Türkiye Büyükşehir Belediyesi: Korona Günlerinde İnşaat ve Belediyecilik
Kapitalizmin iç işleyişine hâkim olanlarımız için ülkece KOVID-19 pandemisi karşısındaki duruşumuz şaşırtıcı olmadı. Elbette çarklar dönecek, üretim, tüketim devam edecekti. İşçi sınıfının şanslı bir kesimi evden çalışmaya geçerken çoğunluğu oluşturan mavi yakalı kesim ise hiçbir şey olmamışçasına çarkı döndürmek için kelle koltukta çalışmaya devam ediyordu.
Fakat dönen tek çark sanayi ve lojistik olmadı elbette. GSYH’mızda sanayinin yeri her ne kadar rekabet edilemeyecek düzeyde olsa da 1980 başlarından itibaren ve özellikle 2000’li yıllarda parlayan yıldızımız inşaat sektörü. Pandemiye karşı önlem kapsamında evlere kapandığımız dönemde mart ayında 113 işçi, nisan ayındaysa 220 işçi çalışırken hayatını kaybetti. Bu iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin %10’u ise yol ve inşaat sektöründe çalışmaktaydı.[i]
İnşaat sektörü bir ağrı kesici gibi, kronik hastalığımızı ortadan kaldırmaktan ziyade, yani hastalığın sebepleri yerine belirtileriyle uğraşan, öte yandan da yüksek düzeyde bağımlılık yapan bir meret. Eh bu meret tek gitmiyor, yanında iyi kötü eğreti bir kurumsallık, bir belediyecilik gerektiriyor, haliyle. Koskoca ülke bile tek başına adeta bir büyükşehir belediyesi. Bu benzetmenin tek sakıncalı yanı, ülkemizin yönetiliş şekliyle karşılaştırıldığında belediye yönetiminin hafifseniyor gibi olması. Elbette, belediye yönetimi çok daha ciddi bir iş. Merkezdeki yöneticilerimize İBB ve ABB yetmediğinden, 2010’ların ortalarından itibaren olayı daha da merkezileştirmeye başlamışlardı. Nitekim İBB el değiştirdiğinde merkezi yönetim de kendini bir büyükşehir belediyesi olarak çoktan örgütlemişti.
Kanal İstanbul
Bu merkez yerel yetki çatışması kutuplaşmadan önceki bir örnekle durumu açıklayalım. İstanbul’un anayasası olarak bilinen ve son onaylı büyük ölçekli planı olan 2009 tarihli İstanbul Çevre Düzeni planına bakıldığında, aşina olmayanlar şaşırtıcı bir tablo ile karşılaşıyor; plan İstanbul’un doğu batı aksında büyümesini öngörmüş ve kesinlikle kuzeye çıkmıyor. Dolayısıyla ne Kuzey Marmara Otoyolu (ve 3. Köprü), ne Kanal İstanbul, ne Yeni İstanbul, ne de 3. Havalimanı planda görünüyor[ii]. Bunların tamamı çeşitli revizyonlarla, plan notu değişiklikleriyle, bakanlık yetkileriyle geçirildi, yasallaştırıldı. Yani İBB yönetimi daha değişmeden, yaklaşık 2010 senesinden beri bu stratejinin kurumsal-hukuki alt yapısı hazırlanmış. Öte yandan, 2016-19 arasında yapılmaya girişilen ancak onaylanmayan bir çevre düzeni planı daha var. Fakat onaylı değil.
Eh, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri el değiştirince merkezi yönetimin inşaat-taahhüt işleri daha da aksamaya başlıyor. Bunun üzerine bakanlık inşaat istediği bölgeyi tamamen kendi yetkisine alıp büyükşehir belediyelerini boşa düşürmeye girişti. Bunun en tipik örneği Kanal İstanbul projesinde yaşanmıştı. Kanal İstanbul’un şimdiye dek ilan edilen güzergahının planları İBB’nin yetkisinde değil. Rezerv alan ilan edildiği için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkisinde. Yani aslında yapılan bu mega müdahaleler İBB yetkileri dışında. İşte bu manevrayı sağlayan mevzuatlar, bu rejimin kurumsallığını oluşturuyor. Dolayısıyla 2019’un aralık ayında İBB başkanı İmamoğlu Kanal İstanbul projesine cepheden itiraz ettiğinde Recep Tayyip Erdoğan kendisine “İşine bak” demişti, bizler tüm kibarlığımızla “ama adamın işi o zaten” derken bu işleyişe gönderme yapıyordu elbette. 2020 yılının ocak ayında ise İBB tamamen Kanal İstanbul protokolünden çekildiğini duyurdu.
Kanal İstanbul gibi büyük girişimler çok açık şekilde ulusal kalkınma hapları olarak görülüyor, “milli ve yerli bir mücadelenin” en önemli ayaklarından, ya da öyle pazarlanıyor. Çoğunluk da ikna belki. Böylesi büyük milli hamleler COVID falan dinlemiyor elbette. Mart başı gibi toplumun şanslı(!) kesimleri evlere kapanmaya başladığında Kanal İstanbul’un ilk etabı için ilk ihale ilanı haberi geldi. Mart sonunda ihale gerçekleştirildi, TMMOB ihaleye itiraz davası açtı. Buna göre ilk olarak güzergahta bulunan tarihi Dursunbey ve Odabaşı köprüleri “koruma amaçlı olarak”, ecdadın köprülerine zarar gelmesin diye az öteye taşınacaktı. Bir yandan bu köprülerin taşınması Kanal İstanbul’un yapılabileceği anlamına elbette gelmiyor. Ancak ortalığı karıştırmak, “durmak yok yola devam” diyebilmek önemli.
Fakat inşaat kendi çocuklarını yemeye devam ediyordu. İhalenin hemen ertesi günü ulaştırma bakanı Mehmet Cahit Turhan görevden alındı. Bu manevranın sebepleri çokça tartışıldı. Görünen bir sebebi aslında AKP’nin bu işten alma hamlesiyle “Biz CORONA ile uğraşırken, içinden geçtiğimiz şu hassas günlerde, sen nasıl olur da ihale açarsın?” makyajıydı. Ancak bu kadar üzülselerdi herhalde ihaleyi iptal ederlerdi. TMMOB’un açtığı itiraz davasındaki gerekçelere göz atıldığında ise farklı bir durum göze çarpıyordu. Aslında bakan muhtemelen ihaleyi alelacele ve içinde itiraz edilebilecek çeşitli hukuki boşluklarla açmıştı. İhalede kültür envanterlerinin taşınması için alınan referans karar Hasankeyf örneği için geçerliydi, çünkü Hasankeyf bir barajdı. Yani “baraj altında kalan kültür envanterlerinin” taşınması ile ilgili bir madde üzerinden açılıyordu ihale. Ne var ki Kanal İstanbul’da herhangi bir baraj söz konusu değil. Bu da ihaledeki önemli boşluklardan birisi. Yani ulaştırma bakanı aşırı hızdan dolayı da işinden alınmış olabilir.
Salda Gölü
Türkiye Büyükşehir Belediyesi’nin gözünde Burdur Yeşilova’daki Salda Gölü bir süredir ne olduğunu asla tam olarak çözemediğimiz kocaman potansiyel bir millet bahçesi. Tayyip Erdoğan’ın millet bahçesi yapacağız açıklamasının hemen ardından yerel yönetimlerden haşa herhangi bir müdahale olmasın diye bölge, yukarıda bahsettiğimiz strateji kapsamında daha geçen sene mart ayında “Özel Çevre Koruma Bölgesi” ilan edilerek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkisine alınmıştı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı da büyükşehir belediyesi bünyesindeki bir tür daire başkanlığı olarak görebiliriz sanki.
Beslenecek başkaca kaynak olmadığından gölün kumsalları ağızları sulandırıyor. Muhalefet kesimi “korumak lazım…koruma…yarınlar…” gibi konuştukça inadına daha da kabarıyor iştahlar. Mart ayında göl bölgesi çevresinde inşaatın ilk belirtilerinden olan konteynerler görünmeye başlıyor. Ardından 12 Nisan’da KOVID-19 önlemleri kapsamında göl bölgesine giriş çıkışlar yasaklanıyor. Yasak derken, elbette insanlara yönelik. Nitekim 13 Nisan’da kumsallara kamyon ve kepçeyle giriliyor. Elbette valilik bu çalışmaya girişen şirketle ilgili “inceleme” başlattığını açıkladı. İnşaat ihalesiyle ilgili de planın daha askı süresi dolmadan ihaleye açıldığı gerekçesiyle bir itiraz davası açılmış ancak dava reddedilmişti.
Öte yandan Salda’nın içinde bulunduğu Burdur’un Yeşilova ilçesi belediye başkanı Mümtaz Şenel ve eşi Fatma Şenel 20 Nisan sabahı evlerinde silahlı saldırıya uğradılar. Mümtaz Şenel’in Salda üzerindeki projelere yönelik yaptığı muhalefet ve korumacı tutumu biliniyorsa da kendisi daha sonra bu saldırının sebebinin göl olmadığını, içinde fuhuş yapıldığı için kapatılan bir otel olduğunu belirtti. Yine de her halükârda, saldırının Salda gölüne yapılan fiziksel müdahale ertesinde gerçekleşmesi dikkat çekici. Saldırıyı yapanlar yakalandı. Yakalanan şüpheliler suç işlemek amacıyla silahlı örgüt kurmak, silahla yaralama gibi suçlar üzerinden suçlanıyorlar.
Kars
Başka bir saldırı haberi de 19 Nisan’da Kars’tan geldi. Son yerel seçimlerden sonra Kars belediyesi HDP’ye geçti malum. Eş başkanlar Şevin Alaca ve Ayhan Bilgen başa geçtiğinden beri tehditler eksik olmadı. İlk iş tanıdıklarla, torpillerle çeşitli çıkar ağları kuran rant çetelerinin tekerine çomak sokan yönetim hızla yerel müteahhitlerin hedefi haline geldi. Bu açıdan da her bir il aslında küçük bir Türkiye aslında; kalkınmanın ana ekseninde inşaatlar, ihaleler. 19 Nisan sabahı bu tehditler fiili saldırıya dönüştü. Gasp, uyuşturucu ve cinayetten sabıkalı üç kişi eş başkanlardan Ayhan Bilgen’i soruyorlar, kendisine ulaşamayıp etrafa zarar veriyorlar. Saldırıyı gerçekleştirenlerden bazıları öncesinde yazılı tehditler etmişler, hatta Kürt hareketiyle bağlantılı karanlık siyasal imalarda bulunmuşlar.
Burada devreye merkezi yönetim girmeye başlıyor. Kars da bölgedeki diğer HDP belediyeleri gibi uzun süredir bir kayyum tehdidi altında. Fakat Kars’a neden ezbere kayyum atayamadıklarını eş başkanlar güzel bir şekilde özetliyorlar.[iii] Kars’ın kozmopolit dokusu, ilginç ittifaklarla sonuçlanmış ve AKP yanlış bir hareketten çekiniyor. Kayyum için iyi kötü bir bahane bulmanın peşinde, bu saldırı da bunun bir parçası gibi görünüyor. Saldırı ardından ise HDP’nin Kardeş Aile kampanyası üzerinden bu sefer de bir kara propaganda başlıyor. Kars yönetimi de her adil yönetimin yapması gerektiği gibi Kovid-19 sonrası ciddi önlemler alıyor, dayanışma faaliyetleri başlatıyor. Kara propaganda da bunun sonucu.
Öte yandan bu satırlar yazılırken merkezi iktidar HDP’nin Iğdır, Siirt, Baykan, Kurtalan ve Altınova belediyelerine kayyum atadı ve halkın iradesini gasp etti. Dolayısıyla aslında yazının başlığındaki alegorik tını daha yazı yayınlanmadan kazınmış ve altı görünmüş oldu.
Sonuç
Yerel yönetimlerin yaptıkları yardımlar “paralel mekanizma” olarak görülüyor. Yani yerel yönetimlerle rekabete girmeye çalışan bir merkezi yönetim ancak ve ancak kendisini bu yönetimlerle ve onların yetkileriyle özdeşleştiriyor gibi. Kars’a yapılmaya çalışılan büyük müdahalenin bir ayağında muhtemelen bu var. Aynı şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Halk Ekmeğin kapanma günlerinde KOVID yardımlaşması kapsamında yaptığı ekmek dağıtımına polis müdahale etti (sonrasında bu hamle gün içinde hızla geri alındı). Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin anlaşmalı olarak çalıştığı Vakıfbank’taki kendi hesabı ise yardımların engellenmesi için bloke edildi. ABB de Vakıfbank ile olan anlaşmasını sonlandırdı.
İktidarın iki korkusu var; birincisi büyükşehir belediyelerinden başkanlığa yürüyen bir patika, bir örüntü hakikaten mümkün olabilir. İkincisi ise yardımları sadece kendilerinin yaptığı, bunun çok ilginç, çok etkileyici bir şey gibi göründüğü eski güzel günler hala hatırlarda. İktidarın bağışıklığı düştükçe bu geçmişe saplanıp kalma hali daha fazla belirginleşiyor. Yerel yönetim meselesi AKP için kurucu bir öneme sahip ve kodları hala oralarda aslında. CHP ise bunu yeni yeni keşfediyor. AKP’nin uzun süreli ittifakı olan ve bürokraside ciddi destek sunan Gülen cemaatinin tasfiyesi ile o alanda oluşan boşluk 90’ların karanlık güçlerince hızla dolduruldu. Mehmet Ağar halen görünmez gibi olsa da Alâaddin Çakıcı ve Sedat Peker’in görünürlüğü, 17 Nisan tarihli af yasası derken, silah külah işlerinin artması da cabası. Yukarıda anlatılan saldırılar ile doğrudan bağlantısı var mıdır bilinmez ama paradigma açısından uyumlu. Bu bürokrasi ayağının kaybıyla AKP yerelci kodlarına her zamankinden fazla sarıldı belki de. Bu nedenle, koca ülkeyi en iyi bildikleri şekilde, bir büyükşehir belediyesi gibi yönetiyorlar.
[i] İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisince derlenen bilgilerden alınmıştır: http://isigmeclisi.org/
[ii] Bu projelerin ve İstanbul’daki tüm mega projelerin geçmişleri ve künyelerine dair yapılan oldukça kapsamlı bir çalışma için: https://megaprojeleristanbul.com/#
[iii] İrfan Aktan’ın Şevin Alaca ile yaptığı söyleşi: https://www.birartibir.org/siyaset/703-organize-isler-kars-ta-isler-mi