Uzun Hikayenin Sonu
Meğer Mustafa Kutlu uzun ve güzel bir uykuya dalmış ne zamandır, aynı hikayeleri gibi. Bir çok büyüğümüz, yaşlı akrabalarımız gibi uykuda sayıklıyormuş da bazen, arada Yeni Şafak’tan okuduklarımız onlarmış.
***
“Ancak Topkapı Sarayı’nı Avrupadakilerle kıyaslarsak fevkalade mütevazi bir yapıdır. Tanpınar bunu atlamış.”
Bu tespit Turgut Cansever’in, yanılmıyorsam “Kubbeyi Yere Koymamak” derlemesinde geçen, bağlamsal yaklaşıldığında oldukça geçerli bir tespit. Genelde İslamcı aydınlarımızdan aşina olduğumuz tarihten ve mekandan kopartılmış “doğu” güzellemelerini, idealleştirmelerini şimdilik bir kenara bırakalım. Topkapı Sarayı, kullanıldığı dönem boyunca, İngiltere ve Fransa saraylarından (Buckingham ve Versailles) daha mütevazidir gerçekten. Yatay gelişimiyle etrafındaki yeşillikte kamufle olmuş, Sarayburnu’nun topoğrafyasına oturtulmuştur, esnek bir yapıdadır, yeni odalar açılır, eklemelerle ihtiyaca göre genişletilir. Turgut Cansever İslami mimari anlayışını betimlemek için, hayırlı manada haklı olarak bundan bahseder. Bunu koyalım kenara, saray saraydır nihayetinde, o muhabbete girmeyelim. Ama mimari açıdan haklı.
“Bu (Ak Saray), tıpkı Avrupa’nın debdebeli sarayları yanında Topkapı’nın tevazuunu yansıtıyor… Batıdaki saraylara kıyasen bu bir ‘konak’ sayılır. Ama geniş bir alana yayılıyor.”
Mustafa Kutlu, başka bir çok yerde sıkça rastladığımız kelime değişiklikleri, ‘kavram’ değiş tokuşları üzerinden sembolik bir tercih yapıyor ve “saray”ın yerine, “konak”ı tercih ettiğini söylüyor. Hani yaygın olduğu üzere, “kent” mi, “şehir” mi, benzeri. Fakat bu birazcık daha tehlikeli ve diğeri kadar masum değil. Zira, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisine, bizce önemli olan tarafıyla, koruma altında olan bir orman arazisinin göbeğine inşa edilen devasa Ak Saray’ın, saray değil de, olsa olsa ondan daha sempatik, daha sıcak(?) bir kavram olarak, bir “konak” olabileceğini ima ediyor…
İyi ama ‘ufak’ bir sorunumuz var. Bahsedilen bu yapının Kremlin’den, Beyaz Saray’dan, Buckingham sarayından daha büyük olduğu söyleniyor. Sarayın net taban alanından mı, yoksa arsanın da dahil olduğu (ormanlar, bahçeler vs…) brüt alandan mı bahsediliyor, kısa bir araştırma yapmak gerekecek elbette. Fakat aşağıda diğer saraylarla ilgili özetler var, ki Wikipedia’dan da ulaşılabiliyoruz hepsine;
“Birleşik Krallık’ta Kraliyet ailesinin ikamet ettiği ve 1837 yılında inşa edilen 775 odalı Buckingham Sarayı, 77 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor. Birleşik Krallık’ı yöneten siyasetçiler ise Başbakan David Cameron da dahil, Downing Sokağı’ndaki binalarda yaşıyor. ABD Başkanlarının konutu olan Beyaz Saray’sa (White House – Beyaz Ev) 1792’de inşa edildi; 132 odalı Beyaz Saray’ın kullanım alanı 5 bin 100 metrekare. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ise Paris’in merkezindeki Élysée Sarayı’nda yaşıyor. 1718 yılında inşasına başlanan Saray, 1874’den bu yana cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılıyor. Türkmenistan’ın Devlet Başkanlığı Konutu ise Oğuzhan Sarayı. 488 bin metrekarelik bir alana inşa edilen Saray, 250 milyon dolara (yaklaşık 571 milyon TL) mal olmuştu. Almanya’da 2001 yılında inşa edilen resmi başbakanlık konutundaysa 200 metrekarelik bir alanda hazırlanan iki oda kişisel kullanım için düşünülmüş. Başbakan Angela Merkel ise ailesiyle Berlin’de bir apartman dairesinde yaşıyor.” (http://www.diken.com.tr/9-soruda-ak-saray-2/)
Son olarak, şu tabloyu da paylaşarak fiziksel büyüklük tartışmasını netleştirmek istiyorum. Sarayın ne tip bir yönetim tarafından, hangi dönemlerde kullanıldığı, mevcut kullanımı falan da önemli elbette. Ama bizim Ak Saray o konularda da çok iddialı. (tablonun özgün haline buradan ulaşabilirsiniz):
Yoksulluk Biçimde Değil İçinde
Biçim ve içerik arasındaki sayısız Kartezyen yarılmalara dair, bende doğrudan çağrışım yapan iki örnek vermeliyim önce. 18. yy ortalarında garpta filizlenen neo-klasik mimari akımı, asırlar öncesinin Antik Yunan ve Roma uygarlığına ait mimari özellikleri alıp, modern zamana uyarlamış, insani bir ölçeğin tamamen üzerine çıkarmıştır. Klasik bir akımın yeniden keşfedilmesi ve modern tarzda sunulması. Dolayısıyla İyon başlıkları, Dor sütunları, mekanik bir şekilde inşa edilebilecek sınırların ötesinde, günün teknolojisine uyarlanarak, ölçeği abartılı bir şekilde büyültülerek, aslında ulus sistemine geçen her yerde ama özellikle Amerika’daki yönetim binalarında kullanılmış bir mimaridir. Bu binalara dikkatli bakarsanız, soyut geometrik düzeyde Atina’daki Parthenon tapınağının benzerleri olduklarını fark edersiniz. Sembolik olarak taşınan bir şeyler var tabi, fakat içerik elbette ki tamamen farklı. Tamamen ideolojik; aydınlanmada greko-romen uygarlığının yeniden keşfedilmesi. Hadi burada yine bir akıştan, bağlantıdan bahsedebiliyoruz, bu bağlantı bir inşa olsa da.
Hemen daha yakına, kendi mahallemizden biraz daha farklı bir örneğe gelelim. Sultan Ahmet meydanından Cankurtaran, Küçük Ayasofya gibi mahallelere doğru inilirken bazı sokaklarda sıra sıra, cumbalı, şirin mi şirin, yeni restore edilmiş Osmanlı evleriyle karşılaşılır ya. Bunlardan bazılarının sadece cephelerinin korunduğunu, arkadan birleştirilen evlerin topluca butik otel gibi turistik amaçlar için kullanıldığını bilmeyenimiz yok herhalde. He ama geleneksel Osmanlı-Rum mimarisinden esinlenmişler evet, o kısım çok önemli. Sıcacık, şipşirin oteller yani.
İşte Mustafa Kutlu öyle bir halde ki demek, sadece sembollerden ve estetikten, yani biçimden, kabuktan bahsedebiliyor, yapay bir ayrılığın bir tarafında saf tutabiliyor. Ak Saray, biçim olarak bilmem “Türk evi”nden esinlenilmiş de…
Mustafa Kutlu kendisi demiyor muydu, biz okumuyor muyduk, hala okumuyor muyuz kitapları basılınca; biçimle içerik ayrı tutulamaz, neysen o olmak zorundasın, içi dışı bir olmak, zikir fikir uyumu vs… Mimar arkadaş almış Türk evini, ölçeklerini 100 katına, 200 katına falan çıkartmış, e kalır mı Türk evi, asmalı konağı, hanımın çiftliği? Bir nevi geç neo-klasik mimari. “Konak”mış aslında da, ama geniş bir alana mı yayılıyormuş neymiş… Sembolizm vardır İslam mimarisinde, kesinlikle karşı değilim de, sembolleri görmekten içeriği görmüyoruz artık. Kendisi de, münevver bir insan olarak, bir pir edasıyla –belki kendince yüzeysel olduklarını düşündüğü- Osmanlı yöneticilerini uyarıyor benzer bir sebeple; “Bazı yöneticilerimizin aklına bir ‘Selçuklu’ imajı takılmış. Bu çok ince bir iş. Eğer modern bir bina yapıp ona Selçuklu usulü bir ‘Taç kapı’ takarsanız. Bu altı kaval üstü şeşhane olur.” Olur mu olur valla. Tam da o işte, ağzına sağlık abi. Ama yine biçimdesin. Yani abi, yoksulluk sarayın biçiminde değil, içinde içinde.
***
Çoğu seküler insanın ‘din’i hayatın ufak parçalarından, kısımlarından biri gibi görmelerine benzer bir şekilde, Kutlu da içeriği, iktisadı, sosyolojiyi görmüyor göremiyor. Bunu söylemek haddime değil ama, hal bu ki sosyolojiden, iktisattan bahsetmeyen bir İslam mümkün değil. İşin kötüsü, “saray değil konak” şeklindeki, şu ana kadar yöneticilerden dahi duymadığım tarzda bir mütevazilik vurgusuyla, apaçık yalan söylüyor galiba. Yani yalancı oluyor kendisi bu durumda, gözüne perde inmiş falan diyemiyorum Allah affeder inşallah beni, veya alet mi oluyor? Belki tam da bu nedenle eski kafalı sayılabilir. Çünkü yeni kafalı, yeni Türkiyeli bir insanın, sahte tevazuu bir kenara bırakıp, çoktan Ak Saray’ın heybetini meşrulaştırmaya girişmesi gerekirdi; “hak ettik”, “hak etti”, “Orta Doğuyu yönetiyoruz ne bekliyordunuz”, “boru mu bu, saray…”, “Osmanlıyız biz, yanlış olmasın” vs… gibi.
Velhasıl, kimimizin doğrudan ağabeyi, çoğumuzun zaman zaman fikri, hissi muhabbet beslediği, Topçu Dergahı’nın son pirlerinden Mustafa Kutlu hoca, artık aramızda değil sanırım. Hem üzgün, hem de hafiften kızgınız. Tüm okuduklarıma, dinlediklerime rağmen, daha fazla yumuşatmam mümkün değil bu yazıyı.
Bir biçim olarak, yapay tevazuun içeriği de muhtemelen kibirdir çünkü.