Uyumamak Anlaşması: İş Sözleşmesi*
Uyuyamıyoruz, vaktimizi gönlümüzce tasarruf edemiyoruz. Bunu bir önceki yazıda konuştuk. Uyuyamıyoruz, çünkü çalışmak zorundayız. Nedeni de biraz bariz: başka türlü geçinmemiz mümkün değil. Nasıl olursa olsun, geçinmemiz için gereken ücreti kazanmak için çalışmamız gerekiyor. Yani bir patrona, belirli şartlar altında, emeğimizi kiralıyor olmamız gerekiyor. Peki ama hangi kurallara göre, nasıl bir hukuki çerçevede ve hangi koşullar altında gerçekleşiyor bu satış işlemi? İşte bu hukuki çerçeveyi ve koşulları başta iş kanunu, özelde ise iş sözleşmesi belirliyor. Bu yazıda da iş sözleşmesi üzerinde duralım istiyorum. İş sözleşmesi yapıyor olmak ne demek, iş sözleşmesi işçi için ne anlama geliyor?
Bir önceki yazıda bahsettiğim gibi, koşullar bizi çalışmaya, geçimimizi sürdürebilmek için bir iş sahibi olmaya zorluyor. Yani aslında emek piyasasına girmemizi icbar ediyor. İş aramak, iş bulmak, istihdam edilmek, bunların hepsi üzerine uzun uzun düşünülmeyi hak eden şeyler. Ancak şimdi biraz ilerleyelim ve istihdam edilmek üzere olduğumuzu düşünelim. Bir işyerinde çalışacak olmanın koşullarını belirleyen metin aslında tarafların imzalayacağı iş sözleşmesidir.
Hayal edin (ya da hatırlayın), muhtemelen işe girdiğiniz ilk hafta önünüze bir iş sözleşmesi konmuştur. İçerisinde maaşınız, mesai saatleriniz, yıllık izniniz ve işin koşullarıyla ilgili diğer bilgiler yer almıştır. Muhtemelen bütün bu belgeyi patron (ya da onun adına bu işi yapan insan kaynakları) hazırlamıştır. Siz zaten işe alım sürecinde bu koşulların bir kısmını biliyorsunuzdur. Mesela ücreti. Biliyorsunuzdur ve belki ufak bir pazarlık payınız/şansınız olmuştur. Onlar 11 dediyse siz 12 demişsinizdir belki. Ama bu kadar. Bunun dışında bu sözleşmenin herhangi bir maddesinde sizin bireysel olarak büyük çapta bir değişiklik yapma şansınız olmamıştır, muhtemelen de olmayacaktır ömrünüz boyunca.
Peki neden böyledir? Neden işçinin iş sözleşmesi üzerinde bir tasarruf hakkı yoktur? Ona uymayan maddeleri, mesela yemek ücreti ödenmemesi gibi durumları değiştirmek için pazarlık yapamaz? Çünkü iş sözleşmesinin bizatihi kendisi eşit olmayan bir ilişkiyi temsil eder. O belge, eşit olmayan ilişkiyi belgeler, bizatihi eşitsizliğin belgesidir. İş sözleşmesi kimler arasında imzalanır? Bu sözleşmenin tarafları kimlerdir? İşçi ve patron. Aslında iş sözleşmesi bu eşit olmayan iki öznenin ilişkisinin belgesidir. Patron, işçiden daha kuvvetlidir iş sözleşmesinde.
Birileri çıkıp diyebilir ki işçi ve patron sözleşme (yapma) özgürlüğü bakımından eşittir. İşçi ya da patron, istedikleri takdirde, sözleşmenin maddelerini yani işin koşullarını beğenmedikleri durumda, sözleşmeyi imzalamama hakkına sahiptir. Ancak bu geçerli bir itiraz olmazdı. Zira işçinin işe ihtiyacı patronun işçiye ihtiyacından daha fazladır. İşte sözleşmenin eşit olmadığı ilk nokta burasıdır zaten: sözleşmenin tarafları arasında, işe duyulan ihtiyaç bakımından bir fark bulunur. Haydi, iş sözleşmesinin tarafları üzerine şu pasaja kulak verelim:
Taraflardan hangisinin, tüm olağan durumlarda yahut anlaşmazlıkta avantaja sahip olacağını ve diğerini kendi şartlarına uymaya zorlayacağını öngörmek zor değil. Tüm bu tür anlaşmazlıklarda, patronlar çok daha uzun süre dayanabilir. Bir toprak sahibi, bir çiftçi, bir üretici veya bir tüccar, tek bir işçi çalıştırmasalar bile, önceden edindikleri mal varlığıyla genellikle bir veya iki yıl yaşayabilirler. Tam aksine, işçilerin çoğunluğu istihdam edilmeden bir hafta bile geçinemez. Her halükarda, uzun vadede, işçinin patrona duyduğu ihtiyaç, patronun işçi için duyduğundan daha acildir.1
Adam Smith’e ait olan bu pasaj, iş sözleşmesinin eşit olmayan karakterini ortaya koyar. Sözleşmenin tarafları eşit değildir, eşit güçte değildir. Çalışmak zorunda olan, çalışmadan geçimini sağlayamayan işçiler ile çalışmasa dahi geçinebilecek olan, farklı gelir kaynakları ve varlıklara sahip patronlar arasında imzalanır bu sözleşme. Bu durumun kendisi, yani iş sözleşmesi yapan tarafların sahip olduğu ekonomik güç eşitsizliği, pazarlık gücünde de eşitsizliğe neden olur. İşçinin pazarlık gücü patronun pazarlık gücüne göre bir hayli düşüktür. Zira işçi çalışmak zorundadır. İşçi, bir nevi, patrona mahkumdur bu düzende. Haliyle daha güçlü olan sözleşmeyi şekillendirir. Koşulları patron belirler.
Kaçta işe gelip kaçta eve döneceğinizi patron belirler. Yani kaç saat uyuyacağınızı, eşinize ya da çocuğunuza ne kadar zaman ayıracağınızı patron belirler. Dostlarınızla çay içmeye fırsatınız olacak mı patron belirler. Maaşınızı patron belirler. Yani bu ay kira ve faturaları ödeyebilecek misiniz patron belirler. Pazarlık yapamazsınız. Patron belirler.
Ama üzülmeyin, sizinle aynı kaderi paylaşan 21 milyon 680 bin kişi var Türkiye’de. Bu sayı 2022 yılı için Türkiye’deki ücretli çalışanların sayısı. Bu demektir ki yaklaşık 21 milyon 680 bin kişinin tüm çalışma (ve yaşam) koşulları patronları tarafından belirleniyor. Peki patronların sayısı ne kadar? 1 milyon 300 bin. Kaba bir hesap yaparsak, patron başına 17 işçi düşüyor. Yani her 17 kişi, 1 patronun iki dudağı arasında yaşam sürüyor.2
Kar için Kar Sefaleti Katlandırıyor
Koşulları patron belirliyor dedik. Peki ama patron neye göre belirliyor bu koşulları? Patron kötü biri, ahlaksız ve insanların nasıl yaşam sürdüğünü umursamıyor diye mi böyle kötü koşullarda, düşük ücretlerde ve uzun saatler boyunca çalıştırıyor insanları? Doğrusu bu yazının taslağında patronların ahlakı hakkında bir yargıda bulunmayı düşünmemiştim. Ama madem söz bizi buraya getirdi, biraz ileride bu konudaki fikrimi de ifade edeyim.
Kapitalist ekonomide her şirket bulunduğu sektörde ayakta kalabilmek için karını artırmak, maliyeti düşürmek zorundadır. Ne iş yapıyor olursa olsun, işletmelerin temel mantığı budur: karı artırmak. İşletmenin işe devam etmesi için ne gerekir? Emek, hammadde ve üretim araçları. (Mesela bir kahve dükkanı için, barista, kahve çekirdekleri ve kahve makineleri). Bunların teminini ne kadar daha az maliyetli hale getirebilirse, o kadar karlı bir satış gerçekleştirir patron. Ancak genelde hammadde dediğimiz şeyden (kahve çekirdeklerinden) kısmak, onu ucuza getirmeye çalışmak tehlikelidir. Üretilen malın ya da hizmetin rağbet görmemesine neden olabilir. Böyle bir durumda karını artırmak bir yana, karı düşürebilir bile. Ne demişler, ucuz etin yahnisi yavan olur. Aynı durum üretim araçları (kahve makinesi) için de geçerlidir. Bu iki kalemde de maliyeti belirli küçük bir miktarda düşürmeyi tercih eder patronlar. Öteki türlü karlarının azalmasından korkarlar. Bu nedenle gözlerini üçüncüye, yani emeğe, yani çalışan maliyetlerine dikerler.
Hangi sektör olursa olsun, bütün işletmeler için değişmeyen maliyet işçi ücretleridir. Bunlardan kısabildiği kadar kısmalıdır patron, öteki türlü karını artıramaz. Olabilecek en ucuz ücrete olabilecek en yüksek değer üretimini gerçekleştirmek zorundadır. Bu yüzden işçi maliyetinden kısar da kısar. Karını artırmak için işçileri uzun saatler boyunca olabilecek en düşük ücretlere çalıştırır. Patronlar kar ederken, işçiler giderek daha sefil bir yaşam sürer.
Madem böyle, başkasına sefaleti, kendisine sefahatı tercih etmeye ahlaksızlık demeyeceğiz de neye ahlaksızlık diyeceğiz? İşçilere müşkül durumu reva görmeyi ahlaksızlığın bir ifadesi olarak görmeyeceksek ahlak bizim için ne ifade ediyor olabilir ki? Dahası, kapitalist işletmenin mantığına sirayet etmiş bu kar hırsını toptan değiştirmedikçe, ahlaksızlık ve zulüm üreten bu düzenden nasıl kurtulabiliriz?
21 Milyonun Hal Çaresi Nedir?
Zaten iş sözleşmesi üzerinde işçinin tasarruf hakkı yoktu. Bu sözleşmenin kapitalist kar hırsına bağlı olarak düzenlendiğini de görmüş olduk. Bu noktada işçiyi bu kapitalist sömürüden koruyacak, mesela kıt kanaat geçimlik değil ihtiyacını tastamam karşılayabileceği miktarda ücret almasını sağlayacak olan şey nedir? Aynı soruyu şu şekilde de sorabiliriz: işçiler, yani Türkiye’deki bütün üretimi ve dağıtımı yapan yaklaşık 21 milyon kişi, hayatlarını 1 milyon kişinin belirlediği koşullara göre geçirmek zorunda mıdır? Emek veren, ülkenin bütün ekonomik gücünü oluşturan bu 21 milyon, nasıl olur da 1 milyon kişinin emrine amade olur? Ve nedir bu durumun hal çaresi? İşte bu sorularının hepsinin yanıtı iş sözleşmesinin eşit olmayan bir sözleşme olmasına dayanıyor. Patronlar sermaye sahibi oldukları için koşulları belirliyorlardı. 1 milyon kişi, 21 milyon kişinin hayatını zehir ediyordu. İşçilerin gücü ise birlik olmalarından geçiyor.
21 milyonun büyük kısmı çok benzer koşullarda çalışıyor (yaşıyor). Ücretleri bir ortalamada benzeşiyor, mesai saatleri aşağı yukarı birbirine denk düşüyor, aldıkları yemek ücretleri ya da şirkete gelen yemeklerinin kalitesi bile belli bir ortalamaya sahip. Yani bu 21 milyonun ortaklaştığı birçok somut durum var. Bunlardan en önemlisi ise 1 milyonluk patron kesimi tarafından sömürülüyor olmak. İşçilerin ortak noktası sömürüyse, neden bu sömürüye ortak bir yanıt vermesinler?
Doğrusu, işçiler ve patron arasındaki güç eşitsizliğini aşmanın yolu bir patronun karşısına birden fazla işçiyle çıkmaktır. Bunun mecrası da sendikalardır. İşçiler kendi haklarını korumak ve artırmak için örgütlenmeli, birlikte mücadele etmelidir. Yukarıda demiştik, tek başına bir işçi ve bir patron arasındaki sözleşme eşitsizdi. Kağıt üstünde pazarlık gücü neredeyse yoktu işçinin. Ama madem işçilerin tamamı aynı problemden muzdarip, sendikalaşalım. Sendikalaşan işçinin pazarlık gücü artar. Gerekirse topluca iş yavaşlatır, iş bırakır, greve çıkar. Gerekirse farklı yollar dener ve mücadele eder. Nihai olarak tek başına olduğunda mahkum kalacakları ücret ve koşuldan daha fazlasını almanın yollarını ararlar bir araya gelince. İşçiler hakettikleri uykuya, ücrete ve hayata tastamam sahip olabilmek için örgütlenmelidirler.
1 Adam Smith, The Wealth of Nations (Chicago, University of Chicago Press, 1977), vol. 1, chap. 8, 98–99.
2 TÜİK, İşgücü İstatistikleri, 2022.