Soma Madenlerinde Yaşamak Mucize!
Ölen işçilerin Soma’dan dönmeden bizi unutmayın diyen ailelerinin de, bu söylediklerimiz bir şeyleri değiştirir inşallah diyen maden işçisi abilerin de sözlerini burada, olduğum yerde duyurmanın sorumluluğunu omuzlarımda hissediyorum hâlâ.
Soma’da adım başı polis, biraz dışına doğru jandarma. Maden bölgesine her grubu almıyorlar, özellikle gençleri; sonra Soma’nın içine de arkadaşlarımız dahil olmak üzere kimseyi almamaya başlıyorlar, araya giren milletvekili bile etkisiz kalıyor. Yine aklımda Schmitt, istisna boşluğuyla OHAL. Soma içinde kuyruğumuzda hep bir sivil polis, esnafa, evlere, kahvelere uğrayıp, ‘dışarıdan karıştırmaya gelecekler aman dikkat’ ikazı. Altında yatan -kimseyle konuşmayın- mesajı, halk içinde yarı yarıya kabul görmüş.
Çoğu işsiz kalmak ve ya şehit maaşı alamamak korkusuyla ismini vermeden konuştu, bazıları ise artık yeter bunca değersiz sayıldığımız deyip cesur konuştular. Oğlunu kaybeden, ilk gün bir bakkal önünde tanıştığımız Ahmet amca; ‘bir avuç kömür kadar değeri yok insanın’ diyordu. Tüm konuşmaların ana teması değersizlik oluyordu, kimi öfkeyle lanet okuyarak, kimi acizlikle boyun eğerek ‘kader’ diyordu. Kimseye kapitalizmden bahsetmeye çalışmadık, onlar zaten yaşıyordu farklı isimlerle her gün, en vahşisini.
‘Bazen iş çıkışı müdürler-amirler günün değerlendirmesi ve azarlamalar için bizi mesai bitiminde bırakmıyor uzun uzun konuşmalar yapıyordu. Onların konuşmanın bitmesini bekliyorduk, geç kalınca da çoluk çocuk eş hepsi sokağa dökülmüş, bizi bekliyorlardı endişe ile’ diyordu sürekli ölümle burun buruna yaşamanın ne olduğunu bilen bir maden işçisi abi.
Soma’da Toki hariç etrafındaki dağların görünmesini engelleyecek yüksek binalar, rezidanslar, kuleler filan yoktu. Hatta kimi zaman acıyı unutup doğanın güzelliğine kendimi kaptırdığım oldu, yel değirmenleri görünce sanki eski bir dostu görüyormuşçasına sevindim, termik santrali görünce ve yaydığı dumanı etrafına yine acı gelip buldu sıkıca sardı ruhumu. İşte geçtiğimiz yol sonunda ulaştığımız Savaştepe’deki taziye evinde, yaşlı nene: tarımı bitirdiler yavrum, derken dizlerini bundan dövüyordu. Soma tarıma elverişli bir yer (hatta domatesi de meşhur dediler) ama devlet insanların ürünlerine gereken değeri verip satın almayınca, insanlar geçinecek kadar para kazanamayınca; ki bu da madenlerin açılış dönemlerine geliyor (belki zamanlaması manidar) tarımdan vazgeçmişler. Çocukları okuyor, evleniyor, yaşlanıyorlar, geçim derdi saran madene iniyor.
Maden diyorum insanların yüzlerinde karanlık, sonra korku. Eşini kaybeden abla diyor ki; ‘Kader, diyorlar. Kader böyle mi olur? Ya bunlar Soma’da çalışmıyor olsaydı üç yüzü birden aynı anda mı ölecekti?’ Yine başka bir ev kayıpları olan başka bir aile; ‘Yavrum ihmal olmasa bu kadar can gider mi?’ Geride kalan başka bir kadın, Maden Türkiye’deki en zor işlerden birisi ama en az maaşı da yine maden işçisi alıyor, diyor. Emekli olunca yine çalışıyorlar çünkü 17000 tl emeklilik ikramiyesi sonra 900 tl maaş. Bu parayla ev mi alacaklar, çocuk mu okutacaklar/evlendirecekler? Kirada oturup hem masraflarını karşılayabilecekler mi? Öyle olsa çoğu kredi çekmezdi sanırım bankadan. Bankalar maden ile birlikte işlemeye başlamış Soma’da, herkes borçlu onlara. Maden’de hoyratça sömürülen işçinin iliklerini sıyırma görevi bankaların yani anlayacağınız.
Madende uzun süre çalışmak (yani bir emeklilik müddetince) sürekli kömür tozu solumak çoğu işçiyi hasta ediyor, ve bu hastalık ilerleyen zamanlarda ortaya çıkıyor genelde. Diyelim ki maden’de çalışırken iş yüzünden kanser oldunuz, hemen size düşük ücretli tazminatınızı verip işten çıkarıyorlar, emekli ediyorlar. Eee buradaki sorun ne diye mi düşündünüz? Adamın, biri üniversite ikisi lisede okuyan üç çocuğu ve kiralık bir evi var, isterseniz siz hesaplayın aylık masraflarını ama fazla hesaba da gerek yok.
Maden’de çalışma saatleri 8 saat, üç vardiya var; gündüz-paşa-gece vardiyaları. Vardiya değişimleri (patronun ve kömür sahibi devletin daha çok kazanması için) işin durmaması amacıyla, yeni vardiya işçileri gelmeden önceki işçiler çıkamıyorlar.
Maden’de tuvalet yok, yemekhane yok, dinlenmek için herhangi bir imkan yok ama baskı var, ‘düzen’ var diyorum ‘düzen’ çalışan işçileri ‘ÇALIŞIN’ diye azarlayan modern efendiler ekipbaşları (taşeronlar) var.
Maden işçisi bir abi; ‘(kömürleri yukarıya çıkaran) Bant’ta 20cm’lik boşluk kalsa (kömür olmasa orada) yukarıdan ikaz geliyor, sonra ekip başları tarafından azarlanıyoruz, Çünkü metre hesabına para alıyorlar şirketten.’
8 saatlik çalışma süresi boyunca sadece yarım saatlik bir mola vakti var, yemek, çay ve dahi ihtiyaçlar için. ‘Yemekhaneyi bırak, yemeğimizi yemek için çamurlu/sulu olmayan bir kuru toprak olsa da yeterdi.’ diyor başka bir abi. Gözlerinin içine bakarak ağlayamazsınız, onurlu adamlar onlar bu koşullarda çalışmaya mecbur bırakılmışlar.
Maden işçisi abilere bakıp, onların ölmesi değil sizin yaşamanız şaşırtıcı aslında mucize diyorum.
Biz madenci ağabeylerle konuşurken, bir sivil polis uzaktan fotoğrafımızı çekmeye çalışıyor. Ben ihtiyatla ‘isterseniz yüzlerinizi bu tarafa tam çevirin sivil polis fotoğraf çekmeye çalışıyor’ diyorum, sıkıntı çıkmasın. Süleyman abi bakıyor yüzüme gülümseyerek; ‘ağılda oğlak doğsa nehirde/ovada otu bitermiş, rızık endişemiz yok şükür’ diyor.
Soma’yı unutmamak için, zorlansam da kelimelerim bir kaosun akışına kapılsalar da, dağınık da olsa konusu biraz, kendime ödev bildim bu yazıyı.
Sendikayı yola getiren işçiler, inşallah zalim şirketi ve vurdumduymaz devleti de değiştirirler.