“Türkiye’nin Ruhu”na Bakmak: Berkun Oya’nın Bir Başkadır’ı Üzerine
Giriş
Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar adlı kitabında şöyle der: “Fenomenologların ‘aşkın indirgeme’ dediği fikre yani çekirdekteki öznelliğe ulaşmak için kültürel ve tarihsel farklılık kabuğunu soyma çabasına da prim vermiyorum. Önyargılarımızı, inançlarımız ve varsayımlarımızı yabana atamayız; benlik ile toplum daima birbiriyle kaynaşmış durumdadır; birinin son bulup ötekinin başladığı net bir yer yoktur.”[1] Felski kitapta edebiyat üzerinden sanatın işlerliğine odaklanıyor. Bir sanat dalı olarak edebiyat için söylenebilecek çoğu şeyi sinema için de söyleyebiliriz. Sinemayla yapılan anlatım, kesişimleri mi yoksa netlikleri mi betimlemelidir? Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır üzerine yapılan tartışmalar büyük oranda bu aks üzerinden ilerliyor. Herkesin kendi indirgemesi üzerinden bir eleştiri geliştirdiğini görüyoruz.
Bir Başkadır 12 Kasım’da yayınlandı. Dizi yayınlanır yayınlanmaz ülkenin kültür ve entelektüel hayatına kulak kesilen herkesin dikkatini çekti. Türkiye’de yapılmış çok az eser böyle bir etkiye matuf olmuştur. Sonrasında yaklaşık 6 saat 40 dakika süren bir izleme maratonuna rağmen çok izlendi ve hızlıca değerlendirmeler kaleme alındı. Muhtemelen daha çok eleştiri ve kritik üretilecek. Dizinin yarattığı etki ister istemez söz söyleme noktasında teşvik edici oluyor.
Diziyi anlamak için, ‘yönetmen bu yapımla bize ne demek istiyor?’ sorusuyla başlamak en doğrusu olacaktır. Aslında sorunun cevabı dizinin adında açıkça ifade edilmiş. Dünyaya takdimi için Ethos, Türkiye’ye takdimi içinse Bir Başkadır uygun görülmüş. Bir Başkadır ifadesi Ayten Alpman’nın 1972’de yayınladığı aranjman bir şarkıdan kısaltma, Bir Başkadır Benim Memleketim’den… Şarkı Klezmer tarzında söylenen geleneksel bir Yidiş şarkısının (Rabbi Elimelekh) müziğinden uyarlanmış. Sözleri Fikret Şeneş’e ait. (Aranjman şarkılar o dönemde hayli yaygındı ve yadırganan bir olgu da değildi. Telif yasalarının yaygınlaşması görece yeni uygulamalardır.) Türkçe aranjmanda Ayten Alpman bize cennet gibi bir ülke tasvir eder. Esasında politik bir çalışmadır ve alt metinde topluma “bu memleketin kıymetini bilin” denmektedir. Şarkıya göre bu memleket her açıdan bir başkadır. Buna mukabil siyasete ve toplumun durumuna bakarak tersi kanaatlerin söz konusu olduğunu söylemek hiç zor değil. Türkiye birçokları için pek de cennet değildir. Oya, “Bir Başkadır” ifadesi ile bu farklılığı imleyerek bu ülkenin Ethos’una, Atay’ın ifadesiyle “Türkiye’nin Ruhu”na odaklanır.
Türkiye’nin Ruhu
Türkiye’nin Ethos’u/Ruhu tartışması hiç yeni değil. Sanatın her alanında bu bilinmeze dair bir arayış ve keşif yolculuğu devam ediyor. İlk romanlarımızdan modern olanlara kadar birçok sanatçı bu mesele üzerine kafa yordu. 1970lerde yayınlanan Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı bunun en önemli örneklerinden biridir. Atay’ın romanı, lümpen ve sınıfsal gerilimleri izah kabiliyeti yeterli görülmediğinden ve yoğun orta sınıf eleştirisi barındırdığından sol-seküler çevreler tarafından burun bükülerek karşılandı. Yayınlanması da pek kolay olmadı, birkaç yayınevi tarafından reddedildi. Atay önemli ve ödüllü bir eser yazmış olmasına rağmen, kendisi de eserleri de zamanla unutuldu. 1977’de hayata gözlerini yumduğunda yarım bıraktığı işleri vardı. Ölümünden sonra yaşadıkları Korkuyu Beklerken’deki Unutulan hikayesine benzedi maalesef. Darbeden sonra Ömer Madra ve Enis Batur’un gayretleriyle Tutunamayanlar, İletişim Yayınları’nda tekrar basıldı (1984). Ancak bu sefer ülkenin gündemine büyük yer ederek girdi. İlk yayınlandığında burun bükülen bu eser, sol kültür alanının tartışmasız en önemli eserlerinden biri olarak kabul edildi. Ve sonra gündemimizden hiç çıkmadı. (Kitap 30 yılda 60’tan fazla baskı yaptı.)
Atay’ın ölümüne kadar tuttuğu günlüklerinden yarım kalan projeleri olduğunu biliyoruz. Bitiremediği Eylembilim romanıyla birlikte Türkiye’nin Ruhu adını verdiği bir çalışma için okumalar yapmaktaydı. Bunun için tarih okuduğunu Günlük adlı çalışmasından biliyoruz. Günlük, hüzünlü bir kapanış perdesi gibidir. Yazma arzusunu kaybetmemiş bir büyük yazarın söyleme azmini ve söylerken yaşadığı yorgunluğu metinde hissederiz, yazarken ölümünün de yaklaştığına şahit oluruz. Atay, sahneyi hüzünlendirerek terk eder.
Atay’ın peşine düştüğü ve Türkiye’nin Ruhu adını verdiği ethos, 80li yıllarla birlikte akim kalan bir tartışma idi. Kapanmamış bir parantez olarak entelektüel hayatın hep gündeminde yer aldı. Memleketin kimyasını ve karakterini tahlil gayreti, edebiyat ve sanat çevreleriyle birlikte sosyal bilimler ile iştigal eden herkesin meselesiydi. Haliyle ülkeyi yani bizi anlatan ve toplumu tanımaya hizmet eden yapıtlar meraklısı için heyecan yarattı. Memleketin ethosuna dokunan her içerik de ayrıca bir şöhrete sahip oldu. Bir Başkadır (Ethos)’ın bu denli dikkate ve ilgiye matuf olmasının arkasında kapanmamış bir paranteze odaklanmış olması ve tarif kabiliyetinin –oyunculuklar dahil her açıdan- oldukça başarılı olması yatıyor. Bir Başkadır 20 yıl önce çekilseydi başka ethos görüntülerini arayacaktık, haliyle dizinin başarısının, günceli anlatma kabiliyeti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dikkat Çeken Nüanslar
Bir Başkadır’daki karşılaşmalar devlet hastanesindeki bir psikiyatristin odasında başlıyor. Bayılmasının nedeni tespit edilemeyen başörtülü ve taşralı bir temizlik işçisiyle, ailesi Boğaz’da yaşayan iyi eğitimli bir doktor, seansta karşılaşıyorlar. Bir toplumsal gerilimin böyle seanslar üzerinden bir hikaye örgüsüne kavuşması çok anlaşılır, zira toplumun bütün sıkıntıları en kolay seans odalarında kesişir. Ülkedeki beyazlar ve beyaz olmayanlar arasındaki gerilimin böyle karşılaşma ile betimlenmesi elbette eksik ancak bu eksiklik, esas figürlerin çevresine doğru kamera açısı genişledikçe kapanıyor.
Dizi çok çetrefilli bazı tartışma alanlarını, insanların insanlık durumlarını hiçbir şekilde tahfif etmeden ve ötekileştirmeden, gayet anlaşılır şekilde anlatabilmesiyle büyük bir iş çıkarmış. Oyunculukların hepsi çok iyi ve neredeyse olması gerektiği kadar… Dizinin ana aksını takip ettiğimiz Meryem karakterini canlandıran Öykü Karayel başta olmak üzere her bir oyunculuk için ayrı ayrı teşekkür etmek gerekiyor. Bununla birlikte karakterler üzerinden teker teker analiz yapmak anlamlı olur ancak bu durumda yazı, hacmini aşan bir şeye dönüşür. Bu kısımda özellikle dikkatime taklan nüansları vurgulamak istiyorum.
***
Dizide dikkatime takılan ilk görüntü, Meryem’in etrafında olan her şeye rağmen üstünden asla çıkarmadığı neşesi oldu. Yürüme ritminden konuşmasına kadar her ayrıntıda neşeli kalmayı üzerinden atmıyor. Abisi ve yengesi arabada gerilim yaşadığında ortamı sakinleştirmek için aklına gelen ilk şey radyodan bir oyun havası açmak oluyor. Dizi boyunca müthiş enerjili ve zeki bir profil ile karşılaşıyoruz. Etrafındaki kasvet dışında karakterin karanlık taraflarını bayılmasıyla görüyoruz sadece. Kolayca üstesinden gelemediği bir duygu durumu yaşadığında bayılıyor Meryem.
Neşeden bahsetmişken Mustafa Çiftçi öykücülüğüne değinmek anlamlı olacaktır. Çiftçi genelde Yozgat’ı merkeze alan öyküler yazıyor. Birçok şehirlinin sıkıntı alanları olarak kodladığı taşranın aslında eğlenceli ve hayat dolu taraflarını gözümüze sokarken iktisatlı davranmayan bir yazar kendisi. Bir Yozgat belgeselinde taşranın genelde betimlendiği gibi bir sıkıntı yuvası olduğu fikrini de açıkça eleştiriyor.[2] Taşra betimlemelerinin, genelde merkeze koşan ve arzulu yağmacıların coşkunluğu üzerinden bolca yapıldığı ana akım sosyoloji anlatılarından farklı olarak Meryem karakteri, bize başka ethosu gösteriyor. Meryem, yoksulluğuna ve yaşadığı sınıf gerilimine (aşık olduğu erkeğe ulaşamamak gibi) rağmen, iletişim kurmak, konuşmak, kendisini küçük gördüğünü anladığı terapistine börek götürerek arkadaşlaşmak isteyen biri. Söylediklerini kutsal kabul ettiği, sözünden çıkmadığı hocasına rağmen eşitlenme ve ayakta durma arzusunun baskınlığı, Meryem karakteriyle vücut buluyor. Dengesiz ve yükünü kaldıramayan gürültücü bir abiyle, bunalımda ve intihara meyilli bir yengeyle, ağzı var dili yok iki yeğeniyle yaşayan ancak sevmeyi ve sevilmeyi becerebilen neşeli bir taşralı figür var karşımızda.
Özellikle 80lerden sonra taşranın neşeli ve yapıcı betimlenmesi sinemamızda pek tercih edilmedi. Nuri Bilge Ceylan’dan Semih Kaplanoğlu’na, Zeki Demirkubuz’dan, Derviş Zaim’e kadar birçok yönetmen bize terkedilmiş, karanlık, arzuları hesaplı, iki yüzlü, neşesini kaybetmiş bir taşra/taşralı anlatısı takdim ettiler. (Yüksel Aksu bir istisna yönetmendir bu anlamda.) Komediler de genelde şarlatanlıklar üzerinden ilerledi. Berkun Oya ise Meryem karakteriyle bambaşka bir ethosu öne çıkarıyor. Haklı arzuları, eşitlik talebi, fedakarlıkları, idare etmeleri, yaşama sevinciyle bir Meryem… Meryem’in bu halinin içinde yaşadığı aileyle birlikte düşündüğümüzde ne denli önemli olduğunu görebiliriz. Askerlik kurumunun ve geleneklerin iğdiş ettiği, kaba, etrafındakileri dinlemeyen ama ailesine düşkün bir baba/abi; çocukken köyünde yaşadığı bir tecavüz vakası nedeniyle hayata tutunamamış ama ailesi için bunun bir yolunu aramaya çalışan, intihar teşebbüslerinde bulunan bir anne/yenge; ve bu aile içinde yaşayan çocuklar… Bütün bunlara rağmen neşesini kaybetmeyen, aileyi çekip çeviren ve bayılma hallerinden kurtulmak için yollar arayan bir karakter var karşımızda. Necmi Erdoğan’ın Kayıp Halk yazısında odaklandığı halkın kodları, böyle bir yapıcılıkta ve dirilikte saklı olabilir mi?[3]
***
Bahsedilmeye değer bir diğer görüntü ise Gülbin karakteri. Gülbin, Kürt bir ailenin eğitimli kızıdır. Kardeşi ise annesinin karnındayken askerler tarafından tekmelendiğinden sakat doğmuş ve bakıma muhtaç biri. Anne ve baba geleneksel Kürt ailesi profilinden. Diyaloglardan anladığımız kadarıyla ablası muhafazakâr ve devletle arası iyi olan bir siyasete mensup. Kendisi ise seküler cemaate mensup ve muhalefet satında konum alıyor. Aile içindeki en önemli gerilim meselesi, 35 yıl önce devletin gadri yüzünden sakatlanan erkek kardeşlerinin sağlığı… Evde bunun için yaşanan şiddetli bir tartışmayı izleriz. Bununla birlikte Gülbin ablası Gülan ile kardeş olmak ve barışmak ister ama ablası hırçın bir görüntü vermektedir. İçten içe bu duruma üzülse de aile içinde kavga eksik olmaz. Gülbin’in hem dindarlarla hem de sekülerlerle rabıta kurabilme kabiliyeti, toplumu anlama yetilerini de güçlendirmiştir. Yakın arkadaşı olan ve mütemadiyen Meryem ile görüşen Peri’nin sorunlu elitizmini de Meryem’in sahiciliğini de bu nedenle anlayabilir. Berkun Oya, Kürt sosyolojisini parçalanmış ve trajedi yaşamış bir aile görüntüsüyle karşımıza çıkarır. Ayrıca toplumun birleşebileceği ittifak zemininin ancak karşılaşmaları gözeten figürlerle şekillenebileceğini söyler.
***
Bir Başkadır’da dikkat çeken bir diğer görüntü de Ferdi Özbeğen’dir. Özbeğen 70lerde görünürleşen ve 80lerle birlikte oldukça öne çıkan bir piyanist şantördür. Arabesk ve taverna müziği arasında bir yere konumlandırılır ancak tam olarak öyle değildir. Amacı basitçe insanlara hoşça vakit geçirtmek olan ve modern enstrümanlarla hem Doğu hem de Batı müziğini meczeden bir yerde durur. Özbeğen’in müziği Atlas Plak imzasıyla çıkan uzun kaydının iç kapağında şu ifadelerle takdim ediliyor: “Özbeğen’in müziğinde, kendi yaşantısının sadeliğini buluyoruz. İnsan sevgisini iddiasız bir tonla ne kadar kolaylıkla aşılıyor. Özbeğen yeni bir tavırdır. Türk müziği ile Batı Müziğini söylerken ve çalarken birbirine çok yaklaşan bir tavır.” Özbeğen’in popülerliği 90lara kavuşmaz ama Özalizmle birlikte yükselen yeni kültürde önemli bir görüntüdür. Kanaatimce yönetmenin dizede Özbeğen’i öne çıkarması kültürel bir izleği benimsemiş olmasından kaynaklanıyor. Anlamsız bir tercih olmamakla birlikte bir açıdan da eksik kabul edilebilir. Çünkü 80ler Türkiye’si sadece Özbeğen’i değil, daha uzun süre önemli bir görüntü olarak dip dalgadan merkeze yerleşen Müslüm Gürses’i, protest ve kültür hayatından ilhamla siyasete değen şarkılar yapan Ahmet Kaya’yı da önümüze çıkardı. 2000lerle birlikte şaireneliğin ekmeğini bolca yemiş olan AKP’yi ayrıca görmek gerekiyor. Bu eksikleri diziyi zayıflatan unsurlar olarak görmüyorum zira Özbeğen figürünün ethosu gösterme anlamında değdiği yerin izah kabiliyeti var. [4]
***
Dikkat çekici duran bir diğer görüntü de Ali Sadi Hoca’nın yapay lale ile doğal çiçekler üzerinden yaptığı betimlemedir. Hoca etkili olduğu çevre içindeki insanları, kendilerinin sahici ve organik diğerlerini ise yapma ve sentetik olduğuna ikna edebilmektedir. Özellikle Müslümancı ve kendince yerli anlatılar içinden konuşan bireyler uzun yıllar öteki olarak kodladıkları insanları parlak ama çaresiz görmeye devam ettiler. Yönetmenin yakalayıp gözümüze soktuğu bu yaklaşım, toplum hayatında sürekli işlenen ve karşılık bulan bir terkip olageldi. Neşeli kalabilmenin muhafazası bazıları için böyle menkıbelerle kolaylaştırıldı.
***
Dizi bize ayrıca başka ethoslar da sunar. Sinan figürü üzerinden bir ıssız adam, çocuklarının mürüvvetini görmek için sabırsızlanan modern ve şehirli teyzeler (Peri’nin ve Sinan’ın anneleri), kendi penceresinden bakınca neredeyse mükemmel bir birey olmasına rağmen doğru eşi bir türlü bulamayan bir yalnız kadın (Peri), aşık, beceriksiz, çirkin ve geveze bir İslamcı erkek (Hilmi), sürekli gergin olan ve ailesini korumak için elinden geleni yapan bir baba (Yasin), dindar ailelerin deistleşen çocukları (Hayrunnisa), popüler dizilerle kurulan rabıtalardaki ciddi farklar (Ünlü oyuncu Melisa karakterini merkeze koyarak; Meryem’in dizileri neredeyse ezberleyerek ve hayranlıkla seyretmesi, Peri’nin neredeyse hiç haberdar olmaması, Sinan’ın bambaşka bir kafayla bakınması gibi)… Listeyi, merceği daha da odaklayarak uzatabiliriz.
Eleştiriler Üzerine
Diziye yapılan eleştiriler genelde değinilmeyen ya da aktarılmayan hikayeler üzerinden gidiyor. Mesela sınıf geriliminin bir toplumsal sulhla neticelenmesi eleştiriliyor. Bu denli derin yarıkların bir sınıf siyaseti olarak temayüz etmesi bekleniyor. Bununla birlikte politik figürlerin failliğinin diziye yeteri kadar aktarılmadığından dem vuruluyor. Mesela bir kadının tercihiyle başörtüsü takmasının hikayesi verilmiyor, politik anlamda tutum sergileyen bir İslamcı figürün hayata değen birtakım dahiliyetlerinden bahsedilmiyor, bir işçi önderini dizide görmüyoruz, sosyalist bir aktivistin ya da parti mensubunun siyaset gündemi bu ethos içinde yer etmiyor, gayrı müslimlerden neredeyse hiç bahsedilmiyor, aleviler nerede? gibi gibi… Bunlar nedeniyle yönetmenin sosyolojiye yabancı olduğu eleştirileri özellikle yapıldı.
Daha komik eleştirileri de dizide gördük, mesela kıyma kavurması gibi bir şeyin olmadığını yönetmenin bilmediğini söylediler. Beyaz bonenin başörtüsü modasında artık neredeyse hiç olmadığını yazan bir arkadaşım vardı. “Kürtlerden yeşil gözlü olur muymuş?” gibi laflar edildi. Birisi şöyle demişti, “AKPliliğin görüntüsünü de Kürde yazdılar”. Bir arkadaşım dizideki seküler ve zengin psikiyatrist Peri karakteri üzerinden mesleki formasyona sahip insanların bu denli hırpalanmaması gerektiğine işaret etmişti. Bu gibi eleştirilerin çok az da olsa haklılık payı olabilir. Ancak yönetmenin pekala yaşanabilecek durumlar için yaptığı bu tercihleri yanlış bulma hakkına sahip değiliz. Bir sanatsal yapıttan her şeyi en ideal şekilde aktarmasını beklememek gerekir. Bütün soruların cevabını en doğru şekilde veren bir sanatsal yapıt hiç olmadı. Sanat eserleri bazı yönetmen ve sanatçı müdahaleleriyle birlikte genel olarak bir amacı barındırırlar. Bir Başkadır eksiğiyle fazlasıyla resmetmek istediği ethosu büyük oranda başarılı şekilde vermiş bir eser olarak karşımızda duruyor.
Bazı ciddi eleştiriler üzerine konuşulmayı hak ediyor. Dizinin finalinin birtakım barışma halleriyle neticelenmesi eleştirilmiş. Zira bu denli somut gerçekliklerin aslında siyasallıkla görünürleşmesi ve bazı somut mobilizasyonlara kapı aralaması bekleniyor. Burada en başta aktardığım Felski’nin cümlesini tekrar hatırlatmak istiyorum, “Sanat eserine bir takım indirgemeci müdahaleler anlatıyı hapseder.” Eğer bir toplumsal ethosu betimlemek isteyen bir anlatıdan bahsediyorsak, bazı indirgemeler anlatının büyüsünü, şok etkisini, tanımlama kabiliyetini pekala ortadan kaldıran bir etkiye neden olabilir. Bu anlamda anlatıyı bir siyasallığa indirgememek, sanat eserini apolitik yapmaz, aksine sanat eserini daha da anlamlılaştırır. Bununla birlikte ‘toplumlar gerilimi mi yoksa barışmayı mı arzu ederler?’ sorusu da bizi bir yerlere taşıyacaktır. Politik figürlerin devrimci durum özlemi, bazen devrimin şenliksiz bir karakterle görünürleşmesini gözetmek gibi yanlışlara varılmasına neden oluyor. Burada çizgiler baya inceliyor, devrim sulhu vadetmeli ve toplumu ferahlatmalı ancak artan gerilimlerimiz bizi bu gibi nüansları görmemeye vardırabiliyor.
Bitirirken
Abbas Kiarüstemi’nin, bence sinema tarihinin başyapıtları arasında yer alan filmi Nema-ye Nazdik (Yakın Plan/Close Up), Hüseyin Sabzian karakteriyle bize bir ethos sunar. Sabzian, sınıfsal ilişkilerin ürettiği bir karakterdir. Kendisini özdeşleştirdiği meşhur bir yönetmenin kılığına girer, bu kıyafeti ile gelir düzeyi olarak kendisinden yukarıda olan insanların masasına muteber bir birey olarak oturur, durum fark edilince dolandırıcılıktan yargılanır. Bir şekilde tahliye olur ancak onu yaratan sınıfsal gerilim bir politik netice sunmaz. Sabzian eline çiçek alır, kılığına büründüğü Mahmelbaf’ın motoruna biner ve helallik almak için aile ile yüzleşir. Filmin sonunda bir isyan, siyasal dönüşüm, toplumsal değişim falan yaşanmaz. Yönetmen bize yaşanmış bir insanlık durumunu betimler ve kamerayı usulca kapatır. Filim bitince Sabzian, geldiği sınıf, geçim sıkıntısı, toplumsal katmanlar vb. birçok şey kafamıza kazınmıştır artık. Sanatçı kendini bize ne yapacağımızı ya da ne yapmamız gerektiğini söylemek zorunda hissetmez. En fazla bir işaret koyar ama fazlası mesajını boğma riski taşır, yönetmen bunun farkındadır.
Bir Başkadır da böyle bir yapım. Bize gözetemediğimiz bir ethosun resmini veriyor. Bu ethostan bir siyaset çıkarmak ve üretmek ise yönetmenin değil siyasetçilerin işi. Yönetmene böyle bir eksiklik için yüklenme hakkına sahip değiliz.
[1] Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar? Metis Yayınları, 2. Baskı, 2013, İstanbul, sf. 27.
[2] BBC Türkçe’nin hazırladığı Yozgat: Hayaller ve gerçekler isimli belgesel için bkz.: https://www.youtube.com/watch?v=IAwE0ywriXM
[3] Necmi Erdoğan, Kayıp Halk, https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297
[4] Ferdi Özbeğen alıntıları ve detaylı bir analiz için bakınız: https://manifold.press/ferdi-ozbegen-turkiye-nin-ilk-buyuk-dj-i-miydi