Uzun Sürecek Bir Bahar Çabası ve Mısır’da Beliren Meşruiyet İradesi

Bundan yaklaşık üç yıl önce, 17 Aralık 2010’da, Tunus’ta Muhammed Buazizi kendini yaktığında kimse derinden başlayan kıpırdanmanın sonuçlarını öngörebilecek bir durumda değildi. Tunus’ta başlayan toplumsal hareket Mısır’a sıçradığında ise Âlem-i İslam’ın mahkum bırakıldığı yüzyıllık kalıplar kendiliğinden kırılmaya başlayacaktı. Şahidi olduğumuz toplumsal dalgalanma, Batı-merkezli siyasi-askeri-iktisadi gücün kurup Müslüman toplumlara karşı tahkim ettiği siyasi bağımlılık, kalıp ve yönetselliklerin parçalanmasını sağlayacak bir nitelik taşıyor. Yeni bir siyasi güçler dengesi ve toplumlar nezdinde meşru bir siyasi yönetsellik çerçevesi oluşana kadar da, toplumsal dalgalanmalar durulacak gibi görünmüyor. Elbette ki küresel ve bölgesel güçlerin ne de bunlar tarafından siyasi statü bahşedilen statüko muhafızı yerel güçlerin bu yeni durum karşısında hareketsiz kalması beklenemezdi. Hem toplumsal muhalefet dalgalarının yönetilmeye çalışılması hem de bunlara yön verebilecek siyasi grupların abluka altına alınması mukadderdi.

Fakat bu uzun zaman diliminin sonunda ilk kez, tahmin edilemeyen bir güç kendiliğinden alana inmişti artık. Bu güç; dünya, toplum, din, kimlik, arzu ve gelecekleriyle ilişkileri statükonun muhafızı siyasi-askeri güçler tarafından sınırlanan, bu kısıtlanma nedeniyle öfkeli, genel nüfusu domine edebilecek yoğunlukta bir şehirli gençlikti. Şüphesiz, ne Buazizi ve onun hatırasıyla öfkelerini haykıran Tunuslular böyle bir şey amaçlamıştı ne de benzer bütün muhalefet dalgalarını daha önce bastırmış siyasi hakimler böyle bir sonucu öngörebilmişti. Hepimizin gözleri önünde kendi güzergahını bulmaya çalışan ve bir coğrafyadan diğerine sirayet eden bu dalgalanma, aynı zamanda bizim de içinde düşündüğümüz ve siyasi eylemin amacını kendisine göre belirlediğimiz kategorilerin tamamını yerle bir etti. Sosyal bilim pratiğinin sadece son iki yıl içinde ürettiklerine bile bakıldığında, Doğu ya da İslam toplumlarına atfedilen bütün özsel niteliklerin nasıl boşa düşüp anlamsızlaştığı görülebilir. Fakat elbette ki kimse birdenbire kalıplarını değiştirmeyecek. Aksine yeni durumu eski kalıpları yumuşatarak yorumlamaya çalışacak bir dolu teorik pratiğe de şahit olmaya devam edeceğiz.

Karşımızda yeni bir durum var. Onu yeni kılan temel özellikler; bütün coğrafyayı hareketlendirecek süreklilik iradesi, eski siyasal aktörleri değiştirme gücü, siyasal özgüvenini kazanmış kitlesel iradenin kendini açığa vurmaktan çekinmemesi, siyasi grupların toplum içi farklılaşmaların adaletsizliğine yönelik keskin protestoları. Ve daha önemlisi bütün bunların birbiriyle harmanlanması. Bu yeni durumun en net karşılığı, küresel ya da bölgesel siyasi hakimlerin aldıkları kararların sürekli olarak toplumsal dalgalanmalar karşısında kırılması ve bu hakimlerin her seferinde yeniden strateji belirlemeye mecbur kalmalarıdır. Aynı zamanda her yeni durum karşısında müttefiklerini ve niyetlerini değiştiren bu güçler siyasi-ahlaki normlardan yoksunlukları sebebiyle meşruiyetlerini yitiriyorlar. Toplumsal iradenin güç merkezlerine karşı ahlaki üstünlüğü tam da burada belirmekte. Bu ahlaki üstünlük, siyasi-askeri-iktisadi güçten mahrumiyete rağmen, kendisini somutlaştıracağı bir mecrayı inatla takip edecek enerjiyi sağlıyor. Âlem-i İslam’ın kendini, kendi iradesiyle, içindeki bütün çeşitliliklerle yeniden kurma çabası, sanırım burada temellenecek. Elbette ki bu durum, sürüyle krize gebe ve bu krizleri kısa yoldan soğurabilecek bir gücün yokluğu, çeşitli belirsizlikler ve öngörülemez risklerle karşılaşmamıza da neden olacak. Geçtiğimiz yüzyılın başında, Âlem-i İslam’ın içinde hep taşıyageldiği dinsel-etnik-mezhebi farklılıklar üzerinden mütehakkim güçlerini tahkim edenler de, bu farklılık hatlarını her yerde çatışma hattına dönüştürerek, kendini yeniden kurmaya yönelen coğrafyanın enerjisini boşa düşürmekten hiç vazgeçmeyecekler.

Yukarıda aktarılan düşünceleri, son iki yıldır coğrafyamızın çırpınmasını yakından takip eden herkes seziyordu aslında. Burada yeni bir söz yok. Fakat Âlem-i İslam’ın merkezi ülkelerinden biri olan Mısır, bugünlerde, öngörebildiğimizden daha büyük bir krizin içine çekilmeye çalışıldı. Bir zamanlar gayet normal ve “meşru” olan, askeri güç üzerinden toplumun iradesini kırma hamlesi, kendisine yönelen muhalefetin kararlılığı karşısında ahlaki-siyasi meşruiyetini tamamen kaybetti. Mısır’da karşılaştığımız bu durum, bütün coğrafyanın askeri seçkinleri tarafından bir tarafa not edildiği gibi Âlem-i İslam’ın tamamında da bir kenara yazıldı. Artık toplumların askeri güçlere karşı kendi iradelerini koruyabileceğinin somut bir karşılığını görmüş bulunmaktayız. Deneyimlenen bu kurucu eylemliliğin illa ki kısa sürede başarıya ulaşmasına gerek olmadan bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Geriye dönüp baktığımızda hatırlamamız gereken önemli bir şey var. Mısır’da meydanlara çıkan halkın Hüsnü Mübarek’i iktidardan düşürmesi, çeşitli ilgiler nedeniyle Mısır’ı yakından izleyenler ve dünyanın çeşitli ülkelerindeki Mısır uzmanları da dahil olmak üzere hiçbirimizin tahayyül edebileceği, öngörebileceği bir şey değildi. Yakın dönemde bu coğrafyada; Saddam’ın düşürülüşüne, Ürdün kralı Hüseyin’in ve Hafız Esad’ın ölümüne tanık olmuştuk. Irak’taki fiili işgal durumunu bir tarafa bırakırsak, Kral Hüseyin ve Hafız Esad’ın, iktidarı oğullarına neredeyse sancısız devredişleri statükonun değişimi yönünde umutlarımızı bitirmişti. Kaldı ki Mısır’da, Arap dünyasının büyük lideri Nasır’dan sonra Enver Sedat tarafından devralınan statüko, Mübarek’le daha da tahkim edilmiş görünüyordu. Mübarek’in, yaklaşan ölümüne rağmen –Kral Hüseyin ve Hafız Esad’a benzer şekilde– iktidarı oğluna devredeceğine, Mısır’daki muhalifler de dahil olmak üzere, neredeyse herkes inanıyordu. Oysa tarih hiç de zannedildiği gibi akmadı ve kendini Malikü’l-Mülk gibi gören muktedirlerin halkın iradesi ile düşebildiğine tanık olduk.

Tunus’ta yakalandığı apansız dalgaya karşı, zamanında, sürdürülebilir ve tutarlı bir tutum alamayan küresel güçler, Libya’da acemi hamlelerinin ardından Mısır’daki hareketliliğe kulak kesildiler. Çünkü Mısır’ın Alem-i İslam’daki merkeziliği sebebiyle, burada ortaya çıkabilecek yerli ve meşruiyetini halkından devşiren bir yönetsel model ve siyasal istikrar cazip görünecek, bu durumun etkisi uzun vadede bütün çevre coğrafyaya yayılacaktı. Bunu, daha önce Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin liderliğine oynayan politikasında görmüşlerdi. Önce Sedat, ardından Mübarek döneminde, fiilen İsrail’in çevresel güvenliği öncelenerek, askeri-iktisadi açıdan tamamen bağımlılaştırılan bir ülke olan Mısır; uzun yıllar sonra, yeniden bağımsız siyasi bir çizgi ortaya koyma potansiyelini açığa çıkaracak bir yola girebilirdi. Küresel sistem için alarm zili bu noktada çalıyordu. Fakat yerel düzeyde meşruiyeti olan bir partner bulmaları ve olası bir partnerin eyleminin içerdiği riskleri öngörebilmeleri kolay değildi. Bu nedenle Mısır’ın küresel güçlerin sıkıştırmasına ne kadar maruz kaldığını şimdilik bilemesek de bugün itibariyle şunu söyleyebiliriz: Mısır daha çok bağımlı iktisadi sisteminin iç çelişkileri nedeniyle –eski siyasi-askeri elitler tarafından– bir krizin içine çekildi. Fakat bu noktada, sadece Mısır’ın yerel düzleminde değil, darbeyle gelen yeni askeri-siyasi iktidarla ittifak ilişkisine girmek isteyen bütün uluslararası güçler için de, siyasal-diplomatik eylemin meşruiyeti krize girdi. Şimdi iktidardan düşürülmüş olan İhvan, siyasi iradesini sahiplenen istikrarlı ve soğukkanlı tutumuyla, herkesin ve her gücün ahlakiliğini test eden bir sınamanın kurucusu oldu.

İhvanü’l-Müslimin’in tarihine kısaca baktığımızda, kapitalizmin iktisadi-askeri-siyasi bir güç olarak bütün dünya coğrafyasına yaygınlaşma çabasının maliyetini ve bu maliyete karşı kendi ahlaki iradesini kurmaya çalışan bir çırpınışı görebiliriz. Âlem-i İslam’ın muhafız gücü olarak Osmanlı’nın askeri yenilgileri ile başlayan krizle birlikte, bütün dünyayı tek parçalı bir piyasa haline getirmeye çalışan Batı siyasi gücü, Mısır’ı sömürgeleştirmeye[1] çalıştı. Bu sömürgeleştirme hareketinin uzun tarihini ve kalıcı etkilerini bir an için kenarda tutalım. Bu noktada Mısır’ın dünyaya hâkim olmaya çalışan her güç için merkezi önemini ve bununla beraber Âlem-i İslam’ın her halükarda gözlerini diktiği bir coğrafya olduğunu hatırlamalıyız. İhvanü’l-Müslimin hareketi, Hilafetin lağvı sonrası yeni koşullarda Müslümanların dünyaya yansıyacak iradelerini sahiplenme ve sömürgeciliğe karşı, siyasi bir temsile sahip olmadan[2] toplumsal kaynağına dönen bir yenilenme çabası olarak ortaya çıkmıştı. Bu hareket hem Mısır’ın coğrafi merkeziliği hem bu merkezilikten beslenmiş tarihsel derinliği nedeniyle, sahasının çok ötesinde bir etkiye sahip oldu. Bu etkisine rağmen ve belki de bu etkisi nedeniyle 1953’ten itibaren yerli Mısırlı siyasi-askeri elitler eliyle sürekli baskı altına alındı. Toplum içi çeşitliliklerden hep korkan ve bu nedenle neredeyse toplumsal kaynaklı bütün hareketleri bastıran yönetim modellerinin en şeditlerinden biri Mısır’da yaklaşık 60 yıl boyunca İhvanü’l-Müslimin’i nefes aldırmadan boğmaya çalıştı. Çünkü İhvan, toplumsal ilişki ağları içinde, modern devlet aygıtının nüfuz edemediği her yerde kendiliğinden ve esnek, iradi katılımlarla büyüyen bir cemaat olarak, bir siyasi iddia dile getirmesine gerek kalmadan, sadece varlığıyla bile yönetici elitlerin konumunun meşruiyeti sorununu işaret ediyordu.

2010’lara doğru gelindiğinde İhvanü’l-Müslimin –uzun baskı yılları boyunca siyasi alandan süpürülmüş olması nedeniyle– sivil-sosyal dayanışma ağları kuran, bu ağları gündelik pratik içinde sürekli işleten ve böylece toplumsal derinliğe devletten daha çok nüfuz eden bir hareket görüntüsü veriyordu. Bu hareket; kendi tarihi boyunca, adanmış “şehid”leriyle ahlaki-toplumsal meşruiyetini, yeşerdiği toplumsal mecranın içine kalıcı şekilde yerleştirmişti. Siyasi temsiliyetten yoksunlaştırılmasına rağmen farklı mücadele mecraları ile toplumsal katılımı aktifleştiren bir eylemlilik alanı kurdu. Ulusal meclise ancak bağımsız isimlerle, törpülenerek ve kerhen alınıyordu ama neredeyse bütün mesleki örgütlenmelerin, dayanışma ağlarının içinde temel rolü oynuyor ve devlete karşı kendini savunmaya çalışan toplumun, istemese de, açıkça tanımlanamayan temsilcisi oluyordu. İhvanü’l-Müslimin’in bu sosyal tecrübesi, 2011 dalgalanması sonrasında elbette ki onu Mısır’a ilişkin bütün hesapların merkezine oturtacaktı.

Fakat burada karşımıza bir sorun çıkacaktı. Her şeyden önce hiçbir sosyal tecrübe, siyasal tecrübenin pratik alanına doğrudan ve kendiliğinden tahvil edilebilecek içerikte değildir. Bu, uzun baskı yılları sonrası toplumsal çağrı ile iktidara gelen ve gelebilecek bütün benzer örgütlenmeler için geçerli bir önermedir. İhvan’ın yaşadıkları, bu türden hareketlerin karşılarına çıkacak sorunları yeterli düzeyde yönetme becerisi gösterememesini de açıklayacak bir durumdur. Nihayetinde, hem küresel güçler hem eski dönemin yerel muktedirleri pusuda beklerken yönetim zafiyetini derinleştirmek için ellerinden geleni yapacaklardı ve bu beklenmeyen bir durum değildi. Mısır için bunu daha kapsamlı düşünürsek ortaya şu çıkar: Eski muktedirlerin siyasi alanı kendilerine has kılması aslında bütün toplumu siyasi tecrübeden yoksunlaştırmıştı. Siyasi rolün toplumsal farklılıklarla kuracağı ilişki, toplumsal sorunun çözümünde kaynak ve ilişkilerin kullanımı, siyasi meşruiyetin sürdürülmesi yönünde geçerli eylemlilik kalıpları, parlamenter siyasetin işletimi ve kaynakların yöneticisi olan bürokrasinin yönetimi vb. alanlarda bir deneyimsizlik söz konusuydu. Bu türden deneyimlere sahip olmayan bir grubun, nerede olursa olsun, hatalar yapması kaçınılmazdı. Aslında bizzat bu hatalar, meşru siyasal grupların toplumsal olanla sürdürülebilir ve doğru bir ilişki kurması açısından öğretici olacaktır. Fakat Mısır gibi bir coğrafyada, yeterli siyasi beceriden yoksun bir gruba, hele de İslamcı siyasetin küresel düzeyde ana-damarlarından biriyse, bu şansın verilmesi beklenemezdi. Çok kısa sürede bahara erdiğini sandığımız Mısır, bu nedenle yeniden güz mevsimini yaşamaya başladı.

II. Tahrir eylemleri ile başlayan sürece bakarken, Mursi’nin yönetim becerisi göstermesini engelleyen ve Mursi’yi toplumsal öfke karşısında yalnızlaştırmaya çalışan eski muktedirlerin; bürokratik ağların kendilerine tanıdığı imkânları kullanarak, kaynakların topluma dağılımını kıstığını ve toplumda öfke birikimini beslediğini de hesaba katmalıyız. Çünkü Mübarek’in düşüşü sonrasında eski muktedirlerin dayanabilecekleri toplumsal meşruiyet bağlamı kaybolmuştu. Bu şartlarda, eski muktedirlerin siyasi hesaplarının dayanabileceği tek yer; siyasal özgüvenini kazanmış bir toplumsallığın, meydandan kaynaklanan gücünü siyasi iktidara yeniden hatırlatma ve talep etme hakkını kullanma yönündeki iradesiydi. Tam da bu durum, II. Tahrir eylemlerinin –bazılarının anlamaya çalıştığı gibi– komplovari bir girişim olarak düşünülmesinin makul olmadığını gösterir. Burada meşruiyetini kaybeden olgu; toplumun herhangi bir kesimi tarafından siyasi taleplerini dile getirme iradesi değil, dile gelen bu iradenin, bir askeri güç tarafından silah zoruyla siyasi değişime yönlendirilmesidir.[3] Nihayetinde askeri güç devreye girmeseydi, Mursi toplumsal muhalefetle –meydana meşruiyet atfetmesi nedeniyle– anlaşma zemini aramak durumunda kalacaktı. Zaten bunun açık işaretleri belirdiği için, pusuda bekleyen güçler toplumsal eylemi mecrasından saptırmak için darbeyi hızlandırdılar.

Darbe, birkaç yıl önce herhangi bir çevre ülkemizde olsaydı, bunu muhtemelen normal bir olgu olarak karşılayacak ve yerel/küresel güçler çekişmesi vb. hikayelerle kodlayacaktık. Ama bu sefer başka bir şey oldu. Meydanda direnerek kavuştuğu siyasi temsiliyeti korumak ve sandığa yansıttığı iradesini sahiplenmek isteyen halk yeniden meydana aktı. Siyasi lidere itiraz eden bir meydanı (II. Tahrir), keyfi ve hesap vermez arzusu doğrultusunda enstrümanlaştıran bir askeri güç devreye girdiğinde; meydanın nihai meşruiyet kurucusu olduğunu hatırlatan bir itiraz iradesi, meydanı (Adeviyye) yeniden sahiplendi. Askeri gücü kötürümleştiren bu sahiplenme iradesi, artık bundan sonra Âlem-i İslam’da, toplumun devletten farkının zor yoluyla kolayca bastırılamayacağının işareti olmuştur. Mısır’da olup bitenler, öngörülemez bir siyasal eylemin alanını ve dolayısıyla siyasal meşruiyet tartışmasının ilksel kökenleri meselesini önümüze açmıştır.[4] Böylece, tarihin tek kurucu gücünün, önceden bilinen-tanımlanabilen muktedir aktörler olmadığını; hatta bu muktedir aktörlerin, kendini açığa vurmaya niyetlenen her toplumsallık karşısında savunmasız ve zayıf olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

Mısır’a Türkiye’den bakınca söylenebilecek çok şey yok aslında. Düşüncemizi şekillendirecek bağlam; Mısır meydanlarında sıradan insanların rızayla katlandıkları çileleri, cesaretle ortaya koydukları emekleri ve sabırlı dirençleriyle yeniden örülüyor. Tarihin bazı dönemleri insanları sarsıcı bir şafağa çağırır.

Bütün coğrafya kımıldıyor. Dünyayı bildiği haliyle kendi mülkü belleyenler, sarsılan statükoların nasıl yeniden lehlerine kurulabileceğini görmeye çalışıp, kendi toplumlarına karşı askeri güçlerini devreye sokuyorlar. Bu ve benzeri krizler daha da artacak. Ama bu kez iradesini sahiplenmenin meşruiyetini soluyan ve onurlu bir soğukkanlılıkla eyleminin arkasında duran halk, oyunu bozmaya çalışıyor. Uzun bir yüzyılı kuracak zamanın şafağındayız. Mısır’da sahiplenilen irade daha adil bir dünya için umut veriyor. Hayrolsun.



[1] Bu durumu yeniden hatırlamak için, Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi başlıklı eserine bakılabilir.

[2] İhvanü’l-Müslimin hareketinin I. ve II. Paylaşım Savaşları etkisine rağmen Mısır’da kurmaya çalıştığı toplumsallık ile 1948 öncesi ve sonrası Filistin’i savunma hamlesi, Hilafetin kaybı şartlarında İslam’ın nasıl yaşanabileceğine dair yeniden bir fıkıh kurma çabası olarak da okunabilir.

[3] Benzer durumlarda hep görüldüğü gibi, darbe gerçekleştiğinde sevinen kesimlerin varlığı, toplumsal eylemin meşruiyetini zedeleyen bir durum değildir. Dikkatli bakıldığında meydan muhalefetinin, kendisine karşı muhalefet icra ettiği siyasi lider tarafından da gayrı-meşru addedilemediği görülecektir. Çünkü, Mursi’yi de iktidara taşıyan dalga, meydanda açığa çıkan benzer bir meşruiyet koduyla kendini göstermişti. Burada gayrı-meşru olanın tespit edilmesini sağlayacak tek hat, Mısır’ın kendi siyasi hareketlilik bağlamında ortaya çıkan hattır. Ve bu hat, ancak meydana yansıdığı haliyle görülebilen bir ayrımı kurar. Siyasi meşruiyet kendini bir kez meydanda gösterdikten sonra, artık onu geri çekmek hep zor olmuştur. Kurucu meşruiyet, sandıktan çok meydanda tecessüm edecektir. Sonuçta, İhvanü’l-Müslimin’in darbe sonrası meydana akması da bundan kaynaklanmaktadır. Meydan deneyimi aynı zamanda, her aktörün muhalifi ve müttefiki ile gireceği ilişkinin ve kuracağı dilin referans kaynağına dönüşmektedir.

[4] İhvanü’l-Müslimin’in uzun yıllar baskı altında katılaşmış ve Soğuk Savaş dönemi refleksleri taşıyan yapısı, bu mecburi yeni tartışma hattı karşısında inanılmaz bir hızla değişti ve meydanda öğrenilen siyasetin yeniden icrasına uygun bir forma büründü. Bu, tahmin edebileceğimizden çok daha hızlı bir öğrenme sürecinin kendiliğinden işlediğinin işareti olarak yorumlanabilir.

1 Response

  1. 28 Ağustos 2013

    […] yazıya bakılabilir: Uzun Sürecek Bir Bahar Çabası ve Mısır’da Beliren Meşruiyet İradesi, http://www.emekveadalet.org/arsivler/10517. Bu yazı aynı zamanda Mısır’da gelişen bütün sürece ilişkin, kendini Mısır bağlamı […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir