Uzlaşmayanlar
“Devlet bize kendini tanıtıyordu ya da bize başka birini tanıtıyordu; biz de tamam diyorduk. Sonra durduğumuz yerde ona göre şekil alıyorduk. Mesela, çıkıyordu televizyon diliyle Kürtlerden bahsediyordu, o neye terörist diyorsa terörist oydu. Ve asla bizler birbirimizi tanımıyorduk. Ben olaylara tepkimi devlet kanalıyla veriyordum. Ama ne zaman ki bu yasak başladı, ‘devlet baba’ meşruiyetini de yitirdi gözümüzde. Böylece onun yaptığı tanımlamalar da anlamlarını yitirdi. Arada bir duvar vardı, adı: Devlet. Ama ‘devlet baba’ meşruiyetini yitirdiği andan itibaren ben bütün ezilenler ile birden yatay bir ilişki kurmaya başladım.” Yasemin Köycü[1]
28 Şubat’ta birşeyler karalamak, İslamcı tarihyazımının bir tür 12 Eylül ağıdına karşılık geliyor. Son yıllarda ise resmi devlet ideolojisinin bir parçası. Bizim gibi dokuz köyün kovulmuşlarına ise yeniden ve yeniden yazılan resmi tarihi yapısöküme tabi tutmak, bozup bir daha yazmak için bir fırsat, bir imkan. Sıkıcı olmak pahasına. Sıkıcı zira İslamcı siyaset mirasından utanmasak da, son kertede geldiği nokta en naif tabirle derin bir mahcubiyeti, yığınla tarifi, tüketilmesi gereken bir dizi dipnotu barındırıyor. Ne olmadığını söylemekten, ne olduğunu anlatmaya sıra gelmiyor. Belki buna gerek de yok. Bir anlamı ve ehemmiyeti de. Fakat hakikat, ansızın apaçık gelip kendini dayatıveriyor. 22 yıl önce Sincan’da yürüyen tankların namlusu bugün kime dönük, 1000 yıl sürecek denen şey hala sürüyor mü, eski Kemalistler bardak mı oldu yoksa mağdurlar mı Kemalistleşti gibi cevabı bilindik sorularla meşgulken Merve Demirel’in fotoğrafı düştü bir anda önüme.
Nuriye Gülmen’in 9 Kasım 2016’da, Ankara’da Yüksel Caddesi’nde açlık grevine başlayarak meşalesini yükselttiği KHK direnişi, Türkiye siyasetinde bazen haddinden fazla inatları ve hoyrat ısrarlarıyla nam salmış Devrimci Sol geleneğinden gelen eylemciler tarafından sürdürülüyor. Nuriye ve Semih 26 Ocak 2018’de, OHAL komisyonunun başvuruları hakkında ret kararı vermesinin akabinde açlık grevi eylemlerini 324. gününde sonlandırdılar. Fakat o günden bugüne Yüksel Caddesi’nde, herhangi bir adli veya idari soruşturma geçirmeksizin Olağanüstü Hal idaresi altında kanun hükmünde kararnameler ile hukuksuz bir şekilde işlerinden, ekmeklerinden ihraç edilen emekçiler için bir avuç eylemci direnmeye devam ediyorlar. Ne içinden geldikleri siyasal gelenek, ne de ihraç edilenlerin iltisaklı olduğu kurumlar, bu direnişçilere her gün yöneltilen sistematik işkenceyi meşru ve haklı kılmaz.
Merve Demirel, babası üye olduğu sendika bahanesiyle KHK ile ihraç edilmiş, Çorumlu bir üniversite öğrencisi, başörtülü bir genç kadın. Başörtülü olması onu polis şiddetine, tacize, işkenceye maruz kalan diğer Türkiyeli yurttaşlardan, kadınlardan ayırmıyor. Ama tabii ki 28 Şubat’ın fırtınalı yıllarına doğup büyümüş, başörtüsü yasaklarının ve direnişinin içinden geçmiş bizler için bir mana, bir ehemmiyet arz ediyor. Nihayetinde kendini bu mücaedelenin krizi ve kazanımlarıyla var etmiş bir siyasal iktidarın, Kemalist devasa toplum mühendisliğinin iflas ettiği bir dikotominin cisimleştiği, bütün bu politik krizin yüküyle imlenmiş bir tercihten bahsediyoruz. Başörtüsünü bütün bu göstergelerden soyarak konuşmak, yokmuş gibi davranmak beyhude olacaktır.
Kemalist rejim 28 Şubat’ta İslamcı iktidara yönelirken, İslamcılığın mevcut düzene arz ettiği tehdide ve buna karşın getirdiği siyasal teklife bir gözdağı, yaygın ve örgütlü bir tedhişle yanıt veriyordu. İslamcılar bu mesajı aldılar; az bir kısmı direnmeyi, çoğu ise teslim olup uzlaşmayı tercih etti. Teslim olanlar bugün AKP diye bildiğimiz şeyi oluşturdular. Küresel sermayeyi ve NATO’yu arkalarına, Cemaat’in polis ve yargı marifetini yanlarına alıp Kemalizmin Yeni Dünya’ya ayak uyduramamış bir kısmını tasfiye ve terbiye ettiler. Güç ellerinde temerküz ettikçe de onun bütün cebir ve şiddet yöntemlerini, başta Kürt halkı üzerinde olmak üzere, kendilerinden görmedikleri, makbul kabul etmedikleri her kesim ve kimse üzerinde tatbike başladılar. Hülasa haddini aşana zıddına inkılap etti.
Trajik olan bununla siyaset etsin etmesin, Müslümanların bu zulmü meşrulaştırmak, mazlumu suçlamak konusundaki olağanüstü gayretleri. Demirel’in “Bana sağcılar adam öldürtüyor dedirtemezsiniz” deyişinden mülhem, Türk polis ve askerine leke sürdürmemeye and içmiş kitleler, hakkını arayanı merdud ilan etmekte yarışıyorlar. Kendisi de başörtüsü yasakları sebebiyle mesleğinden edilmiş bir avukat olan Özlem Zengin, emniyet teşkilatını yıpratmamayı, bir masumun ahını almaktan daha fazla önemsemesi, adalet tasavvurunun yerini alan bir iktidar hırsının göstergesi değil mi?
Oysa gücü ellerinde tutanlar yıprandıkça, apoletlilere hesap soruldukça, telsizliler işledikleri suçlardan yargılandıkça, altın ve gümüş istif edenler gasp ettiklerinden cezalandırıldıkça, felaha ermeyecek miyiz? El birliğiyle bunları yıpratmaktan, terbiye etmekten, tükenmek bilmeyen tamah ve hırslarıyla savaşmaktan geçmiyor mu kurtuluşumuz? 28 Şubat’ın esas failleri yargılanabilmiş olsa, bugün 15 Temmuz diye bir garabet hasıl olur muydu? 28 Şubat’ın mücadelesini değil, edebiyatını yapmak, ekmeğini devşirmek ile meşgul olanlar hesaplarına sahip çıksalar, davaya müdahil olsalar, adalet talebinde ısrar etseler, bugünkü çürümeyi yaşar mıydık? 28 Şubat tam da bu haktan ve adalet ısrarından feragat, düzenle uzlaşma ve rejime teslimiyet değil miydi zaten? Varoluşumuz bu uzlaşmazlıkta, “Lâ” şiarında yatmıyor mu zaten?
Tarihi bugünden düne okumak, yazmak, anlatmak kolay. Şimdinin tarihini konuşmak ve yazmak ise bedel istiyor. 28 Şubat bugün neye karşılık gelir derseniz; Filiz Beyaz Konya’da elleri kelepçeli jandarma eşliğinde sınava götürülürken ne ise, Selçuk Kozağaçlı aynı vaziyette babasının mezarının toprağını okşarken de ona karşılık gelir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğrencisi Nuray Canan Bezirgan polis copuyla nasıl çocuğunu düşürdüyse, bugün aynı eller Yüksel Caddesi’nde kameralar önünde Merve Demirel’in mahremine el uzatırken aynı zulüm tekerrür ediyor. 28 Şubat’ın bin yıl boyunca sürmesine karar vermiş olanların vasiyetini yerine getiriliyor. Devlette süreklilik esastır derler. Trajik olan, dün rejimin sillesini yiyenlerin bugün ilk fırsatta aynı silleyi, kendilerinden zayıf gördüklerine aşk etmeye bu kadar heveskar olmalarında, düzenle uzlaşmak, bütünleşmek yetmezmiş gibi, insanlık onurunu ayaklar altına almak, Müslümanlığın izzet ve itibarını çiğnemeye can atmak konusundaki cömertlikleridir.
İslam’la düşünen, belki İslamcılık ile değil ama onun kaynak ve kodları ile siyaset etmenin yollarını arayan, imkanları üzerine kafa yoran bizler, bu müstekbirlerin işledikleri günahlardan utanç duyacak değiliz. Ama nihayetinde inandığımız ve amel ettiğimiz aynı adla anılıyor, bir şekilde aynı Kıble’ye yöneliyoruz. Bunun mahcubiyetini işitmemek namümkün. Ama başımızı dik tuttuğumuz bir şey var. O da Mervelerle hissettiğimiz omuzdaşlık, onların kavgalarıyla dün olduğu gibi bugün de yürüttüğümüz yoldaşlıktır. Zira 28 Şubat’ta öğrendiğimiz sloganın ilk nakaratı “Herkes İçin Adalet” diye başlıyordu. Sonra “Başörtüsüne Özgürlük” diye devam ediyordu. Bugün de aynı yerdeyiz, hala buradayız.
Kürt kadınlar, Alevi kadınlar, tesettürsüz kadınlar özgür olmadıkça başörtülü kadınlar da özgür olmayacaklar bunu biliyoruz, “henüz özgür olmadık” derken bunu söylemiştik. Aleviler hür olmadıkça Sünnilerin de ağzının tadı olmayacak bunu biliyoruz. Emekçiler alnını terinin hakkını almadan, mülk sahipleri gün yüzü görmeyecekler bunu da biliyoruz. Ormanlar, dereler, dağlar huzura ermeden kentler özgürleşmeyecek bunu biliyoruz. Bunları biliyoruz, çünkü direniş alanlarında karşılaştıklarımız bize öğrettiler. Kendimize istediğimiz adalet ve hürriyeti ancak herkes için istediğimizde bir şeylerin değişebileceğini öğrendik biz. Bu bilgiyle amel ediyor, cehd ve cedele niyetleniyoruz.
AKP iktidarı, bedelini ödemediği, fakat mirasını temellük ettiği 28 Şubat süreci üzerinden bir hikaye anlatıyor. Kendisini ise bu hikayede mağdur olarak konumlandırıyor. Hakkı yenenin, sesi kısılanın hikayesine kayıtsız kalmayan Anadolu irfanı elbet bunu da görüyor, anlıyor. Kimi zaman rey, kimi zaman rıza veriyor. Ama gözler görüyor, kulaklar işitiyor. Zulmün çığlığı arşı aşıyor. Mazlumların feryadı, emekçilerin öfkesi, direnenlerin nefesi sokaklarda, havzalarda, dağlarda çağlıyor. Akıl sahipleri için bunda bir ibret var. İbret almayanları ise çetin bir azap ve inkilab ile devrilecekleri o amansız gün bekliyor. [2]
Merve Demirel’in fotoğrafı bize başka bir şey anlatıyor. Megafonlardan bocanan hikayenin façasını bozuyor, yalanını ifşa ediyor. Bu çağrıya kulak verecek miyiz? Şubat’ın karanlığını parçaladığımız gibi, Kürt’ün hakkına, Alevi’nin cemine, işçinin ekmeğine, kadının izzetine, gencin geleceğine hükmeden, çöreklenen bu zilleti def edecek miyiz? Merve’yle karşı karşıya geldiğimizde ne edeceğiz; başımızı mahcubiyetle öne mi eğeceğiz, yoksa onun cesaret ve gururundan ilhamla gözümüzü ufka mı dikeceğiz?
“Yapılan eylemlerden sonra eğer yasak kalkmış olsaydı biz hiç bir şey olmamış gibi kaldığımız yerden devam ederdik. ‘Pardon bir yanlışlık oldu hadi siz devam edin’ deselerdi biz eski halimize dönerdik. Bugün ben ne Hrant Dink’in cenazesine gidiyor olurdum, ne de HES’leri protesto ediyor olurdum. Biz ezilmişlerin varlığını o gün yediğimiz, o darbeyle fark ettik. Yasak devam ettikçe giderek güçlenen bir bilince sahip olduk.” Yasemin Köycü [3]
*Öne çıkan görsel: 28 Şubat döneminde Konya’da jandarma eşliğinde kelepçelenerek sınava götürülen Filiz Beyaz. (Editör Notu)
[1] Yasemin Köycü ile yapılan mülakattan, 28 Şubat Bin Yılın Sonu, Ed. Abdurrahman Babacan, 2. Cilt., Pınar Yayınları.
[2] Şuârâ: 227
[3] Yasemin Köycü ile yapılan mülakattan, 28 Şubat Bin Yılın Sonu, Ed. Abdurrahman Babacan, 2. Cilt., Pınar Yayınları.