Waldo’nun İhaneti yahut Batılı Zail Eden Hakikatin Şafağı
Devlet bize kendini tanıtıyordu ya da bize başka birini tanıtıyordu; biz de tamam diyorduk. Sonra durduğumuz yerde ona göre şekil alıyorduk. Mesela, çıkıyordu televizyon diliyle Kürtlerden bahsediyordu, o neye terörist diyorsa terörist oydu. Ve asla bizler birbirimizi tanımıyorduk. Ben olaylara tepkimi devlet kanalıyla veriyordum. Ama ne zaman ki bu yasak başladı, ‘devlet baba’ meşruiyetini de yitirdi gözümüzde. Böylece onun yaptığı tanımlamalar da anlamlarını yitirdi. Arada bir duvar vardı, adı: Devlet. Ama ‘devlet baba’ meşruiyetini yitirdiği andan itibaren ben bütün ezilenler ile birden yatay bir ilişki kurmaya başladım.[1]Yasemin Köycü,, 28 Şubat: Bin Yılın Sonu, Pınar Yayınları içinde
Kemalist rejim 28 Şubat’ta Müslümanları İran ajanlığıyla yaftalıyordu. Demirel mütesettirleri Suudi Arabistan’a yolluyordu. Kemalist rejimin dayağıyla terbiye olan, 28 Şubat’ın küllerinden doğan AKP’nin taraftarları bugün Gazze için ayağa kalkanları aynı yaftayla tahfif etmeye kalkıyorlar. Üzgünüm ama kimsenin ajanı değiller. Onlar sizin evlatlarınız. Uzakta değil yanı başınızdalar. Hiçbir yere gönderemeyeceğiniz kadar burada ve buralılar. Troll ordusunun hazmedemediği de bu ya. Şeytanla yaptıkları pazarlığı onlara hatırlatacak, ihanet ettikleri değerleri yüzlerine vuracak adil şahitlerden, hakikat davetçilerinden gün ışığı görmüş vampirler gibi korkuyorlar.
Başa çıkamadığı hakikati enfantilize ederek, çocuksulaştırarak küçültmek, sağ aklın tipik söylemlerinden biridir. Radikal bir kopuşun faili, cüret ve cehdin sahibi ancak ‘normal’ insanlarda görülemeyecek bir efsunun tesirinde, beyni yıkanmış, dimağı ele geçirilmiş, mutfak maşası yahut tirbuşon açacağına indirgenmiş bedenlerde zuhur edebilir. Yoldan çıkmak onlara mahsustur. Hz. Peygamber’in Ebu Cehil’le cedelini görseler ‘Otoriteye karşı çıkmak nifaktır. Lat, Uzza ve Menat milli değerimizdir’ diye canına okuyacak insanlardan bahsediyoruz. Oysa onlar sıradan çelişkilerle cedelleşen sıradan insanlardır. Nasiplerine düşen hakikati heybelerine koyup amel etmeye niyet etmişlerdir. Beyinleri yıkananlarsa, aklını devletin, kalbini iktidarın emrine veren, güce tapıp mülke tamah edenlerdir.
Gözlerindeki perde, ancak olağanüstü bir kuvvetin, olağanüstü müdahalesiyle yırtılabilir. Öyle bir altüst oluş ki, yakında bileceklerdir.
Esasında bu kabullenememe hali, sağ siyasetin, gücetaparlığın, devletperverliğin başka bir çocuksu semptomuna da işaret ediyor. O da iktidara hainliği yakıştıramama, zulmü konduramama halidir. 7 Ekim’den bu yana sokağa çıkan gençlere, ne zaman hakikati haykırsalar, yerden biten dayılar hep aynı şeyi söylediler ‘Ama sen biliyor musun aslında Reis…’. Ticaret Bakanlığının verilerinden, uluslararası seyrüsefer bilgilerinden, ayan beyan şirket dökümlerinden değil de ancak ona gönül verenlerin bilebildiği bir emniyetle büyük resimden bahsettiler. Dünyaya nasıl geldiği anlatılınca, ‘benim annem babam yapmaz öyle şey’ diye haykıran bir çocuk naifliğinde, ama asla aynı masumiyette değil. Bu naifliğe yatan aymazlıkta mesuliyetini reddeden, hesap vermekten kaçınan, hakikat ile yüzleşmeyen bir sorumsuzluk rejiminin emareleri var. Ve bunun çocuklukla tek ilgisi küstah ve nobran bir şımarıklığın sonucu olması.
‘Orada, onlarla ne işleri vardı?’ kendini patriyarkal bir otorite gibi gören bir ürkek yanılsamanın tezahürü. Oysa onlara tarih ötesinden Henry Thoreau’nun sualiyle yanıt vermek gerekiyor: ‘Siz neden burada değilsiniz?’. Tarihin akışı boşluk tanımıyor, Filistin İçin Bin Genç, tekerlekli sandalyesinde bir Apaçi helikopterinin roketiyle şehit edilen Şeyh Ahmet Yasin’in şikayet ettiği ‘ümmetin sessizliği’ni, eylemleriyle yırtıp atıyor. Gıpta ve takdir edilmesi gereken bu hamleyi, Türkiye siyasetinde artık tarihe karışmak üzere olan bir hesaplaşmanın saflarıyla ayırmaya çalışmak ise tipik devlet aklının ufkuyla sınırlı.
Peki Müslümanlar neden bu ufka demir atmış durumdalar? İflas etmiş bir ulus-devletin, kendi çocuklarıyla kavga etmekten us(l)anmayan bu hayırsız babanın evlatlığından hayır ummak niye? İslam tarihi babalarına kafa tutan nebilerin de tarihidir. Yirmi yıl önce şimdi trol medyasının amiral gemisi olan Yeni Şafak, mühtedi bir müfessirin çok satan mealini ‘Onlar İslam’ı babalarından öğrenmediler!’ diye pazarlıyordu. Peki şimdi atalar dinine bu kadar iman etmek neden?
Kınayıcıların kınamasından, trollerin salyasından kendimizi alabilirsek, Filistin İçin Bin Genç’in 6 Nisan Cumartesi günü İstiklal Caddesi’ne hurûcunu müteakip 8 Nisan Pazartesi günü dışişleri bakanı Hakan Fidan, Ürdün Kraliyet Hava Kuvvetleri vasıtasiyle Türkiye’nin Gazze’ye havadan yardım indirme girişimine müsaade etmeyen işgalcilere yönelik bir dizi ‘tedbir’ alınacağını beyan etti. İlerleyen saatlerde Ticaret Bakanlığının tebligatıyla anlaşıldı ki bu tedbirler, 6 aydır inkar edilen, kılıf geçirilen, dile getirenlere zeyl edilen İsrail’le yapılan ticarete yönelik bir takım kısıtlamalar imiş. Hülasa Hak geldi, batıl zail oldu. İki olay arasındaki nedensellik ilişkisi tartışılabilir. Ama yılmadan, usanmadan, ölçeğine, vaziyetine aldırmadan bu eylemliliği sürdüren herkese bir borcumuz olduğu aşikar.
Aksa Tufanı’nın 6. ayında, Ticaret Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü önünde düzenlenmek istenen bu eylem, esasen üzerine ölü toprağı dökülmüş, düzene entegre olmuş, devletle aşk yaşayan, sevdiğine hiçbir fenalığı kondurmayan bir kesim içinde adeta bir yarılma yarattı.
Ticaret Bakanlığının yayınladığı kararnamenin bir itirafa dönüşmesi, haliyle 6 ayda Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneten siyasal aklın neyden sakındığının, neyi göze alamadığının da sorgu tutanağı. Gerçekten Türkiye ekonomisi, Güney Afrika’dan, Malezya’dan, üç çakaralmazlı eşkiyayla (!) Kızıl Deniz seyrü seferini tarumar eden Yemen’den daha mı güçsüz? 7 Ekim’den önce de pek matah olmayan ilişkiler, katiplik seviyesine inmişken, Arap sokağıyla ilişkiler bir iç politika malzemesiyken, bayram günü Filistin İçin Bin Genç’in eylemini yalan, manipülasyon ve iftira olarak niteleyen Erdoğan’ın, Haniyye’ye ettiği taziye telefonu, çobanla ağlayıp kurtla yemenin tasviri gibi.
Şüphesiz ki İstiklal hurucunun yarattığı kırılma, şehit Cengiz’ın kızı Beyza’nın dile getirdiği aydınlanmayla iç içe. Ama eylemi bu kadar etkin kılan imajların başında, salt gençliğin İstiklal cüreti ve yüzlerce kişilik polis ordusuna meydan okuyan cehdi değil, dimdik apoletleri yeşile boyanmış polislere direnen başörtülü kadın eylemciler geliyor. Siyasal iktidar ne kadar tekeline almaya çalışırsa çalışsın, Müslüman feministler onu siyasal yükünden arındırmak için ne kadar mücadele ederse etsin, başörtüsü Türkiye’de halen İslami kimliğin, onun siyasal tahayyülünün önemli imgelerinden birisi. Onu taşıyan bedenlere yönelik şiddete alınan reaksiyon, mobilizasyon ve duygulanım, gözden çıkarılmış, giderilebilir bedenlerle eşit değil. Tam da bu yüzden Filistin İçin Bin Genç’e uygulanan polis zulmünü meşrulaştırmak için terörist, provokatör, ajan mavalları dolaşıma sokuldu.
Hakikat bir defa zuhur etti mi, kitleler nezdinde yarattığı yarılma önü alınamaz hale gelir. Türkiyeli Müslümanlar bu yarılmayı daha önce de tecrübe ettiler. 6 Nisan sonrasında yaşananlar bu hafızayı geri çağıracak kudrette mi göreceğiz. Açık olan şu ki esasen Türkiye devrimci hareketinin, sosyalist solunun, anti emperyalist mücadele tarihinden öğrenilen Filistin dayanışması, salt İslami duyarlılığa dayanan bir ideolojiyle savunulmuyor. 7 Ekim sonrasında sosyalist solun irili ufaklı aksiyonları olsa da, DEM bileşenlerinden ESP’nin çıkışlarının Kürt hareketinin milliyetçi kanadında yol açtığı galeyan gibi, yükselen Arap düşmanlığı ve Kemalizan refleksler, Filistin direnişiyle dayanışmanın kültürel kodlarını ketliyor. Oysa bu kavga Türkiye devrimci hareketine öncülerinden miras. Keza Kürt hareketinin erken dönem kadrolarından, FKÖ ile omuz omuza şehit düşen onlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla Filistin İçin Bin Genç saflarından buluşan bağımsız, islamcı, sosyalist ve en mühimi de müslüman sosyalist gençlerin yan yanalığından öğreneceğimiz çok şey bulunuyor.
Tarih kimi zaman öncülüklerin, kimi zaman yan yanalıkların, kimi zaman yarılmaların izleğinde yazılıyor. Toplumsal hadiseleri komplo teorileri, düz neden-sonuç ilişkileri, failiyetsiz özneler, öznesiz fiillerle açıklamak ancak Allah’ın kullarına irad ettiği cüzi iradeye şirk koşmak olur. Oysa ki 6 Nisan’da Ticaret Bakanlığının İstanbul ofisinin az ötesinde cereyan eden, ziyadesiyle buralı, anın farkında, yüreğiyle hareket eden, aklını iktidarın emrine koşmayan bir toplamın eseridir. O deli yüreklerin sesine kulak vermek, kınayıcıların kınamasına kulaklarımızı tıkamak, hakikati kuşanmak da bizlerin ödevi olmalıdır. Nehirle deniz arasındaki mesafeyi, bir aralığa indirecek irade de buradadır.
Dipnotlar
↑1 | Yasemin Köycü,, 28 Şubat: Bin Yılın Sonu, Pınar Yayınları içinde |
---|