Tanrı’nın Şövalyesi Olmak (II)
Esat Arslan, otobiyografik bir anlatımla bugün Türkiyesi’ne dair kapsamlı bir değerlendirme yazdı. “Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi”ni, bu topraklarda anlatılmasına alışık olmadığımız ama müstesna olmaktan çıkmış hikayesini ilginize sunuyoruz.
Dostlar Arasında Geleceğimize Ümitle Bakmak ya da Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi
VI.
Üniversite sınavına hazırlanırken Mart ve Nisan ayları arasında sayısal bilimlerden vazgeçip sözel bilimlere geçmemde dünya fizik olimpiyatları şampiyonu Sacit Kadem’le yarışamayacağım korkusundan başka etmenler de vardı.
Her şeyden önce bu sınavda ilk üçe girme azmim kesindi. Fakat kendimi rakiplerimle kıyaslayınca ego gücüm azalıyordu. Örneğin Ankara Fen Lisesinde okuyan ve bizim rakip kursa giden Eralp, Volkan, Özgür Barış ve Serdar’la yarışabilecek miydim? Onlar fen lisesinde okudukları için sayısal bilimlerde benden çok daha iyi bir eğitim almışlardı.
Aslında bu korkum yersiz gibiydi. Çünkü ben alan değiştirmeyi ciddi olarak düşündüğüm sıralarda Türkiye çapında yapılan ve İstanbullu kursların hazırlamış olduğu deneme sınavında bu isimlerin hepsini geçmiş ve Ankara birincisi olmuştum. Yani aslında bizim kurstakilerle beraber ben Ankara Fen Liselilerle denktik.
Sayısaldan sözele geçerken Sacit Kadem dışında başka bir karar verici etmen dünyanın en iyi nanoteknoloji laboratuarlarından birine ev sahipliği yapan Bilkent Fizik’ten başka hiçbir sayısal bölümün benim hayallerimi süslemiyor olmasıydı. Eğer Fizik bölümünü ve sadece Bilkent’in Fizik bölümünü kazanamazsam başka hiçbir bölümde okumak arzumu celp etmiyordu. Ve o sıralar kısmen benden etkilenen pek çok dostum/rakibim de “biz de Bilkent Fizik yazacağız” demeye başladı. Bir de Türkiye ve dünya olimpiyatlarında derece yaptığı için eğer Fizik seçecek olurlarsa ek puan alarak Bilkent Fizik’e kayıt yaptıracak Fethullahçı gençler vardı. Bilkent Fizik ise topu topu on kişi alıyordu. O ara hesapladım. Bilkent Fizik’i kazanmam karşısında engel olacak en az on beş rakibim var. Ve eğer Bilkent Fizik’i kazanamazsam tüm hayallerim yıkılır.
Sayısaldan sözele geçmemde Sacit Kadem dışındaki başka bir etmense Fizik okumanın entelektüel bedellerini hesap etmeye başlamış olmamdı. Kurstaki kimya hocam Gültekin Yıldız’la çok konuştum bu konuyu. Gültekin Hoca 12 Eylül öncesinde Ankara Üniversitesi kimya bölümünde profesörken komünist olduğu için görevinden alınmış, o da rızkını kazanmak için dershane öğretmenliğine başlamış müthiş bir kimya öğretmeniydi. Ben o sıralar öğle aralarında Kızılay’daki kitapçılara gider kitapları karıştırırdım. Felsefe, edebiyat, sosyoloji, tarih vs kitaplarına hayran hayran bakar “keşke bir gün tüm bu kitapları okuyabilsem” derdim. Gültekin Hoca’yla bu dönüşüm sürecinde defalarca konuştuk. Ona büyük bir dikdörtgen çizerdim. “Bu bilginin bütünü” derdim. Sonra o dikdörtgenin içine küçük bir kare çizer. “işte bu da fizik bilimi” derdim. Sonra o karenin içine minicik bir daire çizer, ve “işte bu da örneğin fizikte bir alt dal, yani nanofizik. Şimdi…” derdim, “…diyelim ki ben nanofizikte bir numaralı bilim adamı oldum. Geri kalan fizik hakkında ne bileceğim?” Gültekin Hoca “çok az şey” diye yanıtlardı. Sonra büyük dikdörtgeni gösterir, “peki ya bu diğer kalan alanlar hakkında ne bileceğim?” derdim. O da “hiçbirşey” derdi. “Nanofizikçi olursam bunları öğrenmemin başka yolu yok mu?” derdim. O da kendinden emin bir şekilde “yok” derdi.
İşte o dönemde ben karar aşamasında git-gel yaşarken Kızılay’daki kitapçıya girdim. Oradaki ne anlattığını bile bilmediğim tüm felsefe, edebiyat, sosyoloji, ekonomi, hukuk, vs kitaplarına baktım. Ve o an kesin kararımı verdim: “Ben bu kitaplardan fizik için bile olsa asla vazgeçemem. Kesin olarak fiziği bırakıyor ve sözel bölüme geçiyorum.”.
Şu anda aradan geçmiş olan yirmi yirmi beş yılda beşeri ve sosyal bilimler alanında doktora seviyesinde okumalar yapabiliyorum. Doğal bilimlerdeki gelişmeleri ise üniversite ders kitaplarından ve kaliteli popüler bilim kitaplarından takip edebiliyorum. Ve herhangi bir kuramsal alandaki profesörle karşılıklı ve keyifli bir sohbeti sürdürebiliyorum. Ve entelektüel yaşamım bana ciddi mutluluk veriyor.
Benim burada yaşadığım çelişki ve kararımda o zaman adını koyamadığım fakat sonra sosyal kuram ve edebiyat okuduktan sonra ne olduğunu anladığım çelişki, bir birey olarak bir sistemin çarkı olmak ile bir çiçek gibi açmak arasında yaşadığım çelişkiymiş meğer.
Türkiye’de ve bugün pek çok Batılı ülkede üniversiteler kapitalist sistemin çarkında bir dişli haline getirmek için biçimlendirilmiş durumda. Buna karşı getirilen hümanist eleştiri ise insanın bir çiçeğin tohumu gibi olduğu ve eğer insanlar mutlu olacaksa bu tohumdaki yeteneklerin birbiriyle uyumlu bir biçimde geliştirilmesinin gerektiği yönünde. ABD’de ve Avrupa’da da pek çok üniversite çark dişlisi yaratırken, bu ülkeler en seçkin üniversitelerini çiçek modeline göre biçimlendiriyorlar. Ve bu seçkin üniversitelerdeki bireylerin tüm bilimsel ve sanatsal yeteneklerini inkişaf ettirmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ve bilimdeki radikal dönüşüm yaratan keşifleri yapanlar da genelde böylesi okullardan çıkıyorlar.
Benim kaydolduğum Bilkent Üniversitesi çark dişlisi modeline göre inşa edilmişti. Mühendis mi olmak istiyorsun? Birinci sınıf mühendis yapıyordu sizi. Ya da iktisatçı olmak istiyorsanız birinci sınıf iktisatçı. Fakat öyle yoğun bir eğitim veriyordu ki Bilkent Üniversitesi, orada okuyan bireyin diğer alanlarda yeteneklerini geliştirip çiçek gibi açabilmesi neredeyse imkansızdı.
Daha sonra yüksek lisansımı yaptığım Sabancı Üniversitesi ise lisans eğitimini çark dişlisi modeline göre değil, çiçek tohumu modeline göre kurmuştu. Sabancı Üniversitesinde ikinci sınıfı bitirmiş iyi bir öğrenci hem matematik ve fizikten anlıyor hem de roman ve heykel okumayı becerebiliyordu. Fakat oradaki öğrencilerin de pek çoğu üniversiteyi bitirdikten sonra çarkın dişlisi olmaya doğru evrilmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü çağdaş kapitalist sistem çiçek açmayı besleyen bir düzen değil, uzmanlığa ve uzmanlık üzerinden kısa vadeli kar yaratmaya dayalı bir düzendi.
VII.
O kursta kendi cemaatimin dışında başka ve çok güzel yaşam biçimleri olduğunu gördüm. Kendi cemaatimin yetmediği tıkandığı yerleri gördüm. Kendi cemaatimi sorgulamaya başladım. Ve üniversite sınavı yaklaşırken yalnızlaşmaya başladım. Ne cemaat aidiyetimden vazgeçebiliyordum. Ne de kursta arkadaşlarımda ve hocalarımda gördüğüm güzel yaşam biçiminden…
Ve o yıl, yani 1993’ü 1994’e bağlayan yıl, Türkiye’de İslamcıların siyasette söz sahibi olmaya başladığı yıldı. İstanbul’da Tayyip Erdoğan, Ankara’da Melih Gökçek laikleri perişan etmişti.
Ve ben dünyanın birinci fizikçisi olması gururunu Sacit Kadem’e bırakmış, dünyanın bir numaralı sosyal bilimcisi olmak üzere sosyal bilimlere geçiş yapmıştım. Ve mademki entelektüel olacaktım, toplum, siyaset ve İslami toplum tasarımı hakkında söz sahibi olmalı, bir de entelektüel ahlakı kazanmalıydım.
O dönemde ilk okuduğum kitaplardan ikisi Tolstoy’un İtiraflarım’ı ve Copleston’un Kant kitabıydı. Her iki düşünür de aynı şeyi söylüyordu: yeryüzünü cennete çevirmenin temel yasası dürüstlüktür. “Yalan söylemeyeceksin.” Ortaokul yıllarında hiç sıkılmadan yalan söylerdim. Cemaate girdikten sonra ise ‘tedbir’ için Allah adına her yalanı söylerdim. Bu iki kitap benim ilk yaşam prensibimi vermişti.
Edindiğim ikinci prensipse yine Kant’tan alınmaydı: “Başka insanları asla amaçlarına ulaşmak için araç olarak kullanmayacaksın. Kendini nasıl bir amaç olarak görüyorsan ve seviyorsan başka insanları da kendin gibi amaç edinecek ve seveceksin.”
Daha öncesinde Gazali’den öğrendiğim bir cümlenin benim Müslüman olmayanlarla ilişkimi nasıl dönüştürdüğünü de anlatmıştım: “Bu çağda İslam’ın performansı o kadar kötü ki, bugünkü dinsizlerin Allah katında mazeretleri var. Çünkü fetret dönemindeler. Onlar inançlarına göre değil, kişisel ahlaklarına göre yargılanacaklar.”
Yine o döneme girerken aynı sınıfta ders aldığım, Kemalist Cumhuriyet gazetesi okuyan ve sokakta tesadüfen karşılaştığı bir İslamcı erkeğin elini tutup yanaklarından öpmenin ne kadar sarsıcı olduğunu bilmeyen çok hoş bir kız beni öptüğünde ve o kızın evinin benim kaldığım evin üç yüz metre ilerisinde olduğunu öğrendiğimde imkansız bir aşka tutulmuştum. Cinsel iffetimi on dört yaşımda kazandığımı söylemiştim. Fakat bizde bu iffet o kadar ağır ve bozuktu ki bir tercih yapmak zorundaydık: “Ya dünyanın tüm güzelliklerini bırakıp Allah’ın şövalyesi olacaktık. Ya da Allah’ı tamamen bırakıp dünyevi bir aşkta ömrümüzü heder edecektik.”.
Tüm bu dönüşümlere kendi cemaatimde yaşadığım bir dönüşüm de eklendi. Üniversite hazırlık kursuna gittiğimden beri cemaatimin ideolojisiyle problem yaşadığımı söylemiştim. En son üniversitenin ilk yılının sonlarında patlamayı yaşadım. Bir ay kadar cemaatten ayrıldım. Bilkent kampüsünde yalnız başına gezip dolaşıp her şeyi yeniden düşündüm. Ve bırakın peygamber vekili olduğu söylenen bir imamın, bir peygambere ve bir Tanrı’ya bile itaat etmenin mantıksal bir sınırı olduğunu anladım. Eğer bir Tanrı ya da peygamber bu mantıksal sınırı aşıyorsa o sahte bir Tanrı ve peygamberdi.
O dönem uzun uzun düşündüm. Dünyanın güzellikleri yerine acı verici olsa da Tanrı’nın şövalyesi olmayı tercih ettim. Cemaatimin imamından iki söz aldım: “(1) Okuduğum kitaplara karışmayacaksın. (2) Senin fikirlerine itiraz etmeme izin vereceksin..”. İmamım bu şartları kabul edince acı çekeceğimi bile bile aşkımı ve dünyanın güzelliklerini bıraktım. Hizmetime geri döndüm. Fakat İslam’ı yeni baştan sorgulamaya başladım. Kendi dinimi yaratma sürecine girmiştim.
VIII.
Bilkent Uluslararası İlişkiler bölümündeki beş yılım boyunca üniversite hazırlık kursunda yitirdiğim cenneti tekrar yaratmaya çalıştım. Hocalarımla çok yakın dostluklar kurdum. Ve okuldaki Kemalist, komünist, ülkücü, milli görüşçü, Fethullahçı, ikinci cumhuriyetçi, ‘tikiciks’ kim varsa bu gruplardan kaliteli buluğum insanlarla çok yakın dostluklar kurdum. O yıllarda sanıyorum kendisiyle dostluk kurmadığım hiçbir kesim kalmamıştı.
Her karakteri dost edinmiyordum. Ayrıştırıyordum. Farklı mahalleleler arasında ayrım yaptığım gibi, bu iyi Kemalist, bu kötü Kemalist diyerek farklı mahalleler içinde de ayrım yapıyordum. Ve kaliteli insan olarak gördüğüm kim varsa hayatımı paylaşıyordum.
O zaman farkında değildim. Fakat Deleuze’ün “Molar düşünmeyin. Moleküler düşünün ve yaşayın.” dediği şeyi yapıyordum. Molar düşünmek yani bütünler ve bloklar halinde düşünmek ve yaşamak, örneğin Kemalist-İslamcı kavgası… Moleküler düşünmekse Kemalistleri ve İslamcıları kendi içinde ayrıştırıp bir İslamcı olarak iyi Kemalistlerle dostluk ve ilişki kurmak ve onlardan birşeyler öğrenmek anlamına geliyordu bu.
Neredeyse okuldaki her gruptan çok yakın dostlarım oldu. Bir İslam entelektüeli olarak onlara İslam’ı kanıtlama çabam da çok oldu. Fakat o gün için argümanlarım çok zayıftı. Fakat moleküler düşünmem sayesinde her kesimde de beni yakın dost olarak gören insanlar oldu. Okuldaki hiçbir gruba aidiyet duyamıyordum. Fakat aslında hepsine de ait olmak istiyordum.
Ve o dönem, benim cemaatimle ağır sorun yaşadığım, imkansız bir aşkın acısıyla kavrulduğum ve 28 Şubat’ın İslamcılar üzerindeki baskısının alabildiğine yoğunlaştığı yıllardı. Nihayet tüm bu baskılar birikti ve Haziran 1998’de bir patlama yaşadım. Ağır bir manik atak sonrasında cemaatten tamamen koptum ve ailemin evine yerleştim.
Patlamayı yaratan 28 Şubat’tı. Bir sivil savaştan ciddi olarak korkuyordum o sıralar. Ve Kendime şunu diyordum: “Ne yani sen şimdi tüm bu laik dostlarınla, Gürkan’la, Umut’la Doğan’la, Nail’le karşı karşıya gelip birbirinize silah mı çekeceksiniz?”. Diğer acılarıma dayanabiliyordum. Fakat beni bitiren bu korku olmuştu.
Çok daha sonrasında, 30 yaşımdan sonra İslam’ı, Türkiye’yi, dünyayı vs. yeni baştan düşünürken bir kısmı hala devam eden bu dostluklarımın ve bu moleküler bağlantılarımın çok ciddi payı olacaktı. Gürkan’ın, Umut’un, Nail’in ve Doğan’ın aklına yatmayacağına inandığım bir İslam’ı asla kabul edemezdim. Gürkan’ın Umut’un, Nail’in ve Doğan’ın vicdanının kabul edemeyeceği şeyi asla savunamazdım. Bu insanların kabul edemeyeceği bir Türkiye peşinde asla koşamazdım. Bu dostlarımın bireysel hayatımda bıraktığı izler beni pek çok zaman çelişkiye sokacak, fakat benim yeni şeyler söyleyebilmemde temel motivasyon kaynağı olacaktı.
O zamanlar bunu böyle ifade edemezdim, fakat Bilkent’teki dostlarımın üzerimde bıraktığı Levinasçı izler beni bir cemaatin ya da mahallenin ideoloğu olmaktan çıkarıyor, beni bir ‘kamusal bilinç’e, bir ‘cumhuriyet yurttaşlığı’ perspektifine kavuşturuyordu adım adım.
Deleuze’ün deyimiyle tüm bu izler benim Türkiye’de bir entelektüele çizilmiş rotalardan ‘kaçış çizgiler’imdi. Bu kaçış çizgilerinin ciddi bedeli olabiliyordu. Örneğin delirebiliyor ve yalnızlaşabiliyordunuz. Fakat hayatıma değer ve anlam kazandıran, ve Levinas’ın da zikrettiği üzere ümidimi ve şevkimi sürekli canlı tutan ve beni sürekli taze hakikatlerin heyecanıyla yaşatan da dostlarımın bıraktığı bu izleri özümseyerek kişiliğimi sürekli dönüştürmekten ibaretti.
IX.
Okulda çok az görüşüyor olsak da kendime en yakın hissettiğim iki isim Kemalist bir ailenin çocuğu olan Gürkan’la, Fethullahçıların dünya ölçekli yıldızı Sacit Kadem’di. Ve o dönemin popüler dergileri olan ve her hafta bir mankenin fotoğrafını kapağına taşıyan Aktüel ve Tempo dergilerinde kapak olabilmiş ilk Türk erkeği olan, daha lisedeyken birinci sınıf denemelerini Fethullahçıların dergilerinde yayınlatan Sacit o dönemde tüm Türkiye’nin yıldızıydı.
Gürkan Galatasaray lisesi mezunuydu. Biz Anadolu çocukları için birinci sınıf Fransız kültürüyle eğitim veren Galatasaray Lisesi oldukça aristokrat bir okuldu. Benden bir yıl önce Türkiye’de ilk üçe girerek Bilkent İşletme’yi kazanmıştı. Bir yıl hazırlık okuyarak mükemmel Fransızcasının yanına mükemmel bir İngilizce eklemişti. Galatasaray Lisesi Fransız müfredatıyla eğitim verdiği için onun öğrendiği felsefe, edebiyat ve tarih gibi dersler onu beşeri ve toplumsal sahalarda çok ince duyarlıkları sahip bir insan haline getirmişti. Zira bizim gittiğimiz Anadolu liselerinde Kemailst ideolojiyi endoktrine etmek için tasarlanmış bu tür dersler nefret edilen ezber dersleriydi. Fakat devlet kontrolünden uzak Galatasaray Lisesi gerçekten tarih, edebiyat ve felsefe zevki vermek üzere tasarlanmıştı. Elbette bu lise öğrencilerini dinden uzak da tutuyordu. Fakat bizim okullarda verdiğimiz ve dini dogma gibi ezberleten din derslerini benimsememiş olması bence bir kayıp değildi.
Daha sonra Gürkan’la çok daha yakın dost olduğum zaman kardeşini de tanıdım: Gürcan…Gürcan Gürkan’dan bir yaş küçüktü. Elektronik mühendisliğinde okuyordu. Ve üniversitedeyken Türkiye zeka olimpiyatları birincisi olmuş, dünya zeka olimpiyatlarında da ilk ona girmişti. Daha sonra Gürkan’ın anne ve babasını tanıma şansı da buldum. Cumhuriyet gazetesi okuyan son derece laik bir aileydi. Babaları çok keyifli bir amcaydı, anneleri ise çok soylu bir kadındı.
Biz Gürkan’la Kemalist-İslamcı kavgasının kızıştığı 28 Şubat’a giden süreçte dost olmuştuk. Gürkan her sabah öğrenci kulübüne gidip tüm gazeteleri okuyarak güne başlardı. Ve ciddi bir yurttaşlık bilinci de vardı. Yani Bilkent’te bize kazandırılmaya çalışılan kendi bireysel mutluluğundan öte bir değer taşımayan bir ahlaka pek sahip değildi. Bu konuları onla bazı zamanlar tartıştığımızı hatırlıyorum. Sanıyorum Galatasaray lisesinde aldığı beşeri bilimlerin bir sonucu olarak, ciddi Kemalist bir ailenin çocuğu olsa da hakkaniyetli düşünürdü. Tahlilleri bir mahallenin savunucusunun tahlilleri değildi. Onunla yıllar süren bu konudaki tartışmalarımızda iki tarafın da haklılık-haksızlık paylarını objektif bir biçimde ele alabildiğine pek çok kez şahit oldum. Yani Gürkan sadece eğitimiyle değil, siyasi duruşuyla da ülke için bir kazançtı.
Gürkan İşletme bölümündeki ilk seneden sonra iktisat hocamızın mükemmel anlatımının bizi sevdirdiği iktisat bölümüne geçmeye karar verdi. İki bölümün ders kitaplarını incelemiş ve “işletme derslerini istersem kendim de öğrenirim, iktisat bilimi ise bir öğretmenin desteğini gerektiriyor. Benim de gelecekte hayatta tutunabilmek için bir sahada söz sahibi olmam lazım. İktisat böyle bir alan” demişti.
Gürkan iktisat bölümünü dereceyle bitirdi ve ABD’nin en iyi on üniversitesinden birinde iktisat doktorası yaptı. Ve şu anda Türkiye’nin en iyi iktisat bölümlerinden birinde profesör. Çok güzel bir aile kurdu, çok güzel çocuklar yetiştirdi. Ve maneviyatı dinle eşit tutmasa da manevi değerleri çok yüksek bir insan.
Bu maneviyatı gördüğüm yerlerden biri Gürkan’ın ben 1999’da ikinci manik atağımı okulda geçirip kendimi elaleme rezil ettiğim zaman –ki o yıl Gürkan artık ABD’deydi- Gürkan’ın benle daha yakın bir dostluk kurarak beni sahiplenmiş olmasıydı. Bu atağımda kendimi elaleme rezil etmiştim. Gürkan’la bu olaydan sonra bir iki sefer buluştuk. Rahatsızlığımı ve geçmişimi hiç konuşmadık. Gürkan o yıl benle beraber Kızkalesine tatile geldi. Ertesi yıl beni kardeşinin düğününe çağırdı. Sonra kuzenini de yanına alıp bana Kapadokya’da birkaç gün tatil yaptırdı. Sonra da her İstanbul’a gittiğimde de “sen bizdensin” diyerek her seferinde üç gün beni evinde ağırladı.”
Gürkan, ABD ve Avrupa insanını mukayese edecek kadar Avrupa ve ABD’yi görmüştü. ABD’nin hedonist bireyci gençlerini hiç sevmezdi. Avrupalıları ise manevi değerler açısından çok takdir ederdi. Kendisinin de aile ilişkileri, dostluk ilişkileri, hayata verdiği anlam, meslek ahlakı, olayları değerlendirme biçimi bu manevi değerleri önceleyen bir tarzdaydı.
Biz Gürkan’la efsanevi iktisat öğretmenimiz Fatma Taşkın’ın verdiği iktisat dersinde tanıştık. Ben makroiktisat dersinin on ikinci haftasının sonunda iktisatta devrim yapmış Keynes’in tek bir basit grafikte yüzden fazla cümleyi nasıl özetleyebildiğini gördüğümde Keynes’e aşık olmuştum. Sonra gidip Keynes’in hayatını araştırmıştım. İngiltere’de aşağı bir sınıftan gelen, mükemmel bir eğitim alarak ve mükemmel bir karakter geliştirerek kendini aristokrat sınıfa kabul ettiren, sadece bir matematikçi ya da iktisatçı değil, başarılı bir filozof da olan, sanat bilinci oldukça yüksek, borsaya her gün toplam yarım saatini ayırarak üç defa servet yapmış ve tüm servetini sanatın geliştirilmesine adamış, ve kapitalizmin 1929 krizinden sonra yazdığı kitapla iktisat bilimini kökten değiştirmekle kalmadığı gibi dünyayı iktisadi bir felaketin eşiğinden kurtarmış Keynes…
O dönem Sacit Kadem örneğinden dolayı Türkiye isterse dünya ölçekli düşünür çıkarabilir diyordum. Fethullah Gülen’in dünya bilim olimpiyatlarına el atması 1989’da başlamıştı. 1994’e gelindiğinde her alanda madalyalar kazanılmaya başlanmış, 1994’ten 2002’ye, yani İslamcılar iktidara gelip de Fethullah Gülen’in ülkenin bilimsel gelişmesini değil de devleti ele geçirmeyi önceleyip tüm yetenekli gençleri bürokrasiye yönlendirmesine kadar geçen süreçte alınan madalyalarda patlama yaşanmıştı.
Yani ben Gürkan’ın istese Keynes çapında bir iktisat düşünürü olabileceğini hayal edebiliyordum. Eğitimi, azmi, ülke sevgisi, zekası, manevi değerleri, hakkaniyeti, ailesinin mirası herşey buna yeterliydi.
Sacit Kadem de sanıyorum azmetse şu anda fizikte Einstein çapında bir dönüşüm gerçekleştirebilecek özelliklere sahipti. Sacit bizim okula benden bir sene sonra geldi. Ben bir bahane bulup onunla tanıştım. Sonra bir gün mescide girdiğimde onun mescidde yalnız başına ağlayarak dua ettiğini görünce onu gizlice ve hayranlıkla izledim. Sonra bir gün ben kafede iyi bir kuantum fiziğine giriş kitabını okurken gelip bana selam verdiğinde elime fırsat geçti ve Sacit’e kuantum fiziğiyle ilgili sorular sorup, onu dikkatle dinleyip dostluğumu tesis ettim ve ona kendi hayatımı ve hayallerimi anlattım. O da beni çok sevmişti.
Sacit daha okula geldiği yılda yüksek lisans seviyesinde mekanik biliyordu. Belli ki artık bu kadar başarıdan sonra fiziğe doymuş. Biyolojiye ve felsefeye merak sarmıştı. O da beni aynı cemaatten olmasak da entelektüel sohbet yapılacak ve fikrine danışılacak bir insan olarak görmüştü.
Sacit müthiş bir tevazuya sahipti. Her zaman güler yüzlüydü ve okulun yıldızı olduğu halde herhangi bir döneminde kibir ve gurur sergilediği hiç görülmemişti. Ben Sacit’in de anne-babasıyla tanışma şansı buldum. Ege’de mütevazi bir kasabada oturuyorlardı. Sanıyorum eğitim düzeyleri en fazla ilkokul seviyesindeydi. Fethullahçılar Nazilli’de yaşayan bir köy çocuğunun yeteneklerini görünce hemen kolejlerine almış ona ciddi bir eğitim vermişlerdi. Ben Sacit’in yanında anne ve babasına Sacit’in meziyetlerini anlatıp “Allah sizden razı olsun çok güzel bir evlat yetiştirmişsiniz. Tüm ülkeye ilham kaynağı oldu Sacit.” diye konuştuğumda Sacit çok mahcup olmuş, “Böyle şeyleri konuşmasak” diye yanıt vermişti.
Sacit tartışmalara girdiği zaman da kimseyi aşağılayan bir tutum takınmazdı. Onun kendisinin hakimi olduğu fizik sahasında tartışmalara girdiğini gördüm. En iyi bildiği sahalarda bile farklı bir perspektife sahip –daha bilgisiz- insanların bakış açısını pür dikkat dinlediğine ve anlamaya çalıştığına şahit oldum. Gürkan yeri gelince insanı ince ince aşağılamasını bilirdi, fakat Sacit’in dünyasında kibir ya da gurur yoktu. Sadece Allah’a şükran duygusu taşıyordu içinde; bu ruh hali de onu çok sempatik kılıyordu.
Ben dost olduğum sıralarda Sacit Fethullahçıların kolejinde ortaokul ve lise öğrencilerine okutmanlık yapıyordu. Bunu Allah için bir hizmet olarak görüyordu. Zaten o okullardaki pek çok yetenekli genç, yeteneklerinin çiçek gibi açmasını onlara okutmanlık ve öğretmenlik yapan son derece yetenekli bireylere borçluydu. Yani Sacit istese son derece bireyci bir tarzda kendine hedonist bir yaşam kuracak olanaklara sahipti fakat o ülkesine katkı yapan bir yaşam biçiminden keyif alıyordu. Yani Sacit fabrika gibi değildi, Sacit fabrika üreten fabrika gibiydi. Kendisi ülke için bir başarı olduğu gibi, o okutmanlık vesileliğiyle kendi başarısını aşacak gençler yaratabiliyordu.
Sacit’in tevazusu yanında cinsel ahlakı da çok güçlüydü. Nurcuların cinsel ahlakı alabildiğine abarttığını ve bu abartının insan yaşamında problemler yaratabildiğini daha önce söylemiştim. Fakat Aristo’nun öğrettiği gibi cinsel ahlaka sahip olmak, yani ruhsal libido enerjisini israf etmemek ve onu yüksek entelektüel zevklere yöneltip yüceleştirmek ve güzel bir kadın bedenini izlemekten aldığı keyfin çok daha yükseğini Platon gibi bir matematik teoremini anlamaktan da alabilmek, her çeşit bilimin yükselmesi için temel bir meseledir.
Matematikçiler arasında bir şaka varmış. Bir matematikçinin kesin olarak bir metrese ihtiyacı olurmuş. Zira son derece keyifli bir matematik problemiyle saatlerce uğraşmak vaktini o kadar alırmış ki, karısı sorduğunda metresinde, metresi sorduğunda karısında olduğunu söyleyip, kimsenin ondan matematik için harcadığı bu zamanı elinden almasına izin vermemesi gerekirmiş. İşte Sacit böyle bir çocuktu.
Kısa konuşacak olursak Sacit ve Gürkan, üniversiteden mezun oldukları 1998-1999 yıllarında, yani benim delirdiğim ve tüm entelektüel hayallerimi yitirdiğimi düşündüğüm yıllarda, bugün Nobel almış olabilecek müthiş yeteneklerdi. Yakın dostum olduğu için bu iki ismi anıyorum. Fakat şu anda sanıyorum pek çoğuyla dost olduğum, pek çoğunu uzaktan imrenerek izlediğim en az 200 isim sayabilirim Bilkent’te üniversite eğitimi alırken bu yetenekleri sergileyen. Sadece bir isim vereyim. Türkiye’ye mal olmuş Mete Atatüre. Benden iki devre üstte bir fizikçiydi. Onların arkadaş grubunu uzaktan hayranlıkla izlerdim. Mete kesinlikle üniversitedeki en yetenekli insan değildi. Sadece o yeteneklerden biriydi. Mete birkaç yıl evvel mikrofizikte müthiş bir keşif yaptı. İleride Nobel’i garantilediği söyleniyor. Ve şu anda Türkiyeli gençlere değil, İngiltere’de Cambridge Üniversitesindeki gençlere fizik öğretiyor. Çünkü Türkiye’de onun yeteneklerini doyuracak kurumlar kuramıyoruz. Ve dediğim gibi Mete Bilkent’teki yeteneklerden sadece biriydi. O yeteneklerin pek çoğu muhtemelen çok güzel hayatlar kurdu. Yani muhasebe maliyetiyle konuşacak olursak yeteneklerini bir projeye yatırdılar ve muazzam kar ettiler. Fakat iktisadi maliyet olarak konuşacak olursak, o yetenekleri başka bir projeye yatırsalardı, yani örneğin hepsi Mete Atatüre gibi iktisatta, fizikte, biyolojide, edebiyatta vs Nobellik işler için seferber olsaydı ne olurdu? Türkiye’de sayısız potansiyel Aziz Sancar ve Orhan Pamuk’u sıradanlaştırdığımızı daha önce söylemiştim. Sanıyorum Bilkent’teki pek çok dostum da böyle oldu.