Siyaset Nerede? İşçiler Neden Kimsesiz Hissediyor?
Bu yazı seçim ‘yenilgisi’ sonrası tartışmalarına katkı amacıyla yazıldı. Ayrıca yazıyı Birikim Güncel’de yayınlanan “İşçi Sınıfının “Kayıp” Siyaseti”[1] başlıklı yazımın da bir düzeyde devamı gibi düşünerek kaleme aldım. Bu arada deprem oldu ve gücünü toplumdan alan siyasetin ne denli ihtiyaç olduğunu görmüş bulunduk. Seçimden sonra yine bu bağlamda, siyaset kültürümüzdeki eksikliğe dair Tanıl Bora, “Siyaseti Siyasallaştırmak” başlıklı yazısıyla[2] -ki kanaatimce çok zarif ve yerli yerinde bir ifade- tartışmaya kıymetli bir katkı sundu. Ayrıca Osman Özarslan ‘somut durumun somut tahlilini’ güncel okuma açısından dikkate değer bir metin çıkardı.[3] Osman’ın yazısını da bu yazıyla kesişen bir bağlamda görüyorum. Umarım bu yazı da birbirini kesen tartışmalar içinde anlamlı bir yere değer.
***
Siyaset, eğer toplumsal bir özneden mahrumsa ve hareket yaratıcı kabiliyete (muharrik olmak) sahip değilse laf kalabalığından ibarettir. Toplumsal ve gerçeklikle bağı olan bir özne yoksa uğraşılan iştigal gerçek anlamda bir siyaset olmuyor. Gerçek anlamda bir siyasetin teşekkül etmesi için de kolektif arzu ve dönüştürme motivasyonu gerekiyor. Bu motivasyon ise özne olmaya talip bireylere olur. Fail olmadan fiil olmaz.
Bir tarihsel örnek; Fransa’da 1730’lu yıllarda büyük bir kedi katliamı yaşanır. Yaşam koşullarından ve matbaa sahiplerinin çıkarlarını korumakla görevli olan ekip başlarının yaşantılarının görüntüsünden rahatsız olan işçiler öfkelerini kedileri yargılayıp, toplu olarak katlederek gösterirler. Bu açıkça bir barbarlık görüntüsüdür ancak altında gerçek bir sınıf kini de vardır. Zihniyet tarihçisi Robert Darnton o dönemden kalan bazı metinler üzerinden sınıf bilinci tam teşekkül etmemiş işçilerin tepkilerini aktarır.[4] Ekip başlarının işçilerden daha çok ihtimam gösterdiği kedilerin katledilme hadisesini çözümler. Aktardıkları bize, fiil yapma ehliyeti zayıf olunca ya da olmayınca ortaya, ya barbarlığın ya da bir teslim oluşun çıktığını gösteriyor. İkisi de insana yakıştırabildiğimiz şeyler değil. Failleşme meselesini elbette daha detaylı incelemek gerekir ancak şimdilik bu kadarla yetineceğim.
Şimdi, siyasete meraklı insanların siyaseti yapma biçimlerine dair kapıldıkları bir sakilliği öne çıkarmak istiyorum. Türkiye’de maalesef siyaset yapmayı yüksek gündemlerin gölgesinde soyut tespitler olarak gören yaklaşım çok popüler. Herkesin ulaşamadığı bir takım malumat ile bilimsel olmayan, muhayyel zeminlerde konuşmaya, kayda değerlik yükleyen bir siyaset kültürü var. Asla kanıtlayamayacağımız, çoğu kere de bir istihbaratçı olmadan esasını pek bilemeyeceğimiz ‘yüksek’ siyasete dair konularda fazlaca ahkam kesilirken, gündelik hayatın içindeki aksiyon gerektiren meseleleri göz ardı eden bir kültür hâkim. Siyaseti yukarıdan tasarlanan ve sonrasında aşağıda vücut bulması gereken bir iştigal olarak görenler daha çok konuşuyor. Böyle olunca da siyasete duyarlı olduğunu düşünen çoğu insan -tabir yerindeyse kapısının önünü temizlemekten bile acizken- neredeyse hiç etki edemeyeceği konularda konuşabilmeyi marifet sayabiliyor. Tartışma programları laf kalabalıklarının sergilendiği birer gösteriye dönüşmüş durumda. Gürültülü bir gösteriye…
Marx’ı bir filozof olmaktan çıkaran ve heyecan verici bir entelektüel yapan şey, materyalizmi ve siyaseti somutluklar üzerinden görmesiydi. Kapitalizmi aşmak için somut durumu ve ‘yükselen önderliği’ analizine konu etmişti. İşçi sınıfı kimliğini ‘kapitalizmin mezar kazıcısı’ olarak tespit etmiş ve önderlik kurumunu işçilerin örgütlü mücadelesine yüklemişti. Çoğu kimse bunu işçiliği ve işçileşmeyi kutsama gibi değerlendirdi. Hâlâ da böyle değerlendiren yorumlar var. Bence siyaseti somut görüntülerle ve potansiyellerle birlikte kendi materyalizmi içinde okumuştu. İşçileşme derinleşirken ve emek sömürüsü hunharca sürerken bu antrparantez anlamlı bir örnek olarak dursun.
Şimdi soru şu Türkiye’de toplumsal bir siyaset için fail olanlar kimler? Mesela işçiler ve işçi sınıfı bir fail olarak anlamlı bir varlık sergiliyor mu? Türkler, Kürtler, dinsel odaklar bunların işçiler arasındaki anlamı ve kıymeti ne ölçüde var?
Son yıllarda içine düştüğümüz siyasal atmosferde gördüğümüz birinci şey, özellikle kadınlar siyasal alanda bir fail görüntüsü ve sorumluluğu sergiliyorlar. Bunun da en temel sebebi sürekli olarak erkeklik olgusunun saldırısı altında olmaları. Gözle görünür bir şiddetten kaynaklanan ve ister istemez kadınları birleştirici bir etkisi olan bir saldırı bu. Buna eş zamanlı olarak kapitalist sistemin de saldırısını yoğun bir şekilde hissediyor kadınlar, aynı zamanda emekleriyle geçinmek zorunda kalmalarından oluyor bu. Hem emekçi olmaktan hem de cinsel kimliklerinden sebep maruz kaldıkları saldırılardan… Ancak faillik potansiyeli taşıyan diğer “kimlikler” için bu kadar net konuşamıyoruz.[5]
Salt bir işçi kimliğinin tek başında bir özne olamadığını ve sistem tarafından ezilmeye neden olan başka kimliklerle birlikte somutlaştığını söyleyebiliriz. Bu görüntü -maalesef- aynı zamanda işçilerin kimlikleri üzerinden ayrıştırılmalarını da bir düzeyde mümkün kılıyor. Somut, güncel ve bu meseleyi de kesen bir örnek olarak Kürt siyaseti olgusundan bahsedebiliriz.
Kürtler, Kürt kimlikleri nedeniyle sistemin yapısı gereği ezdiği ve amorf karakteriyle birlikte (işçi-kadın-memur-esnaf-patron vb.) bir siyasal özne olarak failleştiler. Siyaset alanında da varlıklarını ezilen Kürt halkı ile rabıtayı kurabildikleri ölçüde sürdürüyorlar. Ancak son dönemde Kürt siyaseti ezilen Kürtlerin haklarıyla birlikte sosyalist çevrelerin yükseltmeye çalıştığı işçi sınıfı failliğini bir arada taşıma kabiliyeti sergileyemedi. Kanaatimce bu ‘beceriksizliğini’ de “Türkiyelileşme” siyasetini yasladığı, bence bir liberal sapma olan, radikal demokrasi tezine borçlu. Geldiğimiz noktada Kürt işçilerini ve orta sınıfını bir arada tutmak için Kürt olmaktan gelen kimliksel haklardan başka bir imkânı da görünmüyor. Haliyle Kürt halkının oylarıyla siyasal alanda kendine yer bulabilen ve sınıf siyasetini teklif eden sosyalist yapıların -bence eğretilik ithamını asla hak etmeseler de- bazı kesimlerce eğreti görülmeye başladılar. İşçi sınıfı kimliği bir ortak bağ olarak öne çıkmadığından yani sosyalist bir siyaset teklifi gerçek anlamda somutlaşmadığından, Kürt sosyolojisine yaslanmayan bütün siyasetler, öyle olmasalar bile, varlıklarını Kürtlere borçlu gibi görülüyorlar. Neticede Türk işçilerine ulaşmaları önemsenen yapılar -ayrıca başka birtakım nedenler yüzünden- bunu sağlayamıyor duruma gelmiş haldeler.
Türk kimlikli işçiler ise ezilen olmalarından sebep kendileri gibi ezilen Kürtlerle saf tutmaktansa daha çok Türklerin haklarını savunuyor görünen sağ siyasetlere yöneliyorlar. Bu durumun gayet farkında olan ve kendi tabanını da konsolide etmeyi önemseyen Kürt siyaseti, tekrardan rüzgâr yaratma kabiliyetine sahip olabilmek için esaslı bir özeleştiri sürecine girdi. Bazı somut tutumlar sergilediklerini görüyoruz, zamanla başarılarını gözlemleyeceğiz.
Bir başka handikap da göçmen işçilerin durumu. İçinde yaşadığımız sermaye düzeni özellikle göçmenleri şeytanlaştırarak toplumsal siyasetin dışına itiyor. Bütün bunlar olurken de göçmen emeği üzerinden, iktisadi düzenin sürdürülebilirliği itinayla sağlanıyor. Zira iktidardakiler göçmen işçilerin olmadığı bir Türkiye’de, inşaat işçisi bulmakta zorlanacaklarını, merdiven altı konfeksiyon atölyelerinin iflas edeceğini, ev içi bakım emekçileri bulamayacaklarını gayet biliyorlar. Çalışan, emek veren, sömürülen göçmenler, mültecilik statüsü meselesinde kirli bir karnesi olan Türkiye’de hukuki haklardan mahrum olduklarından, sokağa çıkarak ya da greve giderek haklarını da arayamıyorlar. Güvencesizliğin ve sömürünün en kirli halleri, gözümüzün önünde yaşanmaya devam ediyor.
Ezilen bir kimlik olarak işçilerin failleşmeleri neden mümkün olamıyor? İşçiler kendilerini neden kimsesiz hissediyorlar?
Nazım Hikmet, Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime şiirinde “Benim kuvvetim: / bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.” der. Hiç tanımadığı, dilini anlamadığı ancak “Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık / aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.” dediği insanlara selam gönderir. Gücünü ve coşkusunu yalnız olmamaklığıyla ilişkilendirir.
Dini anlatılar Şeytan’ın en büyük marifetinin korku duygusunu işlemek olduğunu aktarır. Ali İmran Suresi 175. Ayet şöyledir: “Kendi dostlarından korkmayı [içinize] yerleştiren Şeytandan başkası değildir: Öyleyse onlardan değil, yalnızca Benden korkun, eğer gerçek müminler iseniz!”[6]
Korku hissi gücünü yalnızlıktan alır. Bir şeyden korkmak için önce yalnız hissetmeniz gerekir. Yalnız hissettiğinizde kendi potansiyelinizi açığa çıkaramazsınız. Gündelik hayatta aynı çileyi beraber çektiğiniz arkadaşlarınız olası ve doğal müttefiklerinizken, zaman içinde sizin için ‘doğal’ rakiplere dönüşür. Bir şeyleri kökünden değiştirme iradeniz ise kaybolur. Çünkü başkalarının sırtına basarak kendinizi kurtarmanın hesaplarını yaparsınız.
Geçtiğimiz günlerde Trendyol önünde yapılan eylemde polisin müdahalesine maruz kalan işçiler, belki de sınıf mücadelesi tarihimizde ilk defa “kimsesiz işçiler” diyerek slogan attılar.[7] İşçi sınıfının yalnızlaştırılmasının, çaresiz bırakılmasının, toplumsal siyasete ne denli ihtiyaç duyduğumuzun ve siyasetin içine düştüğü anti-demokratik ve ‘halksız’ halin bir görüntüsüydü bu. Aşmamız ve ortadan kaldırmamız gereken bir görüntü…
İçinde yaşadığımız sermaye düzeni birtakım kimlikleri/unvanları/argümanları öne çıkararak sömürülen kesimlerin yalnızlık duygusunu besliyor. Türkler, Kürtler, göçmenler, Suriyeliler, Karadenizliler, Afganlar, Sünniler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, beyaz yakalılar, orta sınıflar, sanayi işçileri, kadınlar, LGBTİ bireyler, hizmet sektörü çalışanları, ev içi bakım işçileri, çiftçiler, küçük esnaflar, plaza işçileri, bilişim emekçileri, taşeron işçiler, nakliyat işçileri, BİT işçileri, KİT işçileri, sözleşmeli işçiler, kadrolu işçiler, öğretmenler, sağlık emekçileri, akademisyenler, yazılımcılar, araçlarını kiralayarak çalışan işçiler ilh… Listeyi daha da uzatabiliriz.
Ve maalesef sermaye düzeni bu yalnızlaştırmayı, birey düzeyine kadar indirebildi. Küçük cemaatler, aşiret tipi yapılar, aile (elbette kadın emeğinin sömürülmediği bir yapı olarak), dayanışma ağları da bu saldırıdan nasibini aldı. Örgütlenme ve toplumsal mobilizasyon sağlama kabiliyetinin de imkânsız olduğunu düşünen ancak içinde yaşadığı durumdan da hoşnutsuz olan işçiler ise ya kendilerini kurtarmanın yollarına odaklandılar ya ‘piyasa tanrısına’ teslim oldular ya da yüksek siyasetin imkânlarına yüzlerini döndüler. Yüzlerini haysiyetli ve güven verici bir kapı olarak döndükleri ‘yüksek’ siyaset ise türlü türlü entrikaların ve samimiyetsizliklerin döndüğü bir tiyatro olarak sürekli tescillenmeye devam ediyor. Her seferinde yeni bir hayal kırıklığı yaratarak…
Neticede geldiğimiz noktada işçiler kendilerini kimsesiz hissediyorlar. Ve hepimiz sahip olduğumuz kimliklerin/çevrelerin/aidiyetlerin müstakil kıymetinden bağımsız olarak sömürüldüğümüz bir düzeni beraberce yaşıyoruz.
Bitirirken
Parlamentoda işçiler, işçi kimlikleriyle temsil edilmiyorlar.[8] Haklarını koruması için destekledikleri siyasetler ise sadece işçilerin kimlikleri üzerinden oy devşirmekle meşgul. Sınıf siyaseti yapma iddiasıyla konuşan yapılar işçilerin kimliklerini hiçleştirerek siyasetlerini örüyorlar. Neticede işçi sınıfı toplumsal bir siyaseti örme imkânlarından mahrum bir noktada.
Birçok neden daha detaylarına girilerek sayılabilir. Tarihi nedenler, ulusal yapının teşekkül dinamikleri, neo-liberalizmle birlikte uygulanan muhtelif güvencesizleştirme örüntüleri, üretim ilişkilerinde yaşanan sektörel dönüşümler vb. Bunların hepsi konuşulmayı ve değerlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Farklı kimlikler ve parçalanmışlıklar arasında kalan ve örgütlü mücadele edemeyen güvencesiz işçilerin faileşmeleri sağlanmadan siyaset geri dönmez. Böyle bir çağda işçilerin örgütlenebilmeleri ve failleşebilmeleri için kimliklerin hareket ettirici anlamlarını gözeten, kimlikleri aşan ve dışlamayan, sınıf kimliğini billurlaştıran ama farklı güvencesizlik katmanlarını da gözeten bir toplumsal siyasete ihtiyaç var.
Materyalizmi halkın dinsel, ırksal cinsel vb. kimliklerini terbiye ederek ya da tarifleyerek dikkate almaktansa, başka bir yaklaşımla ele alarak ve bir muhataplık ilişkisi kurarak okumak bizi bir yere taşıyabilir. Bir Türk’ün Türk kalarak ve Türklüğünden utanmayarak konuşabilmesinin ve sınıfı için mücadele edebilmesinin siyaseti vücut bulmak zorunda. Hakeza Müslüman kimlikli bir işçinin, kimliğini gizlemeden işçi sınıfı için önderleşebilmesini çokça görebilmeliyiz. Bu da ancak konuşarak ve tabandan örgütlenerek mümkün duruyor. Terbiye siyasetinden çıkarak ‘ortak hedef’ siyasetinin imkânlarına bakmalıyız.
Bu çağda bu kadar katmanlı bir sorun için somut bir çözüm reçetesi sunmak neredeyse imkânsız ancak bu çıkışsızlıktan beraberce kurtulabilmek için elimizi taşın altına koymamızı gerektirecek kadar çok veriye sahibiz.
[1] Bedri Soylu, “İşçi Sınıfının “Kayıp” Siyaseti”: https://birikimdergisi.com/guncel/11204/isci-sinifinin-kayip-siyaseti
[2] Tanıl Bora, “Siyaseti Siyasallaştırmak“: https://birikimdergisi.com/haftalik/11314/siyaseti-siyasallastirmak
[3] Osman Özarslan, “Kalpsiz dünyanın kalbi”: https://www.gazeteduvar.com.tr/kalpsiz-dunyanin-kalbi-makale-1628736
[4] Darnton’ın Fransız ihtilali öncesindeki toplumsal görüntüleri okumaya dair farklı metinler üzerinden kaleme aldığı Büyük Kedi Katliamı / Aydınlanma Fransa’sında Düşünceler, İnanışlar isimli çalışmasını incelemek için şuraya bakabilirsiniz: https://press.ku.edu.tr/kitap/buyuk-kedi-katliami/
[5] Burada tartışmayı zihin açıcı şekilde açan Fatma Betül’ün “Sınıfı Bölen “Erkeklik”” başlıklı yazısına işaret etmek ayrıca anlamlı: https://iscininkendipartisi.org/2023/08/31/sinifi-bolen-erkeklik/
[6] Muhammed Esed’in Kuran Mesajı mealinden alınmıştır.
[7] PTTSEN’in ilgili paylaşımı için: https://x.com/ptt_sen/status/1706771948347260974?s=46&t=64l81tYnyTfaDgE1Ra9DMw
[8] Bu bahis Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki ‘halkçılık’ tartışmasına kadar iner.