavgası” kanıtlamıştır ki, devlet aklınca yüz seneyi aşkındır uygulanan paradigma tökezlemiştir. Cumhuriyetin sahibi ve koruyucusu olarak kendini düşünenlerin sisteme her an müdahale edebilmeye gerekçe kıldığı unsurlar, darbe bildirisinden anlaşıldığı üzere 15 Temmuz’da da kullanılmış, bu sayede halkın itirazının yolu tıkanmaya çalışılmıştır. Türkiye’de karşılaştığımız çoğu müdahale örneğinde söz konusu unsurların varlığına ve müdahalenin meşruluğuna “saygı gösteren” halkın, 15 Temmuz’da sokaklara dökülüp itirazlarını dile getirmesi sonucunda darbe girişimini başarısızlığa uğratması paradigmanın sorgulanması imkanını doğurmuştur.
Gülen Cemaati’nin Silahlı Kuvvetler içinde kümelenmesi, Cemaat’in bugüne kadar yaptığı propagandalar dikkate alındığında hep “Müslümanların peygamber ocağı olan Ordu’ya girememesi” motivasyonuyla gerçekleşmiştir. Silahlı Kuvvetler kadroları, Cemaat’e karşı irticai faaliyet dolayısıyla harekete geçtiklerini itiraf etmekten çekinmemektedir. Öyle ki, 2010 Anayasa değişikliğinde Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimi içine alınarak, bu kararlar ile mağdur edilenlerin haklarının tesis edilmesi çabası buna dairdi[6]. Cemaat’i -ve partnerlerini- kalkıştığı kanlı darbe girişimi için lanetlemek gereklidir ancak Cemaat’in de bu bozuk devlet teşkilatının bir sonucu olduğu gerçeğini kaçırmamak kaydıyla. Aksi takdirde sistem sorgulanmaz ve bugünün muzafferlerinin, belli bir zaman sonrasında devleti ele geçirmeye çalışmak suçundan yargılandığına şahit oluruz. Türkiye tarihi bu tip kahramanlık sonrası gelen hainlik öyküleriyle doludur; Babıali Baskını sonrasında hükümeti ele geçiren Enver-Talat-Cemal üçlüsü savaş kaybedilmeseydi büyük kahramanlardan sayılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşı kaybeden Osmanlı Devleti, savaş sırasında işlenen insanlık suçlarını soruşturmaya başlamıştı. İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp, Ermenilere karşı girişilen soykırımı araştırmış, bazı İttihatçı kamu görevlilerini idama mahkum etmişti. Kovuşturmalar sonuçlanmadan Ankara’da yeni Meclis’in teşkiliyle birlikte, İngiltere soykırım suçunun sanıklarını Malta’ya götürmüş, ancak Ankara’daki Meclis’in Kurtuluş Savaşı’nı kazanması ve ülkenin meşru temsilcisi olduğu iddiasını dile getirmesi sonucunda bu yargılamalar sonuçsuz kalmıştı.
1920 yılında kurulan Meclis, İmparatorluğun geçmiş yasama dönemleri dikkate alındığında temsiliyet anlamında sınırlı bir Meclis’ti. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve diğer gayrimüslim azınlıklar ülkenin asli unsuru olmalarına rağmen İttihatçı politikalar neticesinde katledilmiş, katliamdan kurtulanlar ise sindirilmişti ve haliyle bu Meclis’te yer almıyordu. “Anasır-ı İslam” motivasyonuyla kurulan Meclis, Kurtuluş Savaşı’nı da kazanmış olmanın muzafferliğiyle geçmiş günahlarıyla hesaplaşamamış, halkların hafızası rahmetli Hrant Dink’in tabiriyle kirlenmişti. Fakat İttihatçı politikaların toplum mühendisliğine evrilmesi hız kesmeden devam edecekti. Homojen bir toplum yaratma gayesindeki İttihatçı kadrolar, ülkedeki tek tipleştirme politikalarına Kürtleri ve Alevileri katarak devam etti. Makbul insan yaratma kaygısıyla zenofobik, bütün dünyanın kendisine düşman olduğuna inanan, komşusundan dahi korkabilen bir insan yaratıldı; ortaya çıkan sonucun tek “olumlu” tarafı bu insanın Türk ve sünni olmasıydı. Yukarıda da bahsettiğimiz iç düşman paradigması bütün bunların sebebiydi. Bu iç düşman korkusu aynı zamanda bir yönetim stratejisi olarak da kendine yer bulmuştu.
Dünya savaşı sonrası kurulan Meclis geçmişle hesaplaşmadı. Gayrimüslim komşularını katledenlerin kim olduğunu, katillerin masum halka neler yaptıklarını çok iyi bilmelerine karşın devlette devamlılığın esas olduğu gerekçesiyle bunların üstünü örttü. Halbuki ortada helalleşmeye vesile bir ortam da mevcuttu. Doğru, sayısı milyonu bulan Ermeni ve Rum katledilmiş, belki bir o kadarı da sefil şartlarda sürgün edilmişti. Diğer gayrimüslim azınlıkların hali de benzerdi. Fakat zalim belliydi. İttihatçı kadrolar o zaman Osmanlılık diyerek özetleyebileceğimiz eşit yurttaşlık talebine ihanet etmiş, kendi vatandaşlarını katletmişti ve cezalandırılmaları gerekiyordu. Helalleşme ancak bu şekilde gerçekleşebilirdi, ancak olmadı ve tarihi bir fırsat kaçırıldı.
15 Temmuz sonrasını bu dönemle kıyaslamamın ve yazımın başlığı olarak da iki seçenek arasından başka bir ihtimali vurgulamamın sebebi budur. Şu anda Türkiye geçirdiği onbeş yıllık süreçten sonra yeni bir yol ayrımındadır. Gelinen noktada Silahlı Kuvvetler içindeki, ittifaklarını ve muhaliflerini henüz tam olarak bilemediğimiz cunta yönetime el koymaya çalışmış, bu uğurda insan öldürmekten çekinmemiştir. Evlatlarını şarkılarla, türkülerle askere yollayan insanlar, başarısızlığa uğramış darbe girişiminin ardından bir hiç uğruna hayatını kaybeden evlatlarının yasını tutmuş ve Silahlı Kuvvetler kurumunu sorgulamaya başlamıştır. Sistemin çelişkileri gün yüzüne çıkmış, iç düşman paradigması neticesinde “devletin bekası” için birbirinden farklı bir çok grup devlet kurumlarını kendi hesabına ele geçirmeye çalışmıştır. Liyakate dayanmayan adaletsiz kadrolaşmalar neticesinde kimsenin hukukun üstünlüğüne itibarı kalmamıştır. Devletin bugüne kadar öne sürdüğü toplum sözleşmesi meşruiyetini yalnızca Kürdistan’da değil, bütün Türkiye sathında kaybetmeye başlamıştır. 1909 Anayasasını oluşturan devrimci süreçte Makedon devrimci Yane Sandansky’nin “baskıcı imparatorluk düzeninin en çok Türkleri sömürdüğü” şeklinde özetlenebilecek tespiti ve Ermeni devrimcilerinin ülkedeki Türk unsurunun ağır baskı altında olduğu hakkındaki çözümlemeleri günümüzde de geçerliliğini korumaktadır[7]. Devletin bugüne kadar “ordu-millet” kalıbına koyduğu Türkleri soktuğu çıkmaz, “Hainler Mezarlığı”yla[8], oğlu Boğaz Köprüsü’nde darbeci diye linç edilen babanın feryadıyla[9] apaçık gün yüzüne çıkmıştır. Kürdistan’da yaşatılanları alkışlaması istenen Türkler, aynı olaylara evlerinin önünde şahit olmuştur.
Böyle bir ortamda 1920’deki ortaklaşmanın bir benzerinin TBMM’de 2016 yılında tekrardan yaşanması önemlidir. Tarih yapılan hatalarla ele alındığında gerçekten tekerrürden ibarettir. Ülkedeki demokrasi sorunu çözülmeden, memleketin esas unsurlarından olan Kürtlerin ve Alevilerin bugüne kadar çeşitli pazarlıkların konusu yapılan tabii hakları teslim edilmeden ve yaşadıkları acılarla helalleşilmeden, en önemlisi de tam anlamıyla demokratik esaslara dayanan bir Anayasa oluşturulmadan “kurtuluş” gerçekleşmeyecektir. Silahlı Kuvvetler’in toplum nazarında düştüğü olumsuz yer değişmese, bu kurum eski itibarına kavuşmasa bile, halka aşılanan militarizm yok edilmediği sürece “ordu-millet” anlayışı kendini Silahlı Kuvvetler’de bulmasa da Polis teşkilatında bulacaktır. Kürdistan’da yürütülen savaşın Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Polis Özel Harekat birimlerince yürütüldüğü dikkate alınırsa demek istediğimiz şey daha iyi anlaşılacaktır.
Bahsettiğimiz Anayasanın yapılış usulü olarak toplumun her kesimini barajsız-sınırsız olarak bünyesinde barındıran bir Anayasa komisyonunun ve bu komisyonda belli kesimlerin temsiliyeti için özellikle kota konulmasının gerekliliği de ortadadır. Elbette bu mütevazı önerinin günümüz şartlarında, politik gündemin yoğunluğu altında herhangi bir bağlayıcılığa haiz olmadığı iddia edilebilir. Fakat özellikle Kürt siyasi hareketince dile getirilen demokrasi bloğu çağrısının ve darbeye hayır söylemlerinin esas olarak varması gereken nokta “barajsız-sınırsız” bir kurucu Meclis veyahut Anayasa komisyonu tarafından yeni bir anayasa yapılması talebidir. Aksi takdirde iktidarın ve ortaklarının iki dudağı arasından çıkan söze bağlı bir anayasa değişikliği hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. İktidarın şu anki Olağanüstü Hal pratiği muhalefetin dışlanmasına imkan tanımaktadır. Olağanüstü Hal’in iktidara getirdiği hoyratlığın yeni bir anayasanın yapım aşamasına yansıması uzak ihtimal değildir.
İyiden iyiye ayrışmış bir Türkiye toplumunun, her kesimini bünyesinde barındıran bir kurucu irade ile yeni Anayasa yapması çoğulcu demokrasinin de tesisine vesile olacaktır. Geçmişiyle yüzleşmiş, halkıyla barışmış ve bu barışı toplumsal sözleşmeye taşımış bir devletin içerisine antidemokratik yöntemlerle ve saiklerle sızmaya çalışılmayacaktır, çalışılsa dahi buna topyekün direnilecektir.
Böylesi sistem krizlerinden sonra ortaya çıkan meşruiyet açığı ancak yukarıda açıklamaya çalıştığımız demokratik yöntemlerle çözülebilir. Nitekim yakın tarihten de bu tarz örnekler bulmak mümkündür: İspanya’da diktatör Franco 1975 yılında öldüğünde, ülke girdiği rejim krizinden 1978 yılında yeni bir Anayasa yaparak kurtulabilmiştir. Salazar sonrası Portekiz’de faşist yönetimin 1974’te devrilmesinin ardından 1976’da yeni Anayasanın hazırlanması da bu örneklerden biridir. Tunus’ta ülkeyi 24 yıldır yöneten Bin Ali’nin 2011 yılında devrilmesinden sonra, ülke geçirdiği siyasi bunalımları kurucu meclis oluşturarak 2014’te kabul ettiği yeni anayasa ile atlatmaya çalışmıştır; Tunus’un geçirdiği tecrübenin Türkiye ile sosyolojik ve siyasal anlamda benzerlikleri dikkate alınarak yüksek sesle vurgulanması ve incelenmesi gerekmektedir[10].
Zaman demokratik bir düzen için, yeni bir kurucu irade talebinin yükseltilmesi zamanıdır. Bu kurucu irade İttihatçı paydada ortaklık üzerine, geçmişin bütün günahlarını bünyesinde barındıran ve devam ettiren bir çizgide değil, demokratik bir çizgide olmalıdır. Aksi takdirde anlık ve geçici ittifakların statükoyu devam ettirerek kalıcı çözümler ortaya koyması imkansızdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu sistem krizinden kurtulabilmesinin yegane yolu budur.
[1] Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldığı Olağanüstü Din Şurası’nda “Bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Rabbim de milletim de bizi affetsin.” cümleleriyle bir bakıma günah çıkarttı. Bkz. http://www.aljazeera.com.tr/haber/erdogan-rabbim-de-milletim-de-affetsin
[2] 2007’de Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasında yapılan anayasa değişikliği referandumu neticesinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kararlaştırıldı. 2010 Anayasa değişiklikleriyle birlikte yürütmenin cumhurbaşkanlığı kurumu özelinde güçlendirilmesiyle halk tarafından seçilmiş, meşruiyetini Meclis’ten değil, direkt olarak millet iradesinden alan bir cumhurbaşkanının klasik parlamenter sistem ile bağdaşmayacağı ve sistemin doğal olarak yarı başkanlığa doğru kayacağı açıktı. 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Türkiye siyasetinin gördüğü en karizmatik liderlerden biri olan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını biraz da bu şekilde kullanması anayasal olarak zaten karışık olan durumu, fiili olarak da zora soktu. Elbette yürürlükteki anayasaya bağlılık yemini eden cumhurbaşkanının tarafsızlığını gölgeye düşüren eylemlerini asla onaylamadığımızı belirtmemiz gerekir. Fakat yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı anayasa hukuku açısından teknik anlamda başkanlık-yarı başkanlık tartışmaları boşuna sayılmamalıdır.
[3] Darbeye karşı sokağa çıkmış sivillere “it sürüsü” tabirini kullanan ve “dağıtılmalarını” emreden darbeci komutanın esir olarak tuttuğu sivillere Ordu’nun zaferi için Fetih suresi okumalarını tavsiye etmesi ülkedeki baskın muhafazakar-milliyetçi söylemin tespiti anlamında ilginç bir anekdottur. Bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/572026/Affetmek_yok__hicbirine_af_yok.html
[4] “Türkiye 15 Temmuz gecesi ikinci bir Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmıştır.” – http://www.haberler.com/yas-uyeleri-anitkabir-de-bu-kez-emir-subaylari-8654334-haberi/
[5] Kürdistan’da devlet eliyle yaşatılan insanlık dramları ülkenin prestijli insan hakları dernekleri tarafından ayrı ayrı raporlandı. Sokağa çıkma yasakları altındaki kentlerden belki de en büyük katliamların yaşandığı yer Cizre’ydi. Yıkıntı haline gelen bir evin bodrumunda mahsur kalmış ve tahliyesi için kamu yetkilileri ile müzakere edilen sivillerin yakılarak öldürülmesi vahşetin doruk noktasıydı. İnsan Hakları Derneği ve Mazlumder’in Cizre raporları için bkz. http://www.mazlumder.org/tr/main/yayinlar/yurt-ici-raporlar/3/mazlumder-cizre-olaylari-inceleme-ve-arastirm/1144; http://tihv.org.tr/wp-content/uploads/2016/04/Cizre-G%C3%B6zlem-Raporu_31-Mart2016.pdf
[6] 2010 Anayasa değişikliği evvelinde ilgili madde “Madde 125 / 2 – Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları yargı denetimi dışındadır.” şeklindeyken, değişikliklerle birlikte ilgili fıkraya “Ancak, Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır.” cümlesi eklenmiştir.
[7] Hamit Bozarslan, Türkiye Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.198.
[8] Bkz. http://www.diken.com.tr/topbasin-projesi-gercek-oldu-pendikte-hainler-mezarligi/
[9] Bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/576392/Koprude_linc_edilerek_oldurulen_askerin_babasi_ilk_kez_konustu.html
[10] 24 yıllık diktatörlüğün ardından 2011’de başlayan kitle gösterileriyle Tunus’ta yeni bir sayfa açıldı: Diktatör Bin Ali ülkeyi terk etti. Eski anayasa ile belli bir dönem devlet idaresi sağlanmaya çalışılsa da, ülkedeki sistem krizi apaçık ortadaydı. Bu sebeple, yeni anayasayı oluşturacak kurucu meclis için yapılan seçimler sonrasında İslamcı Nahda hareketi birinci gelerek devlet idaresini ele aldı. Nahda’nın süreçle imtihanı, yükselen toplumsal muhalefete karşı hareketin kendi rızası ile iktidardan çekilmesine sebep oldu. Geçiş döneminde kurulan teknokratlar hükümetinin idaresinde yönetilen ülke, 2014 yılında kabul edilen yeni anayasa ve yeni hükümet-cumhurbaşkanı ile birlikte 2011 sonrasındaki sistem krizinden kurtulmuş gözükmektedir. Fakat Türkiye ile oldukça benzeşen sorunlar ile uğraşmaya devam etmektedir; Laik-muhafazakar şeklinde farklılaşmış halk ve bu gerilimin tarihsel arkaplanının laik reformlara dayanıyor olması Türkiye’nin geçirdiği sancılı modernleşme sürecini hatırlatmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Nahda hareketi lideri Gannuşi’nin siyasal İslam iddiasını bir kenara bırakarak müslüman demokratlar olduklarını ifade etmesi ve sistemin sekülerliğine vurgu yapması bu sorunun bir görünümüdür (Bkz. http://www.aljazeera.com.tr/haber/nahdadan-laiklik-mesaji). Bununla birlikte ülkedeki siyaset yalnızca laik-muhafazakar geriliminden ibaret değildir. Sendikalı işçi sınıfının yeni anayasa tartışmalarında önemli bir rol alması ve sol muhalefetin diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran görece güçlü olması bunun kanıtıdır. Tunus saydığımız bütün bu özellikleriyle birlikte, yeni anayasa yapım süreci ile alakalı olarak ayrıca bir yazının konusu olmayı hak etmektedir.