Uyumak Bizim De Hakkımız Değil mi?
Arkadaşımız Gazali’nin bu kısa yazısını devamı gelecek bir yazı dizisinin ilk parçası olarak önden yayınlıyoruz.
Çalışıyor musunuz? Çalışmadığınızı, işinizin olmadığını düşünün. Öğrenci misiniz? Derslerin iptal edildiğini hayal edin. Bir sabah, saat kaçta uyanacağınıza nasıl karar verirsiniz? Kendi kendinize uyanana kadar yatar mısınız? Yoksa belirli bir saatte kalkmayı düşünüp alarm kurar mısınız yine de? Ben muhtemelen kalkmaz, olabildiğince yatmaya devam ederdim. Peki ama işiniz varken bunu yapabiliyor musunuz? Hayır, işe gitmek için belirli bir saatte kalkmak zorundasınız. Olmasa istediğimiz zaman kalkacağımız (ya da kalkmayacağımız) bir mecburiyet, bizi günün belli bir vaktinde uyanmaya icbar ediyor. Bu saat diyelim ki 07.00 olsun.
Çalışmak bir açıdan da uykudan kısmak demektir diyebilir miyiz?
Uyandıktan sonra işe gitmek üzere hazırlanıyoruz. Belki hızlı bir duş aldık, ufak bir kahvaltı yaptık (ya da sadece kahve hazırladık) ve muhtemelen yarım saat ya da kırk beş dakika içerisinde evden çıktık. İşyerinize varmak için en az 1 saat (iyimser bir tahmin) yolumuz var. Diyelim ki mesainiz 8 saat –ki Türkiye’de çalışan her 4 kişiden biri günde 10 saat çalışıyor– 09.00’da başlıyor ve 18.00’da sona eriyor, arada 1 saat de molanız var. İşten tekrar eve dönmeniz muhtemelen 19.30’u bulacak ve dinlenme, akşam yemeği derken 21.00’da ancak kendinize gelmiş olacaksınız. Belki biraz televizyon izlersiniz, olur ya belki takatiniz kalmıştır ve bir kitap açarsınız, belki eşinizle sohbetin tadını almak istemişsinizdir ancak nihayetinde, en fazla 2-3 saat bir vaktiniz kalacaktır, sonrasında uyumak zorundasınız. Zira yarın 07.00’de tekrar uyanmak zorundasınız.
İşe gittiğimiz için keyfimizce yaşayamıyoruz diyebilir miyiz?
Yine iyimser bir tahminle, haftanın 5 günü çalıştığınızı düşünelim. Ne oluyor böylece, haftanın 5 günü bu maratonla geçiyor. Ertesi gün çalışmak zorunda olduğunuz için gününüzün oldukça kısıtlı bir zarfını keyfinizce geçiriyorsunuz. Neden çalışıyorsunuz? Çalışmayabilir misiniz? Muhtemelen çalışmadan geçinmeniz mümkün olmayacaktır.
Eğer sizin adınıza geçimliğinizin sağlandığı bir başka kaynak yoksa (kira gelirinizin olması, size bakan ana-babanızın olması, sizin adınıza çalışanların olması vs gibi) aslında çalışmak zorundasınız. Öteki türlü -elinizde varsa- birikiminiz zamanla sona erecektir, artık geçiminizi sağlamanız mümkün olmayacaktır.
Yani, keyfimizce uyuyamayız, zira karnımızı doyurmak için çalışmak zorundayız. Uyumayı tembellik gibi görenler için şöyle diyelim; keyfimizce kitap okuyamaz, yüksek lisans tezimize vakit ayıramaz ya da arkadaşlarımızla vakit geçiremeyiz; çünkü çalışmak zorundayız.
Günlerimizi böyle geçiriyoruz, bunun karşılığında ne alıyoruz peki? Ne uğruna günlerimizi böyle geçiriyoruz? Aldığımız ücret neyin bedeli, karşılığı? Bir günlük (ya da aylık) çalışmamızın mı karşılığı? Yani o işgününde ürettiğimiz şey, yaptığımız iş her neyse, onun ederi kadar mı ücret alıyoruz? Yoksa başka bir şey kadar mı? 1 gün, (aslında) gün boyunca çalışıyoruz (çünkü başka bir şey yapmaya vaktimiz kalmıyor). Ancak karşılığında 1 gün kadar boş vaktimiz olmuyor. 8 saat çalışıyoruz, kendimize ancak 3 saat zaman ayırabiliyoruz.
Şöyle bir düşününce, aldığımız ücret, ertesi gün işe kendimizi bedenen ve ruhen hazır etmemiz için gereken “asgari” miktardan ibaret. Bize izin verilmiş asgari miktarda uyuyoruz, asgari miktarda arkadaşlarımızla vakit geçiriyor, asgari miktarda çocuklarımızla ilgileniyoruz. Asgari miktarda yaşamımızdan keyif alıp, yeniden çalışmaya dönüyoruz.
Biz, uykusunu ve gününü çalışmaya sarfetmek zorunda olanlar, bizler bir kesimiz. Bir de biliyoruz ki çalışmak zorunda olmayanlar, bizim çalışmamızdan para kazananlar var. Onların hakkı olan uyku, bizim de hakkımız değil mi?
Melenchon Konuşuyor
Bu yazıyı (ve devamını) yazmak istediğim zamanlarda Fransa’da emeklilik yaşının yükseltilmesi üzerine protestolar yükselmiş, işçiler tüm Fransa’yı ayağa kaldırmıştı. Protestolar esnasında Melenchon çok can alıcı bir konuşma yapmıştı, aşağıda o konuşmanın videosunu ve metnin tercümesini ekliyorum. Bu yazıyı okuyanların o videoyu da (belki tekrar) seyretmesini çok isterim. Çünkü bu yazı ve o konuşma aynı şeyi söylemenin peşinde: Boş zaman, atalet içinde [geçen] değil, kişinin ne yapıp yapmayacağını kendisinin kararlaştırdığı zamandır. Yani bu, insan gibi yaşamak, başkalarının yaşamamıza karar verdiği gibi değil toplumsal olarak nasıl geçireceğimize kendimizce karar verdiğimiz gibi yaşamak demektir”
Gerçek şu ki, bizim neden burada olduğumuzu anlamıyorlar. Biz yalnızca, varoluşa ara verme hakkı için mücadele etmiyoruz ki, bu bile yeterdi aslında. Ama biz [onlara] her şeyden önce şunu söylüyoruz: Ömrümüzün, asıl değerli olan zamanı sizin, üretmekle geçirildiği için yararlı saydığınız zaman değildir. Zaman yalnızca toplumsal yararla sınırlandırılmış, çalışmaya hasredilmiş zaman değildir. Bu aynı zamanda boş zamandır. Boş zaman, atalet içinde [geçen] değil, kişinin ne yapıp yapmayacağını kendisinin kararlaştırdığı zamandır. Yani bu, insan gibi yaşamak, başkalarının yaşamamıza karar verdiği gibi değil toplumsal olarak nasıl geçireceğimize kendimizce karar verdiğimiz gibi yaşamak demektir: Sevişmek, içinizden öyle geliyorsa hiçbir şey yapmamak, sevdiklerinizle ilgilenmek, şiir okumak, resim yapmak, şarkı söylemek ya da yan gelip yatmak için yaşamak demektir. Boş zaman tam manasıyla insan olma fırsatına sahip olduğumuz zamandır. Konuştuğumuz şey budur. Ama bize diyorlar ki, “Daha çok çalışmanız lazım!” O zaman biz de soruyoruz: “Hangi amaçla, niçin?” Geçtiğimiz yüzyılın eğilimi emek zamanını yarıya indirerek zenginlik denilen şeyi elli kat artırmak iken, neden daha çok çalışalım? Neden daha çok üretelim? Hayır, yarının, geleceğin anahtarı daha çok üretmek değildir: Çünkü bu gezegenin ölümü demektir.