Sylvia Walby, Kompleksite Teorisi ve Kesişimsellik
Sylvia Walby, Philosophy of the Social Sciene dergisinde yayınlanan 2007 tarihli makalesinde* çağımızın toplumsal eşitsizliklerini muntazam bir biçimde kuşatabilen kompleks bir sosyal teori üzerine tartışıyor. Kesişimsellik literatürünü kendi önerisi olan “kompleksite teorisi” ile genişletmeye ve geliştirmeye uğraşıyor. Kesişimselik meselesi, temelde toplumsal cinsiyet ve sınıf gibi farklı eşitsizlikleri birlikte düşünme gayretine dayanıyor. Walby ise, teorik olarak birçok toplumsal eşitsizliğin tümünü yerli yerine oturtmaya ve bunları sosyal teorinin çeperlerinden merkezine taşımaya çabalıyor.
Marx, Weber ve Simmel’in teorileri, Durkheim ve Parsons’la mukayese edecek olursak, özneyi ve özneler arası etkileşimi göz ardı etmeyen kompleksite teorisi için daha uyumlu bir gelenek olarak görülüyor. Walby, Durkheim ve Parsons’ta kök bulan yapısalcı sosyal teoriye karşı Weber ve Simmel’in klasiklerinden ilham alan, üst belirleyen olarak tek parça bir toplumsal yapıya değil eyleme ve eyleyene odaklanan sosyolojik bir yaklaşımı destekliyor. Ancak bu iki kurucu ataya bir de Marx’ı eklemiş Walby. Bunun sebebi, Walby’nin yapısalcı teorisyenlerde pek izini göremediğimiz bir şeyi Marx’ta görebilmiş olması. Marxist teorinin devrimci kopuşlara müsait olan doğası, Walby’yi Marx için bir istisna yaratmaya itmiş gözüküyor.
Yazarın önerdiği sosyal teorinin merkezinde tek bir sistem yok. Ancak birçok sosyal ilişki ile irtibat halinde olan çok sayıda “sosyal sistemler” var. Kompleksite demesi de bu yüzden. Tek bir sisteme karşı çıkarken, bir arada bulunabilen ve birbirini inşa eden sosyal sistemleri mümkün görüyor. Dinamik bir toplumsallıktan, yani biteviye toplumsallaşmaktan bahsetmeyi tercih ediyor.
Yazara göre, çeşitli toplumsal eşitsizlik kategorilerini (yani sınıfa, cinsiyete ve etnisiteye dayalı eşitsizlikleri) birlikte tartışma iddiasına sahip olan kesişimsellik literatüründeki farklı yaklaşımların sıklıkla düştükleri hatalardan bazıları şöyle.
İndirgemecilik: Bu gruba giren yazarlar, eşitsizlik kategorilerinin birini merkeze alıyor ve diğer kategorilere giren eşitsizliklerin tümü bu belirlenen üst kategorinin şemsiyesi altında tartışılıyor. Örneğin, aslında ataerkillik olarak düşünülmesi gereken cinsiyet eşitsizliği kapitalizme indirgeniyor ve kapitalizm sonrasında bu gibi sorunların kendiliğinden çözüleceği varsayılıyor.
Mikro-İndirgemecilik: Eşitsizlik kategorilerinin kesişim noktalarındaki öznelerin hikayeleri kategorilere ayrı ayrı yerleşen tüm öznelerin hikayelerinden çok daha kurucu ve önemli görülüyor. Yani kahraman bir özne seçiliyor, mesela Suriyeli işçi bir kadın… Tüm eşitsizler bu öznenin hikayesi üzerinden anlamlandırılmaya çalışılıyor.
Bir diğer hatalı yaklaşım ise, kategorileri birer kategori olarak görmeyip sadece öznelerin eylemlerini veya durumlarını tartışmaya çalışanların yaklaşımı. Bu yaklaşım sistematik bir teorik tartışmayı mümkün olmaktan uzaklaştırmakla eleştiriliyor. Bir problem var, ancak problemin bir toplumsal eşitsizlik kategorisi olarak görülmemesi, onun sistematik bir biçimde tartışılmasını da zorlaştırıyor.
Son olarak Ayrıştırmacı-İndirgemeci Yaklaşıma gelecek olursak, burada ise her bir kategorinin sorunları sadece kendisini ilgilendiren alanla sınırlandırılarak tartışılıyor. Yani sınıf ekonominin, cinsiyet biyolojik diskurun konusuna, etnisite ise ötekileştirme-içerme bağlamına indirgenmiş oluyor. Buna karşın yazar sınıf, cinsiyet ve etnisite gibi eşitsizlik kategorilerinin her birinin ekonomi, yönetim, sivil toplum ve şiddet gibi kurumsallaşmış alanların her biriyle ayrı ayrı ilişki içerisinde olduğunu ve bu karmaşık yapının ancak kendi “kompleksliği” içerisinde anlaşılabileceğini savunuyor. Toplumsal cinsiyeti tam olarak anlamak için sınıf, sınıfı anlamak için etnisite, etnisiteyi anlamak için toplumsal cinsiyet alanlarına müracaat etme gerekliliği göz ardı edilebiliyor.
Burada iki sistemsel olgular kümesinden bahsediyoruz.
Kurumsallaşmış toplumsal alanlar: Politika, ekonomi, sivil toplum ve şiddet.
Ve yukarıda zikrettiğimiz toplumsal eşitsizlik kategorileri: Sınıf, cinsiyet, etnisite.
Yazara göre bu kategorilerin her biri kendi ontolojik derinliğine sahip ve asla diğer bir kategoriye indirgenemez. Aynı şekilde her bir kategori, kurumsallaşmış alanlardan sadece bir tanesiyle sınırlandırılamayacak bir enginliğe sahip. Ona göre, her biri, ilk olarak kendi derinliği içinde, yani bir sistemin parçası olarak değil, bizatihi kendi içinde bir sistem olarak anlaşılmalı. Bunun ardından her bir sistemin bir diğer sistemle ilişkisi, yani sistemlerin birbirini şekillendirme süreçleri analiz edilmeli.
Bu kategorilerin üst üste binmesi mümkün, hatta fazlasıyla olası. Yani tek bir olaya baktığımızda orada hem sınıfın hem de cinsiyetin etkisini görebiliriz. Ancak burada çok önemli bir nokta var o da şu ki; asla iç içe geçmiş değiller. Bir arada bulunduklarında kendi ağırlıklarını yitirmedikleri gibi aynı zamanda birbirlerini de inşa eder ve iki ayrı kategorinin toplamı olmaktan uzaklaşırlar. Bu yönüyle sistemlerin birbirleriyle ilişkileri asla lineer bir toplamdan ibaret değil. Belli bir olaya baktığımızda biri diğerlerine daha baskın olabilir. Çoğu vakıada vaziyet böyledir. Fakat belli bir olay için baskın olan kategorinin diğer kategorilerle ilişkisini asla gözden kaçırmamak gerekir.
Bu yazıyla toplumsal eşitsizlikleri sosyal teorinin başat meselesi gören; hem sınıfsal, hem cinsiyete dayalı, hem de etnisite temelli toplumsal eşitsizliklerin tümünü birden tek bir teorik çerçeve içerisinde anlamlandırmaya dönük bu kıymetli çabayı özetlemeye çalıştım.
* Sylvia Walby, “Complexity Theory, Systems Theory, and Multiple Intersecting Social Inequalities”, Philosophy of the Social Sciences, Volume 37, Number 4, December 2007, 449-470.