Tanrı’nın Şövalyesi Olmak (IV)
Esat Arslan, otobiyografik bir anlatımla bugün Türkiyesi’ne dair kapsamlı bir değerlendirme yazdı. “Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi”ni, bu topraklarda anlatılmasına alışık olmadığımız ama müstesna olmaktan çıkmış hikayesini ilginize sunuyoruz.
Dostlar Arasında Geleceğimize Ümitle Bakmak ya da Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi
XV.
Bu metnin başından beri kendimin ve dostlarımın yaşadığı delilik anlarından bahsediyorum. Bu sebepsiz değil. Bilkent’te deliliğimi saklama ihtiyacı duyardım. Sabancı’da ise deliliğimle gurur duyabilecek bir atmosferin içindeydim. Ben bireysel olarak Foucault’nun delilik üzerine söylediklerinden sonra kendimden utanmayı bırakmıştım. Sabancı Üniversitesi ise daha en başta kurulurken şu prensibi benimsemiş: “Tarih boyunca düşünceye yön kazandıran pek çok bilim adamı, filozof, entelektüel, sanatçı vs delilikle boğuşan daimonik karakterler. Eğer bu üniversitenin dünyada söz sahibi olmasını istiyorsak ‘delirebilen’ daimonik karakterlerin burada barınabilmesi lazım.” Ben hatırlıyorum, Sabancı’daki ilk aylarımda danışmanım Halil Berktay’a deliliğimi itiraf etmek zorunda kaldığım zaman “Sen hiç merak etme. Seni buradan mezun edeceğiz.” demişti.
Bizim toplumumuzdaysa insanın içindeki daimonik karakterin, yani insanı deliliğe de sevk edebilen, ama müthiş yaratıcı düşünceler ortaya çıkaran ve toplumun zararına değil de yararına kullanıldığında o topluma müthiş nitelikler kazandıran bu yeteneğin bastırılması üzerine hayatlarımızı kuruyoruz. Daimonlarımızın ve yaratıcı enerjilerimizin egemen olduğu çağlarda çok farklı kaygılarla tutkularımızdan uzak duruyoruz, yaşlanınca ise bu daimonun sesi tamamen duyulamaz hale geliyor. Ve normalleşiyoruz.
Bilkent’ten bir dostumu hatırlıyorum. Üniversite sınavlarına hazırlanırken farklı kursların deneme sınavlarına girerdim. Ve her sınavda ikinci olurdum. Birincinin adına bakardım. Zafer diye adı sanı Ankara’da duyulmamış biri. Sonra o Ankara birincisi Türkiye dördüncüsü oldu. Meğerse Mersinliymiş. Ve benden iki yıl önce Mersin’den sınava girmiş, Türkiye’de ilk yüze girip elektronik mühendisliğini kazanmış. İki yıl sonra ise, yani 1994’te benle beraber tekrar sınava girmiş, bu sefer Ankaralı olarak. Onu tanımadan önce çok kızdım, adam Mersin’den gelip benim Ankara birinciliğimi çaldı diye. Sonra Bilkent’te kütüphanede tesadüfen tanıştım. Hemen dost oldum. Ona neşeyle bu sitemimi de ettim. Sonra aradan geçen iki üç yıl içinde bir gün Zafer’le tekrar karşılaştım. Ona okuduğum kitapları, düşüncelerimi vs anlattım. Ve sordum: “Sen neler okuyorsun?” Dersler dışında hiç kitap okumuyormuş. Ona benden çok daha yetenekli olduğunu ve benim okuduklarımı okusa çok muhteşem işler yapabileceğini söyledim, ve peki niye okumadığını sordum. Bana “Esat” dedi, “O saydığın alanların hepsini çok seviyorum. Ama o alanlarda okuma yaparsam tutkumun beni ele geçireceğinden ve dengemi kaybettireceğinden korkuyorum. O yüzden hiç okumuyorum.” Zafer işletmeci oldu ve sanıyorum çok iyi bir şirkette çok başarılı işler yapıyordur. Ve sanıyorum çok mutlu bir hayat da kurmuştur. Fakat hem sayısal hem sözel zekası bu kadar yüksek biri isteseydi ve toplum da ona destek verip teşvik etseydi Kant’tan çok daha büyük bir devrim yapabilirdi düşünce tarihinde… Ve inanın eğer şimdi mutluysa bu tercihi yapmış olsaydı şimdiki mutluluğundan çok daha yüksek mutluluklara sahip olurdu.
Ünlü bir mitoloji tarihçisi var: Joseph Campbell. Öğrencilerine şunu tavsiye ediyor: sakın hayatın zorunlulukları deyip tutkularınızı terk etmeyin. Ulvi tutkularınızın peşinden gidin. O zaman gerçek mutluluğu tadacaksınız. Bu tarz bir mutluluğun ne olduğu ünlü hümanist psikolog Abraham Maslow’a sorulduğunda bu mutluluğun kendini gerçekleştirme, mesleğiyle uğraşırken tanrısallaştığını hissetme, evrenle bir olduğunun zevkini yaşama ve okyanus olma duygusunu tatma olduğunu ve hayatta çok az insanın bu mutluluğa sahip olduğunu söylüyor. Maslow böylesi insanları çok görmüş. Ve bunların hepsi etrafına ışık, bilgelik, sevgi ve neşe saçan tanrısal bireylermiş. Biz ne yazık ki şu anki eğitim sistemimizle ve toplumsal yapımızla bu duygunun kendini ifade edememesi için seferber olmuş durumdayız. Yaratıcı yeteneklerimizi, paraya, statüye, bir cemaatin çıkarlarına hizmetkar hale getiriyoruz. Fakat bireyler olarak, ülke olarak ve insanlık olarak ne kaybettiğimizi hiç ama hiç bilmiyor ve bilgide devrim yapmanın Türkiye işi olmadığını, bu işin Batılıların genlerinden kaynaklandığını sanıyoruz.
XVI.
Bir sorun daha var bizim dünya ölçekli düşünürler çıkaramamıza sebep olan. Bilkent’te Sabancı’da ve ODTÜ’de bulundum. Herbirinde doktora seviyesinde dersler de aldım. Siyasal bilince sahip bir Kürt olsam da Türkçe anadilimdi. Ve İngilizce’yi ‘emperyalizmin dili’ olduğu için 2008’e kadar öğrenemedim. 2008’den 2010’a kadar en ağır felsefe ve sosyal teori klasiklerini İngilizce’den okumak zorunda kaldığımda İngilizce’yi sevdim ve İngilizce şiir yazabilecek bir kıvama geldim.
Fakat tüm bu okullarda şu problemi gördüm. En yetenekli gençlerimizi ortaokuldan itibaren İngilizce bir müfredatla yetiştiriyoruz. Daha gençler düşünmeyi, konuşmayı, kendini ifade etmeyi, tartışmada beceri kazanmayı, yazmanın zevkinin ne olduğunu öğrenmeden önce aksansız İngilizce konuşmayı temel bir mesele ediniyorlar.
Bu okullarda ders kitapları İngilizce olduğu, dersler İngilizce işlendiği için bu gençler temel düşünceleri hazmetmek yerine öncelikle İngilizceyi sökmeyi öğrenmek zorunda kalıyorlar. Ve doktora derslerinde bile düşünceleri hararetle tartışmaktansa aksanlı İngilizce konuşup da mahcup olmamak için konuşmamayı ya da ilkokul çocuğu gibi çat pat bir iki cümle söylemekle yetinmeyi tercih ediyorlar.
Üniversite yıllarımdan beri tüm hocalarıma bu dersler eğer İngilizce değil de Türkçe yapılırsa ve İngilizce’ye hakimiyet başka yollarla kazandırılmaya çalışılırsa ülkenin çok daha iyi düşünürler, bilim adamları ve akademisyenler çıkaracağını anlatmaya çalışıyorum.
Bunu ODTÜ’de de deneyimledim. ODTÜ’ye 32 yaşımda girdim. Beraber ders aldığım çocuklar 20 yaşındaydı. Ben İngilizce yeterliğim sebebiyle her söyleneni ve her okuduğumu kelime kelime, cümle cümle, argüman argüman anlıyordum. Fakat Türkiye’nin en seçkin sosyoloji bölümünün öğrencileri ne derslerden ne okuduklarından pek bir şey anlamıyorlardı.
Bir gün bir sınav öncesinde tüm öğrencileri amfiye çektim. Ve onlara Habermas ve Laclau’nun (Avrupalıların bile zor anladığı) metinlerini argüman argüman Türkçe olarak anlattım. Sınıftaki 60 kişi beni beş saat boyunca hiç yorulmadan tutkuyla dinlediler. O beş saat bittiğinde hepsi yürüyen Habermas, yürüyen Laclau olmuştu. Ben de o beş saatlik dersten sonra ODTÜ’de efsane olmuştum.
Türkiyeli yazarların entelektüel yeterliğinin şu an için Batı’ya göre çok geri olduğunu biliyorum. Ve kendimi de dahil ederek şu an için Türkiyeli yazarlardan bir müfredatı okumamanın doğru olduğunu da biliyorum. Türkiyeli yazarlar olarak ciddiye alınması gereken fikirlerimiz var. Fakat temel disiplinleri ve temel düşünürleri bir süreliğine daha yabancı yazarlardan öğrenmek zorundayız. Fakat şu an Türkiye’de muhteşem bir çeviri faaliyeti var. Ve neredeyse her ders kitabını ve her düşünürün klasik eserini Türkçe okuyabiliyoruz.
İngilizce anadilimiz olmadığı için tutkularımızı İngilizce yansıtmamız çok zor. Bilimsel faaliyetlerimize tutkularımızı katmadığımız sürece de yeni düşünceler yaratabilme yeteneği kazanabilmemiz çok zor. Ve bir kez Türkçe’ye tam hakimiyet kazandıktan sonra, yani bir anadili konuşmanın ne menem bir şey olduğunu hissedebildikten sonra aynı şeyi İngilizce’de de yapmamız önünde hiçbir engel yok. Yani ancak ve ancak Türkçe’de hakimiyet kurmayı öğrenince İngilizce’yi de anadili gibi konuşmayı ve bu sahada klasik eserler yazmayı ve klasikleşecek konuşmalar yapmayı becerebileceğiz.
Onun için eğer bilgide küresel bir söz sahibi olacaksak şimdilik İngilizce’yle devam etmek zorunda olduğumuzu düşünebilecek olsak bile bu müfredatı Türkçe ifade etme yeteneğine de sahip olmak zorundayız.
Alman felsefesi gelişmişliğini Almanca’nın özniteliklerine değil, bir Alman’ın tek başına tutkuyla Almanca’da dev bir felsefe eseri yazmış ve tüm Almanların felsefeye tutkusunu alevlendirmiş olmasına borçludur: Kant. Türkçenin ise başka hiçbir dilde olmayan muhteşem bir özelliği var: aynı kavramı üç farklı dilin etimolojisine sahip üç kelimeyle ifade edebiliyorsunuz. Örneğin kültür-ekin-hars ya da determinasyon-belirlenim-taayyün. Türkçe’nin sadece bu niteliği üzerine düşünmek bile Heidegger’den daha usta söz ustaları çıkarmaya kadirdir diye düşünüyorum.
Bana küresel bir düşünür olabileceğimin söylendiği 34 yaşımdan beri bilinçli olarak her alanda sadece Türkçe okuyorum. Felsefe, tarih, siyaset, sosyoloji, iktisat, ilahiyat, edebiyat, psikoloji, jeopolitik, doğa bilimi tüm klasikleri pür dikkat okuyorum fakat on yıldır bilinçli olarak İngilizce’ye elimi bile sürmüyorum.
Bu kararı verirken bir iddiam vardı: ben sadece kendi anadilinde okuyarak dünya ölçekli sözler söylenebileceğini ispatlayacağım diye yola çıkmıştım. Sadece kıta Avrupası felsefesi geleneği için söyleyeyim, Kant ve Hegel’den başlayıp Gadamer, Ricoeur, Hardt-Negri ve Agamben’e kadar sadece Türk dilinde yaptığım okumaların beni birikim olarak bir Sorbonne mezunuyla denk hale getirdiğini söyleyebiliyorum.
Bir teklif olarak söyleyeyim: en yetenekli gençlerimizi gönderdiğimiz ve müfredatı İngilizce bellettiğimiz bir dersi deneme kabilinden bir sefer olsun Türkçe yapmayı deneyin. Sınıftaki düşünsel enerjinin nasıl patlama yaptığını göreceksiniz. Bunu Sabancı’da karşılaştırmalı edebiyat profesörlüğü yapan bir hocam da söylemişti. Türk roman klasikleri üzerine bir dersi Türkçe yapmayı denemiş ve sınıfta daha önce hiç tatmadığı muhteşem bir entelektüel heyecan atmosferi oluşmuş.
Benim Türkiye’nin en yaratıcı düşünürlerinden ve yazarlarından biri olduğumu söyleyen çok iltifat aldım hatırı sayılır çevrelerden. Sanıyorum bunu büyük oranda kafamı vura vura olsa da ve beni akademik olarak gelebileceğim çok daha yüksek yerlere gelmekten alıkoysa da 18 yaşımdan beri bilinçli olarak Türkçe düşünmede ve yazmada diretmiş olmama borçluyum.
XVII.
Sabancı Üniversitesinde tezimi yazdıktan sonra İslam’ın dünya sorunlarından kopuk bir ahiret dini olmadığını çok iyi anlamıştım. İslam inansın inanmasın her mezhepten, ideolojiden ve etnik kökenden insanın içinde huzur bulabileceği ve adaleti tadabileceği bir bilgi ve erdem toplumu, bir yeryüzü cenneti kurmak için gelmişti. Ve İslam’ın temel meselesi zengin-fakir, kadın-erkek her bireyin yeteneğinin çiçek açabileceği koşulları inşa etmekten ibaretti.
Ve Türkiye koşullarında düşünürsek bunu başarabilmek için yeni bir milli tarih perspektifine sahip olmamız gerektiğini de tarih bölümündeki eğitimimden dolayı biliyordum.
Ve yıllardır farklı kesimlerle kurmuş olduğum dostluklarımın bu ülkede böylesi bir potansiyelin varlığı için kanıt olduğuna inanıyordum.
İstanbul’dan Ankara’ya döndüğüm yıl kuzenim Memo beni bir arkadaşıyla tanıştırdı. 20 yaşında deli gibi kuramsal kitaplar okuyan dahi bir sanatçı adayı: Akif. Akif’in de bu yolda giderken benim gibi ruhsal patolojiler yaşamasından korktum. Ve “Gel senle beraber bir kitap okuma grubu kuralım” dedim. Memo yarı Ermeni-yarı Kürt bir peygamber torunuydu. Ve bilgisayar mühendisiydi. Akif mimar olmak isteyen bir inşaat mühendisiydi ve Konyalı bir Türk’tü. Sonra onlara milliyetçi-muhafazakar bir polis ailesinin çocuğu olan, ODTÜ’deki pek çok kızın rüyası ve uluslararası ilişkiler bölümünün birincisi Yunus katıldı. Sonra Yunus’a bir ÖDP üyesi olan komünist istatistikçi Caner ve eski rockçı ateist sonra Tanrı’yla barışmış psikolog Talat katıldı. Talat Balkan göçmeniydi. Sonra Nakşibendi kökenli bir bilgisayar mühendisi olan İsa ve ileride çok yükselecek bir kurmay albayın oğlu olan Okan aramıza girdi. Ve elbette çok başarılı bir sosyal bilim öğrencisi olan Fethullahçı Serkan. Ben de bir Kürt-İslamcı olarak biliniyordum.
FEST ahalisinin çoğu gerek hocaların yeterliği, gerek öğrencilerin yetenekleri, gerekse de muhteşem kampüsü itibariyle bir iki küçük rötuştan sonra yirmi yıl içinde dünyanın en seçkin üniversiteleri arasına girebilecek ODTÜ’de okuyordu. FEST ahalisinin pek çoğu Galatasaray Lisesi, Ankara Fen Lisesi ve Ankara Atatürk Anadolu Lisesi öğrencilerinden yetenek ve meziyet olarak tek farkı tevazu sıfatı olan Gazi Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilikleri sırasında arkadaş olmuşlardı.
FEST’i böylece kurduk, yani Felsefe, Edebiyat ve Siyaset Topluluğu. Kuruluş felsefemiz şöyleydi: Biz hem her etnik kökenini, ideolojisini ve mezhebini beraberce kuşatacak bir ruhla kabul edilmek koşuluyla bu cumhuriyetin çocuğuyuz, hem dindar olmak zorunda olmasak da İslam medeniyetine aitiz. Ve elbette Batı medeniyeti de bizim ayrımız gayrımız değil, Batı da bizim medeniyetimiz. Ve bizim derdimiz de birbiri içine girmiş bu mirasları beraberce sahiplenip küresel bir uygarlığın düşünce tohumlarını yaratmak.
Bir yıla yakın tutkuyla FEST projesini devam ettirdik. Ve aramızda her çeşit adam olmasına rağmen birbirimizle kanka olduk. Kürt Memo bir kurmay subayın oğluyla yoldaştı ve bir kurmay subayın cumhuriyet değerlerini almış çocuğu olan Okan, Kürt meselesini ve Şeyh Said’in, Apo’nun ve PKK’nın bakış açısını ve hissiyatını dinleyince söylenenlere hak verebiliyor, ülkenin geleceği için yeni bir tarih felsefesine ihtiyaç duyduğumuzu kabul edebiliyordu. Böylesi bir yoldaşlık ilişkisi kurabilmiştik aramızda. Yunus kız tavlamadaki yeteneğini kötüye kullanmamayı ve gerçek sevginin değerini öğreniyor, Serkan, Fethullah Gülen’le ilişkisinde herhangi bir travma yaşamadan yeni dünyalara açılıyordu. Talat gönüllü psikoterapistliğimi yapıyordu. Yirmi yaşındaki Akif, yirmi beş yaşındaki Derrida’yı kıskandıracak denemeler yazıyordu. Caner ise haklı olarak FEST’i daha da politik hale getirmeye çalışıyordu.
Kant okuduk, Goethe okuduk, Ziya Gökalp ve Komünist Manifesto’yu beraberce tahlil ettik. İslamcı Musa Carullah’ın hayat hikayesinden büyülendik.. Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar kitabına aşık olduk. Türkiye’nin geleceğini Frankfurt Okulu’nun eleştirel felsefesine göre yeniden inşa ettik, vs… Bu süreçte Elif Sitesinde oyun oynayan çocuklarmışız gibi Hegelci bir geist/ruh bürüyordu hepimizi…
FEST’te kendimi gerçekleştiriyordum. Maslow’un bahsettiği gerçek mutluluk hali yani… Ve o dönemde aşık olduğum Ankara’nın sokaklarının beni sevgili gibi sardığını iliklerime kadar hissediyordum. Okyanus duygusunun ne olduğunu anlayabiliyordum. Ve FEST ahalisi bana ‘yaşayan Tyler Durden’ diye hitap ediyordu. Efsanevi Döğüş Kulübü filmini seyretmemiş olanlar için söyleyeyim: üniversiteli bir genç tarafından Tyler Durden olarak anılmak, o dönemde yeryüzündeki herhangi bir entelektüelin sahip olabileceği en ‘taşşaklı’ gurur kaynağıydı. Hatırlıyorum o dönem ODTÜ’nün güzellik, zeka ve ahlaki meziyetçe en seçkin kadınlarından biri bana gıyaben hayranlık duyuyor ve FEST’e katılmak istiyormuş. Biz de aramızda kadınları FEST’e alalım mı almayalım mı diye tartışıyorduk. Ben bunu yaparsak aramızdaki dostluğa zarar gelebilir diye çok korkuyordum.
Kısa konuşursak o dönem Allah’ın kendine şövalye olmayı tercih etmiş bir insana yaşatmayı vaat ettiği ‘yeryüzü cenneti’nin içindeydim. Ve hayat hikayem o kadar muhteşem bir sonla tamamlanmış ve hayat hikayemdeki geçmiş acılar öylesine müthiş bir anlam ve değer kazanmıştı ki, Nietzsche’nin ve sufilerin deyimiyle Apollon’a ve Cemal’e doymuştum. Ve o sıralar Allah’a yalvardım. Allah’ım ne olur bana tekrar böylesi bir hayat hikayesi yaşat, diye… Yani tekrar Dionysos ve Celal’i arzuluyordum. Ve Allah bu mutluluğu bana sonrasında tekrar, daha yüksek bir formda yaşatacaktı.
İşte bu dua sebebiyle, daha sonrasında benim yaşadığım ağır bir kişisel travma (dini inancımı geçici olarak kaybetmem) ve ülkenin içine girdiği ağır siyasal kriz (Danıştay Saldırısı) bu projeyi sürdürmemize engel oldu. FEST ahalisinin yakın dostluğu hala devam ediyor olsa da FEST’i dağıtmak zorunda kaldık. Ve ben bu süreçten sonra bir yandan alabildiğine politikleştim bir yandan da İslam’ın ve Batı medeniyetinin en temel kaynaklarını yeniden düşünmek zorunda kaldım.
Ama FEST projesi geleceğin Türkiyesi için bir tohum olarak, bir ütopyanın ilham kaynağı olarak kalbimde yaşamaya devam etti.
XVIII.
FEST projesi 2006 yılında bittiğinden beridir ülkemiz travma üzerine travma yaşadı. Ve ülke insanının geleceğe yönelik güzel hayalleri neredeyse tamamen tükendi. Otuz yıl içinde çökecek miyiz çökmeyecek miyiz korkularıyla yaşıyoruz şu an. Bu yazının başında da dediğim gibi ekonomi çöktü, kurumlarımız çöktü ve ülkede aklıselim her siyasetçi bu ülkenin bir geleceği olacaksa Türk’ün, Kürd’ün Alevi’nin Sünni’nin, İslamcı ve Kemalist’in birbirini anlaması ve aynı ülkenin yurttaşı olduğu bilinciyle bir dostluk ilişkisi içine girmesi gerektiğini anlar hale geldi. Yine aklıselim her siyasetçi bu ülkenin bir geleceği olacaksa eğitim sisteminde bir reform yapmanın elzem olduğunu anlar hale geldi. Ve neredeyse her İslamcı eski İslami söylemin tamamen çöktüğünü ve eğer İslam yaşayacaksa yepyeni şeyler söylemenin ve hayata dökmenin elzem hale geldiğini anlar oldu.
Ve ulus devlet toplumundan küresel topluma geçtiğimiz son yirmi yılda, yani 40 yaş üstü ile 25 yaş altı arasında oldukça radikal bir zihniyet kırılmasının yaşandığı son yirmi yılda artık neredeyse her aklıselim siyasetçi gençlere yepyeni bir Türkiye tahayyülü sunmanın elzem olduğunu anlar hale geldi.
Ve yine küresel toplumun oluşumunu görüyor olduğumuz bu dönemde artık neredeyse her aklıselim siyasetçi, bireysel ya da toplumsal hayaller kurarken ulus ölçekli değil, küresel ölçekli düşünmenin elzem olduğunu anlar hale geldi. Girişimciysek, düşünürsek, devlet adamıysak, bilim veya sanatla uğraşıyorsak artık hedeflerimizi küresel topluma hitap eder bir biçimde şekillendirmemiz gerektiğini anlar hale geldik.
Fakat tüm bunları başarabilmek için sadece aklıselim siyasetçilerin değil, sokaktaki insanın da bazı temel meseleleri yeniden düşünmesi ve hayatına biçim verirken eskiden denenmemiş yolları tutması gerektiğini de biliyoruz. Yani bu devlet gelecek otuz yılda ayakta kalacaksa sokaktaki insanın hedonist bir birey olarak değil de, tam bir yurttaş sorumluluğuyla ülkenin geleceğine katkı sunması gerekiyor.
Bu yazıda sokaktaki genç insana kendi deneyimlerimi anlattım. Yani kitap okuma sevdası geliştirmek zorundayız; farklı mahallelerden insanlarla içten dostluk kurmak zorundayız; ve kısa vadeli para-makam-itibar gibi duygularla değil de uzun vadeli ve hem bize hem ülkemize hem de insanlığa katkı sunacak projeler peşinde koşmalıyız demek istedim.
Ve bu yazıda dünün Türkiye’sinde dostlarımla yürüdüğümüz yolları ve başarılarımız ve başarısızlıklarımızı anlattım. Sadece ama sadece gençlerin hayat yolunda karar verirken hangi fırsatları heba edebileceğini ve hangi farkına varılmamış potansiyellere sahip olduklarını göstermek için… Nietzsche’nin dediği gibi bizim kuşaklarımız henüz üst-insan değiller. Bizler üst-insana giden köprüleriz. O halde üst-insanların yaratılabilmesi yolunda bir zincir olduğumuzun bilinciyle yaşamak ve konuşmak zorundayız. Bu yazı bu zincirin bir halkasındaki örnekleri gösterebilmek için yazıldı sadece.
Birgün FEST’te yaptığımız entelektüel bir sohbetten sonra sigara içtiğimiz izbe balkonda Okan şöyle demişti: “Abi ben çok lüks tattım. Ama bu tartışmalardan sonra bu izbe balkonda içtiğimiz sigaranın hazzı hiçbir yerde yok.” Benim de entelektüel yeteneklerimin patlama yaptığı ve hayatımın en keyifli anlarını tattığım üniversiteye hazırlık kursu berbat bir apartmandan ibaretti. Şu anda üniversite hizmeti gören iki yüze yakın berbat apartman dairemiz var. Ve oralarda gençler hayata hazırlanıyorlar. Ve önümüzde zor bir ekonomik gelecek var. Ben inanıyorum ki gençler bazı temel tutkuları ve hassasiyetleri yaşamlarına taşımaları koşuluyla o apartman dairelerini manen Harvard kampüsüne çevirebilirler. Ve bizim henüz liseli birer cemaatçi olarak haşlanmış patates yerken en keyifli ve potansiyellerimizi geliştirmek adına en verimli günlerimizi -bir hezeyanın gölgesinde de olsa- geçirdiğimiz gibi, bu gençler ülkemizi bekleyen bu zor dönemi geleceğin Türkiye’sinin kurulması yolunda bir cennetin fidanlığı olarak deneyimleyebilirler.
Nietzsche’nin antik Yunan toplumu için söylediği gibi çok acılar çektik son yirmi yılda, ama belki de tüm bu yaşananlar bizim gelecekte muhteşem bir toplum olabilmemiz içindi. Geçmiş yirmi yılı bizim tercihlerimiz biçimlendirmişti. Gelecek yirmi yılı da bizim bugünkü tercihlerimiz şekillendirecek.
XIX.
Ve elbette eğer İslam gelecekte yaşayacaksa, ben bu yazıda dinimi anlatmaktan ve benim din kardeşlerimin son yirmi yıldaki yanlışlarını tartışmaktan başka hiçbir şey yapmadım. Eğer İslamcılar son yirmi yılda para, güç, makam, şehvet, cemaatçilik ve gelenek taassubu vs gibi maddi değişkenleri değil de, burada sadece bir kısmını zikrettiğim ulvi arzuları öncelemiş olsalardı, sanıyorum, şu anda Türkiye’nin ve İslam’ın çöküşünün verdiği bir ümitsizlik ve kaybetmişlik duygusuyla değil de, dünyaya ışık tutan bir uygarlığın münşileri olarak hayata neşeyle bakarlardı.