Söze İstanbul’dan Başlamak
İstanbul kendi tarihi seyri içinde bir insan gibi geçirdiği değişimlerle değerlendirildiğinde hep genç, diri kalabilen bir varlıktır. Kendi güzelliğini muhafaza etmek için direnen, her kaybedişte başka bir güzelliği ortaya çıkan, duvardan çıkmayan yazılar gibi üzeri her boyandığında tekrar ortaya çıkan, bunca yağmaya rağmen ayakta kalabilen bir varlıktır. Yaşayan, canlı, esrarlı, korkunç ve güzel…
Edmon De Amicis, İstanbul seyahatnamesinin girişinde İstanbul’un minarelerini gün ağarırken göreceğiz haberinin büyük heyecanını şöyle anlatır:
“Süvari, bize dediği gibi size de ”Yarın İstanbul’u göreceğiz” deseydi, hiçbir şey hissetmeden, “Memnun oldum” cevabını verirdiniz. Fakat “Yarın şafakta İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz” sözünün manasını anlayabilmek için bu arzuyu on yıl beslemiş, uzun kış gecelerini şark haritasına hüzünle bakarak geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak hayal kurmuş, diğer yarısını görememiş olmaktan teselli bulmak için Avrupa’nın öteki yarısını kat etmiş olmak, sadece bu gayeyle küçük bir masaya bir sene çivilenip kalmış, ufak tefek bin türlü fedakarlıkta bulunmuş,hesap üstüne hesap yapmış,şato üstüne şato kurmuş,evde uğraşı durmuş,gözünün önündeki bu kocaman ve ışıklı hayalle,geride bırakılan sevgili varlıkları düşünerek hemen-hemen vicdan azabı duyacak kadar mesut bir halde deniz üstünde dokuz uykusuz gece geçirmiş olmak gerekir”(1)
19. yüzyıl sonlarında Amicis, zihninde bir masal kahramanı ile İstanbul’a geliyor. Minareler ve kubbelerin İstanbul için önemini ve bir Batılının İstanbul’a erişme arzusunu en güzel şekilde ifade ediyor. Nasıl insan gün geçtikçe güzelliğini yitiriyorsa İstanbul’un geleceği için Edmon De Amicis endişelidir:
“Gelecekteki İstanbul’u korkunç ve gamlı haşmetiyle dünyanın en güzel yüzlü şehrinin harabeleri üzerinde yükselecek Şark’ın Londra’sını görür gibi oluyorum. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengarenk küçük evler yıkılacak; ufuk, koynundan binlerce fabrika bacasının ve ehram şeklindeki kule çatısının yükseldiği, saray, işyeri, imalathane dizileriyle her taraftan kesilecek; uzun, dümdüz, birbirine benzer sokaklar İstanbul’u birbirine muvazi kocaman yollarla ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin damlarının üzerinde büyük bir örümcek ağı gibi içi içe geçecek; Galata köprüsünün üstünde siyah bir silindir şapka ve bere selinden başka bir şey görülmeyecek; esrarlı Sarayburnu bir hayvanat bahçesi, Yedikule bir hapishane, Hebdomon bir tabiat tarihi müzesi olarak görülecek; her şey sağlam, hendesi, faydalı, kurşuni, kasvet verici olacak ve artık ne yana yakıla edilen duaların, ne şarkıların yükseldiği, ne de sevdalı gözlerin dikildiği güzel Trakya semasını kocaman kara bir bulut durmadan kaplayacak”(2)
Amicis’in kehanetleri tutmuş mudur? Bir kısmı evet, devamını sermeye ve iktidar tam gaz gerçekleştirme peşinde. Edmon De Amicis’in gözlemlerinden Londra benzetmesini hesaba katarak kapitalizmin bir şehri ne hale getirebileceğinin işaretlerini öğreniyoruz. Batı’dan gelen dalganın İstanbul’a ulaşması onu endişelendirmektedir. Gerçi İstanbul’un başına türlü işler gelmiştir, ama hiç birisi hatta haçlı yağması bile kapitalizmin yıkımı kadar etkili değildir. İnsanı da bozuyor kapitalizm. İnsan ile beraber oluşmuş bir şehir olan İstanbul, onun bozulmasına paralel olarak yıpranmıştır. Bir insan din değiştirince nasıl değişiyorsa İstanbul da öyle değişmiş yeniden inşa edilmiştir. 1204 senesinde, dördüncü Haçlı Seferi’nde Latin istilasına uğrayan İstanbul, bu istilanın elli yedi sene sürmesinin de etkisiyle bir daha kendini toparlayamamış, imar dahi görmemiştir. Fatih bir harabeyi fethetmiştir. Fatih’in İstanbul’a girerken söylediği rivayet edilen beyit İstanbul’un ne halde olduğunu gösterir:
“Bum nevbet mizedend der tarem-i Efrasiyab/Perdedarı mikoned der kasr-ı kayser ankebud” (Sezarın kasrında örümcek teşrifatçılık yapıyor, Efrasiyab’ın sarayında ise bandoyu baykuş çalıyor. Örümcek bir yerin metruk oluşunun simgesidir. Baykuş ise uğursuzluk demektir).
İstanbul insan ile beraber oluşmuş bu manada halkın yaptığı bir şehirdir. İstanbul’un eski hüviyetini hem Tanpınar’da hem de ondan önce Yahya Kemal’de sadece mekan olarak değil, insanla beraber mayalanmış bir terkip olarak görürüz ki bu, İstanbul’un Avrupa’nın merkez şehirlerinden ayrılan önemli bir vasfıdır. Avrupa’nın merkez şehirlerindeki mimari doku, halkın yaşadığı mahallenin şehre katkılarıyla oluşmamıştır. O şehirleri belirleyen mimariyi iki kısma ayırabiliriz. Birincisi, asillerin(sonradan da burjuvaların) yaptıkları ve içinde yaşadıkları saraylar, şatolar ve benzeri yerler, ikincisi de mabetlerdir ki bunlar kiliseler ve katedrallerdir. Fakat İstanbul’da durum böyle değildir. Sur içi ve oraya şeklini veren mabetler, İstanbul bütününün içindeki şehirlerin, yani parçaların önemli bir tarafını oluşturur ama tek tarafını oluşturmaz. Saraylar ise Batı’daki emsalleriyle mukayese bile edilemeyecek kadar mütevazi yapılardır, buna Osmanlı’nın en görkemli sarayı olarak bilinen Dolmabahçe Sarayı da dahildir. Bir yönüyle de İstanbul ahşabın sanata dönüştüğü bir şehirdir. Bu da halkın asırlar içinde oluşturduğu ve bir tür refleks halinde geliştirdiği bir üsluptur. Mesela yangında kül olan bir mahalleyi, mahalleli el birliğiyle eskisinden farksız, hatta daha güzel inşa edermiş, mimara ya da mühendise ihtiyaç duymadan.
İstanbul’u, halkın şehri oluşturan etkisinden bağımsız anlayamayız. Bir diğeri de İstanbul’un sadece bir yapılar şehri olmayıp tabiatının, peyzajının onun güzelliğinin önemli bir parçası olduğudur. Tanpınar’ın dediği gibi “İstanbul sadece abide ve abidemsi eserlerin bol olduğu bir şehir değildir. Şehrin tabiatı bu eserlerin görünmesine ayrıca yardım eder. İstanbul’un tabiatını süsleyen ağaç, mimariyle rekabet edercesine İstanbul’un peyzajını tamamlayan hayatın lütufkar bir yardımcısıdır. Hatta ağacın içinden/arasından doğan bir mimari vardır demek yanlış olmayacaktır. Büyük mimarlar bunun farkındadır.(3) Tanpınar’ın dilinden söyleyelim:
“Büyük mimarlarımız ise, daima eserlerinin yanı başında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi; gür yaprağın tezadı onların en güzel terkiplerinden biriydi. Bazıları daha ileriye gider; cami veya medrese avlusunun hendesi cenneti ortasında çınarın, servinin yetişmesi, gülün açması sarmaşığın halkalanması için yer ayırırdı”(4)
Ağacın İstanbul’un peyzajını tamamlayan özelliklerine dair daha çok örnek verilebilir. Ağaç İstanbul’un kendi kalabilmesi için olmazsa olmaz bir öğedir. Piyasa düzeninin üzerimize her açıdan çullandığı bir dönemde, sermayenin ağaç keserek para kazanıyor oluşu ne kadar öğretici. Biz Müslümanlar için kimlerden ve neyden uzak durulması gerektiği bakımından da öyle. İstanbul’a sadece para diye bakmak bizi her açıdan yıkıma uğratacak bir fitnedir.
Kentlilik bilinci, kente mahalleye sahip çıkma İstanbullulaşmayla mümkün. Buraya rant gözü ile bakmak ise yıkım. “Şimdiye kadar İstanbul’da yaşayan ama İstanbullu olmayan bu kalabalıklar, çok daha kalabalık olan yoksulları ve azınlık olan “paralıları” bu kente, bu mekana bir “para kazanma imkanı” olarak baktılar: “park yeri sorununu, nasıl beni zengin edecek biçimde kullanırım?” vb. Şimdi “kentlilik bilinci” dediğim şey; “ben nasıl…” mantığından “biz nasıl…” a geçmeyi temel alıyor. “Biz burada bir arada ve en iyi şekilde nasıl yaşarız?” Böyle bir bireycilikten böyle bir toplumsallığa geçmek başlı başına büyük bir dönüşüm”(5)
“…Belirli kentleri burjuvazinin yeryüzü cennetleri olmak üzere yeniden planlamak, yoksulların ancak zenginlere hizmet vermek üzere kente girebildiği düzenlemeleri yapmak belli ki birilerine sevimli geliyor. Ama bu “uzun”u beklemeye de gerek yok,”orta” vadede, kentlerin hayatiyetini kemirmeye, yok etmeye başlıyor.”Yoksulluğu yok etmek” üzerine programlar düşünülebilir, yapılabilir ve bu bütün topluma tanımadığımız türden bir enerji kazandırabilir. Ama “yoksulluğa” dokunmadan “yoksulluğu görünmez kılma” programı çok farklı bir şey, çok da yapay bir şey.”(6)
Sonucu Allah’a Bağlamak
Kaderin bin bir değişkeni vardır ve biz insanların bunu kontrol etmesi, geleceğe dair bir rota belirlemesi imkansızdır. Allah’ın yasaları ve yasalarına içkin tuzakları vardır. Tuzak pusudan farklıdır ve Allah’ın tuzağı yasalarının kopmaz bir parçasıdır. Yasaların tersi istikametindeki davranışlar mutlaka sonu aşağılanma olan tuzaklara düşürür insanı. Gezi süreci, ranta, doğanın talanına, insanın piyasanın buyruğuna girmesine hizmet edenlerin zirvedeyken nasıl tuzaklara düştüğünü gösterdi. Kader mi? Hiç bir şey tesadüfi değildir. Allah’ın yasalarına karşı yapılmış eylemlerin sonu O’nun tuzağında alçalmayla sonuçlanacaktır.
Gezi parkının bir kaderi var, İstanbul’un da ve hepimizin. Hiç bir şey yasalar örgüsünden onun sebep ve sonuçlarından bağımsız değil. Gezi parkı kaybedenlerin uğrak yeriydi. Elinde bavulu ortada kalmış yolcular, işini batırıp sokağa düşenler, itilen-kakılan, yorulan, düzenin öğüttüğü insanlar gezinin yitmiş sakinleriydiler. Tabi düzenin artığı da çöpü de orayı bulur. Gezi piyasa düzeninin ortaya çıkardığı bütün dertleri ve tabi kirleri de sinesinde toplayan, problemlerin aktığı bir düşkünler eviydi adeta. İsyanın burada patlaması boşuna değil. Kula kulluğun sonuçlarının yaşandığı bir mekanda, kaderin gelip dayandığı yer isyan oldu.
Geleceği belirleyemesek de Allah’ın yasalarının nasıl işlediğini anlayabiliriz. Uyanık bir bilinç, sağlam bir iman yeterlidir. Allah’ın bir bildiği, bir planı elbette vardır. Yasa işliyor, zaman ilerliyor, piyasa tek tanrıcılığı çıkışsız yollara girmiştir. Kula kulluğun ve haramın düzeni yıkılmaya mahkumdur.
Allah’a inanmanın bize sunduğu imkanlar, verdiği ufuk o kadar büyüktür ki orada sahte kimliklerin taşıyamayacağı kadar büyük sorumluluklar vardır. Allah’a inanmak sadece “Müslüman’ım” diyenler için değil tüm insanlık için yegane çıkış yoludur, kurtuluştur. Garaudy’nin ifadesiyle: “Allah’a inanmak hayatın, dünyanın ve tarihin bir anlamı olduğunu doğrulamaktır. Allah’a inanmak onun sürekli kendinde bulunduğu insana inanmaktır. Ebedi lanetlilerin olmadığına, geçmişleri kendilerini mahkum edenler için bile bir gelecek bulunduğuna inanmaktır.
Allah’a inanmak gerçekliğin en son temeli olarak hürriyeti seçmektir. Başkalarının inancına açılmak, Tanrı’nın kendilerine ilhamla verdiklerinin unutulmuş yönlerini yeniden keşfetmektir”
1. Edmondo De Amicis, İstanbuyl, (TTK Yayınları, Ankara, 1993) s.2.
2. Age., s.115
3. Hakkı Özdemir,İkiz Hayaletler/Roman ve Şürekası (Dergah yay., İstanbul,2011), s.130-131.
4. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, (MEB 1000 Temel Eser, İstanbul, 1969), s.189.
5. Murat Belge, Şehir ve Kültür içinde “İstanbul: Geçmiş ve Gelecek” (Profil yay., İstanbul, 2012), s.329.
6.Age., s.330