Yakalarımızı Kim, Neden Beyaza Boyadı?
Arkadaşımız Ahmet Orhan, mühendis olarak çalıştığı demir-çelik fabrikasında, kol emeği güden işçilerle arasına inşa edilen farkları, fark yaralarını kaleme aldı. Emeğiyle geçinenlerin müşterek hikayesini daha iyi anlamak için kulak veriyoruz.
Özel sektörde demir çelik üretimi yapan bir firmada mühendis olarak çalışan beyaz yakalı bir işçiyim. Beyaz yakalı bir işçi! Bunu özellikle vurguluyorum çünkü birçok insan beyaz yakalı çalışanları işçi olarak görmüyor. Kendilerinin de bu durumu kabul ettiklerini söylemek zor. Birçok mühendis arkadaşım kendilerine işçi denmesinden rahatsız oluyor mesela. Hakaret kabul edenler bile var.
Oysa iş kanunu; ücret karşılığı, işverenin emir ve talimatları altında iş görme edimini (borcunu) yerine getirmek üzere çalışana işçi, çalıştırana ise işveren diyor.
Yani aslında iki taraf var: İşçiler ve Patronlar!
Hal böyleyken benim mühendis arkadaşım işçi dendiğinde neden üzerine alınmıyor dersiniz. Beyaz yaka ve mavi yaka ayrımı neden var ve neden işçi olan sadece mavi yakaymış gibi davranılıyor; sadece beyaz yakalının kendisi için uydurduğu bir şey olabilir mi bu, elbette ki hayır.
Çalıştığımız yerlerde emeğimizi ortaya koymak için bile birbirimize muhtaçken, bir bütünün parçasıyken ve doğal olarak bu şekilde hareket etmemiz beklenirken; bizleri pozisyonlarımıza ve görev yerlerimize göre isimlendirmekle yetinmeyip iki farklı kutba ayırmaları, beyaz yakalıya bir hakkı teslim etmek için miydi, elbette ki hayır.
Peki kim, neden boyadı yakalarımızı bizim?
Bir topluluğu kontrol altında tutmanın en “iyi” yolu; o topluluktan birilerini, kendilerinin aslında diğerlerinden farklı ve üstün olduklarına bir şekilde ikna edip, topluluğun tamamıyla birlikte hareket etmelerini önlemektir. Zira parçaları kontrol altında tutmak, her zaman için bütünden daha kolay olmuştur. Bakınız; yıllardır Kürtlerin bir kesimine söylenen o sihirli söz: “Ama siz başkasınız”
Sermaye sahipleri de adına beyaz yaka dedikleri daha çok masa başında ve idari işlerde çalışan, koldan ziyade kafa emeği veren, emekçileri, ait oldukları sınıfa yabancılaştırarak ortak bir sınıf bilincinin oluşmasını engellediler. Asgari ücretten biraz fazla alan bir beyaz yakalı bile kendini orta sınıf addeder, arzularını o istikamette örgütler.
Beyaz yaka mavi yaka diye bir ayrım hukuken yok. Buna rağmen işveren, iş yerinde bu ayrımı destekleyip diri tutarak, beyaz yakalıları “işveren vekili” olarak göstererek sendikalara üye olmalarının önünü kesiyor ve dolayısıyla emek mücadelesinde onlara patronlardan taraf bir rol biçiyor. Peki beyaz yakalılar bu duruma ne diyor?
Beyaz yakalıları bu şekilde değerlendirirken onları zaten kopuk oldukları işçi sınıfından ayrıştırarak tamamen tasfiye etmek değil amacım. Zira “patrona yakın işçi” konumunda olmaları onların rahat oldukları anlamına gelmiyor. Anlatmaya çalıştığım da aslında tam olarak bu.
Elbette mavi yakalı çoğu sektörde daha zor şartlar altında, tehlikeli ortamlarda, uzun saatler boyunca daha düşük ücretle çalıştırılıyor. Bu yadsınamaz bir gerçek. Bu konuda mavi yakalılar oldukça dezavantajlı durumdalar.
Ancak mental olarak yani emeğin manevi maliyetini ele alacak olursak bu durum tam tersi işleyebiliyor. Çünkü mavi yakalı, mesleki olarak kendini tamamlamış, konumunu kabullenmiştir; yapacağı iş, sonunda alacağı maaş bellidir, mesaisi gün sonunda biter. Bunlardan farklı olarak beyaz yakalı bir mühendis, işyeri dışında da işini düşünmek, kendini sürekli geliştirmek ve kendisine verilen statü gereği tüm bunları yaparken bir yandan da rakipleriyle acımasız bir rekabetin içinde olmak zorundadır çoğu zaman. Rekabet halinde olmak onun kendi tercihi değildir çoğu yerde.
Son dönemlerde mantar gibi türeyen ve niceliğe bağlı niteliğin azaldığı üniversitelerden ellerine verilen bir diplomayla, pek çoğu mesleklerine dair hiçbir uygulama görmeden gelip; yıllardır içinde olduğu üretim sürecini ezbere bilen “mavi yakalıdan” üstün olacağı zannı ile hareket eder. Fakat bir yandan da yine işi öğrenmek için o mavi yakalıya muhtaç olduğu gerçeğinden kaçamayan yeni mezun mühendisin maruz bırakıldığı bu ikircikli durum, ona mesleki olarak yetecek çoğu şeyi öğretse de, manevi olarak birçok şeyi de beraberinde götürüyor. Bu da bence beyaza boyanan yakasının bir bedeli olarak düşünülmeli.
Görüldüğü üzere biri diğerine üstünmüş, daha rahatmış gibi gösterilmeye çalışılsa da yaşadıkları zorluklar birbirinden çok uzak değil.
Kim işçi kim değil, kim ne kadar işçi meselelerini ve sınıf olma bilincini sürekli tartışıyoruz ve bu tartışma uzunca bir süre devam edeceğe benziyor.
“Sadece Beyaz Yakalıların Maaşının Tamamı Yatırıldı ”
Yukarıda uzun uzadıya yakalarımızın boyalı oluşundan bahsetmemin asıl nedeni salgınla birlikte içinde bulunduğumuz krizde karşılaştığım bir durum; beyaz yakalı oluşumuzdan ötürü bize tanınan ayrıcalık ve bu ayrıcalıktan duyduğum rahatsızlık.
Çalıştığım şirket, Covid-19 salgının ülkemizde henüz yayılmaya başladığı 21 Mart’ta, fabrika içerisinde hızla yayılan ve hem çalışanları hem de işvereni tedirgin eden, “pozitif vaka var” dedikodusu üzerine zaten iyi olmayan işlerin de etkisiyle 15 gün süreyle üretimi durdurma kararı aldı. Bu süre zarfında, çalışanlara önce zorunlu olarak yıllık izinlerinin kullandırılacağı, yıllık izinlerini tüketmiş olanlara ise bir sonraki yıldan hakları olan izinlerinin verileceği söylendi. Fakat daha sonra “dışsal etkilerden kaynaklanan dönemsel durumlardan ileri gelen zorlayıcı sebep” kapsamında, Türkiye İş Kurumu’na (İŞKUR) yapılan Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) başvurusu kabul edildi. KÇÖ, hani şu hükümetin her krizde olduğu gibi elini yine ilk olarak işçinin cebine atıp, işsizlik ödeneği olmaktan çok adeta bir işveren destek fonu gibi çalışan İşsizlik Sigorta Fonu’ndan (İSF) patronlara ödenek çıkardığı uygulama. Sonuç olarak üretimin durdurulma süresi toplamda 3 aya uzatılmış oldu.
Bu durum hem çalışanları hem de işvereni memnun etmişe benziyordu. Zira işveren, krizi bir nevi fırsata çevirmiş, işlerin iyiye gitmediği inşaat sektöründeki çöküşe paralel olarak fabrikada üretimin durma noktasına geldiği bir dönemde, 3 ay boyunca personel maaşından kurtulmuştu. Çalışanlar da “memnundu” diyorum çünkü, yanı başlarındaki diğer fabrikalarda, tüm uyarılara rağmen üretim devam ediyor; aynı çevrede hatta aynı evde kendileriyle benzer işlerde çalışan yakınları, buralarda hastalık kapma pahasına zorunlu olarak çalıştırılmaya devam ettiriliyordu. Bizimkiler onların bu hallerini görüp, kendilerini şanslı (!) hissediyorlardı. Her ne kadar evde kalıp, kendi önlemlerini almış olsalar da Kocaeli ve çevre illerde binlerce çalışanı bulunan fabrikalardan yayılan hastalığın evlerinin içine kadar girmesine engel olamadılar. Çalışmaya devam eden yakınlarından bulaşan koronavirüs nedeniyle çoğu, kendi evinde karantina altına alındı. Aralarında test sonucu pozitif çıkanlar, hastanede tedavi edilenler oldu. Maalesef bu arkadaşlarımızdan birinin yengesi, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
Çalışmaya devam eden firmaların birinde, irtibat halinde olduğum işçi arkadaşlarımın iddia ettiklerine göre şu ana kadar sadece bu fabrikada çalışan işçiler arasında yapılan testlerde sonucu pozitif çıkanların sayısı iki yüzleri aşmış durumda. Bu konuda ne yönetimin ne de sendikanın yaptığı açıklamalar işçiler tarafından kabul görüyormuş. Virüsün yayılma hızının ve alınan önlemlerin en üst seviyede olduğu zamanlarda yine bu fabrikada konuştuğum arkadaşlarımdan biri, “isterse fabrikanın tamamı virüslü olsun, bana gel dediklerinde gitmek zorundayım, buna mecburuz. Dışarıda bu fabrikada benim yerimde çalışmak isteyen yüzlerce insan var” demişti. Bir diğeri “her yerde evde kal diye bas bas bağırıyorlar, belediye gelmiş geçen gün yazı asmış sokağın başına ‘çocuğunu sev evde kal’ diye, ya delirtmek mi istiyorlar bizi, gidiyoruz işte işe gidiyoruz, çocuğumuz için gidiyoruz ne yapalım, psikolojimiz bozuldu artık” diyordu. Onlara verilen telkin ve tavsiyelerin onları daha fazla tedirgin ve huzursuz etmekten başka bir şeye yaramadığını fark ettim. Zaten denileni yapmaktan başka çareleri olmayan bu arkadaşlarımızın içinde bulundukları zor şartları ölüm riskini düşünmemeyi; mümkün olduğunca yapılan evde kal çağrılarını duymamayı tercih edip; bu şekilde bir mecburiyet ve çaresizlik içinde hayatta kalmak için gerekli asgari motivasyonlarını sağlamaya çalıştıklarını gördüm.
Çalışanları bu çaresizliği yaşarken, aynı zamanda Türkiye’nin metalurji devi olarak da anılan bu firmanın sahipleri, Cumhurbaşkanı’nın bizzat başlattığı “Biz bize yeteriz Türkiyem” kampanyasına 1 milyon 650 bin liralık katkı yaptıklarını açıklayarak Kocaeli’nde “örnek” firma pozları kesiyordu. Diğer yandan yine aynı firma, yıllardır sebep olduğu hava kirliliği ile adının “Kanser Ovası” olarak anılmasında büyük pay sahibi oldukları Dilovası’na, Ramazan ayında, iktidar belediyesi eliyle 13 bin 150 adet gıda yardım paketi göndererek göz boyuyor; “hayırsever işveren” misyonunu yerine getirmiş oluyordu.
Diğer yandan firmaları kısa çalışmaya geçen işverenlerin, bir kısmı ödenekten karşılanan işçi maaşlarını tamamlamaları gündeme geldi. Yani Kısa Çalışma Ödeneği kapsamında brüt maaşının %60’ını alan çalışana, maaşının geri kalan %40’ı patronu tarafından verilecekti. Ancak zorunlu tutulmadığı bu durum karşısında işçilere bir bütün olarak destek vermek yerine sadece beyaz yakalıların maaşlarının geri kalanını yatırdı. İşveren, bu hamlesiyle normal şartlarda kıt kanaat geçindiği maaşının %40’ını da alamadığı için başka gündelik işlerde çalışmak zorunda kalan mavi yakalının değil de, ona göre daha fazla kazanan beyaz yakalının maaşını tamamlayarak, hükümet ile benzer bir refleks gösterip; o da güçlü olanı koruma altına aldı. Böylece bir kez daha mavi yakalıya, beyaz yakanın kendisiyle bir olmadığı mesajını verdi. İşçiler arasındaki makasın daha da açılmasına neden oldu.
Hiç kuşkusuz her krizin ilk ve en çok etkileneni işçi ve emekçilerdir ve emeğini satan herkes yakasının rengine, statüsüne bakılmaksızın işçidir, emekçidir, birbiriyle kardeştir! Aksini iddia eden sermayedir, patrondur! Ciddi bir krizin eşiğinde durduğumuz şu günlerde kumbarası, kooperatifi, dayanışma sandığı ve emek takasıyla; işçiyle işsizin, öğrenciyle profesyonelin, emekliyle çalışanın, yerliyle göçmeni ve en mühimi maviyle beyaz yakalının, arasında ayrım gözetmeyen bir toplumsallıkla safları sıklaştırmaya, her türlü krizi fırsata çeviren tuzu kuru sermaye sahiplerine karşı dayanışmayı büyütmeye sizce de her zamankinden fazla ihtiyacımız yok mu?