Sintina
Arkadaşımız Bedri Soylu, siyasi alanda neden büyük aktörlerin fitnesine karşı tetikte olmak gerektiğini tartışırken emek dostu geçinenlerin sermayenin çıkarını her zaman en önce gözettiklerini hatırlatıyor ve soruyor: “Sintinaya atılmadan, piyonlaşmadan, kimsenin ekmeğine yağ sürmeden, ahlakçı ve prensipli bir tutumu kuşanarak büyük ve rüzgâr yaratma kabiliyeti olan aktörlerle boy ölçüşebilir miyiz?”. İlginize sunuyoruz.
Sarmaşık‘ta Nadir Sarıbacak’ın canlandırdığı Cenk, neredeyse epikleşen tartışma sahnesinde şöyle söyler: “Sintinasıyız oğlum biz! Armatör bu gemiyi yedi, sindirdi, sıçtı. Biz de sıçtığı sintinasıyız, siz hala dayılanın!” Kürd’ün kaybolması üzerine başlayan tartışmada Cenk’in gemide kalan mürettebatla girdiği küfürlü tartışmanın en can alıcı yeri burasıdır. Armatör paraları alıp gemiyle birlikte mürettebatı denizin ortasında rehin bırakmıştır. Cenk olayı böyle yorumlar ve diğerlerini de armatörün temsilcisi olan kaptana karşı ortak hareket etmek için kendi yöntemiyle ikna etmeye çalışmaktadır.
Sintina’nın kelime anlamı şu: “Tekne tabanında teknenin içinde üretilen pis suyun biriktiği yer.” Yağ, lağım, atık sular önce sintinada depolanır. Sintina ancak açık denizde tahliye edilebilir. Limanlarda tahliye edilmemesi gerekir. Kelimenin kökeni Latince sentina kelimesinden. Türkçe’ye de çoğu denizcilik teriminde olduğu gibi İtalyanca’dan geçmiş.
Gözden çıkarılanlar, kullanılıp atılanlar, işlevsel görüldüğü kadar kıymet verilenler, anlamını kaybeder kaybetmez tahliye çukuruna atılanlar için daha estetik ve bu denli argo olmayan kelime bilmiyorum. Argo, pitoresk anlatımlar için etkili bir imkan sağlıyor, gündelik hayattaki yaygınlığı da bu yazıda kullanma tercihim de bundan…
***
Siyasal alan, etkili-etkisiz tüm aktörlerin ve siyaset kurucularının cirit attığı ve etkili aktörlerin herkesi, her çelişkiyi kullanılabilir ve feda edilebilir gördüğü bir savaş alanı aynı zamanda. Sadece temiz kalarak ve doğru bildiğini söyleyerek siyasal alanda etkili olma şansınız olmuyor. Mutlaka, uzun vadede etkisiz görülen aktörleri ve siyasetleri sintinaya atmak için fırsat bekleyen ve bunları bir atlama taşı veya manivela olarak görüp hedefine varmaya çalışan birileri vardır.
Türkiye’de etkili olan siyaset, klişeleşen ifadelerinden başka bir düzlemde kendini gösteriyor. Sol-sağ, merkez, radikal, milliyetçi, sosyal demokrat gibi tasnifler sadece günü kurtarmaya yarıyor. Günün sonunda bir takım hiç bir toplumcu çıkara hizmet etmeyen, yapay ama hatipler için kullanışlı olan tavsifler baskın geliyor. Maalesef gereksizce yapılan laf dalaşlarını bir siyasi iştigal gibi kabul eden bir toplumdayız ve tantana hali hep diri. Bununla birlikte meseleleri daha ilkesel düzeyde ve ahlakçı bir tutumla sergileyen pratikler ancak işlevsel görüldükleri kadar dikkate değer bulunuyorlar: Emek-sermaye, patriarka, ulusal kimlik, emperyalist-kapitalist tahakküm ilişkileri, iklim krizi, ırkçılık gibi gerilimlerini gözeten ve mağdurdan yana tutum alan siyasetlerden bahsediyorum. Meseleye ilkeler ve ahlak düzeyinde bakanlar içinse bu gibi gerilimlerin merkeziliği her zaman gözetiliyor. İlkeleri ve ahlaki pozisyonu gözeterek siyasal alanı dönüştürme gayretleri büyük siyasete girince maalesef etkisini kaybeder oluyor. Bana kalırsa Türkiye’deki küçük olduğundan sebep tahfif edilen sol gruplar da büyük siyasetin dinamiklerini yeteri kadar okuyamadığından etkili olamıyorlar. Maalesef büyük siyasetin etkili figürlerinin, kendilerini tesis ettikleri zeminde, ahlakçı bir tutumdansa haklı arzuları ve talepleri kullanabilme kabiliyeti daha fazla öne çıkıyor. Sonuçta birilerinin sintinaya atılabilmesinin, insanlık namına söylenen her sözün manipüle edilmesinin, her hatanın ve krizin imkân olarak okunmasının normal görülebildiği, ikiyüzlülüğün yaygın olduğu bir siyasi zemine mecbur kalıyoruz.
***
Anlatmak istediğimi şahit olduğum bir örnekle somutlaştırayım. Henüz Suriye savaşı hareketlenmemişti ve Türkiye Suriye’de yükselen gerilimi diyalog imkânlarıyla çözmeye çalışıyordu (Yaklaşık olarak Ağustos 2011 – Ocak 2012 arası) ve sınırda bulunan kara mayınları geniş bir alana yayılmış bir şekilde bekliyordu. Kara mayınları Suriye ile yaşanan eski gerilimlerin bir neticesi olarak döşenmişti. Suriye ile ilişkiler güçlenmeye başlayınca, bu mesele ülke gündemine girmeye başlamıştı ancak ilk defa bu denli etkili şekilde gündem olacaktı. 2009 yılında kara mayınlarını temizleyecek şirkete, temizlenen arazinin uzun süre kiralanması konuşuluyordu. 2011 sonbaharında ise muteber görülen ve şahsen irtibatta olduğum bir insan hakları örgütünün etkili bir yetkilisi, kara mayınlarının temizlenmesine dönük bir kampanya için çağrıda ve teklifte bulunduğuna şahit oldum. Çeşitli örgütler bu çağrıya karşılık verdiler. Mesela Af Örgütü bunlardan biriydi. İnsan hakları örgütlerinin ve STKların bu çağrıya karşılık vermesi AKP medyasında hızlıca yer buldu. Çağrıyı ve olayı duyduğumda burun bükmüştüm. Meselenin nereye değeceğine dair kafamda bir somutluk oluşmadığından pek olumlu karşılamamıştım. Sonra bir şekilde gürültüsüzce ve kamuoyu desteği sağlanmış olarak kara mayınları temizlendi. Türkiye-Suriye gerilimi iyice görünürleşince de meselenin aslında ne amaçla arzulandığı ortaya çıkmıştı. Savaş derinleştikçe Suriye sınırına doğru binlerce cihatçı akın etti. Birileri Suriye savaşını kolaylaştırmak için bir şekilde ihtiyaç duyduğu kamuoyunu desteğini, sivil ve muteber gördüğü kurumlar üzerinden sağlamıştı. Dünyayı okuma ve anlama biçimleriyle çok uyuşmasam da mayınları temizlenmiş sınırdan, kendilerince samimi arzularla bölgeye akın eden ve orada canlarını veren binlerce insan geçti. Bir ülke yok oldu, insanlar öldü. Bazıları Suriye şehirlerini yağmalarken ve silah ticaretinden zenginleşirken, bazıları ise ölmeye koştular. Suriye’nin şerefli insanları da derin bir sefalete sürüklemişti. Bu sahnede, bazıları piyon, bazıları manivela, bazıları da sintinaydı. Çukurun dibini görmeden meseleyi anlamak mümkün olmadı.
Benzer bir durumu çöküntü alanı ilan edilen ve bir şekilde sermayenin göz koyduğu ve mutenalaştırılmak istenen alanlarda da görüyoruz. Hayata tutunmak için elinden geleni yapan, ekseriyetle kaçak çalışan, kötü koşullar içinde yüksek kiralara oturmak zorunda kalan mültecilerin, yoksulların ve yerli göçmenlerin yaşadığı semtler her açıdan sermayeye feda edilebilir alanlar olarak görülürler. Önce insanların fakirleştirilmeleri ve kötü koşullarda yaşamaları arzulanır. Çöküntü alanı olarak tarif edilen ama daha çok birer tutunma alanları olan yerler emlak rantının yükseldiği zamanlarda temizlenmesi için kampanyaların başladığı ve bir şekilde devlet desteğiyle -riskli alan ilan etmek gibi uygulamalarla- çökülen yerler olurlar. Orada yaşayanların başlarına gelecek olanlar çökenlerin umurunda değildir. Emlak rantının yüksek olmadığı zamanlarda ise ucuz iş gücü tedariki sağlanan yerler olarak kalmaları istenir. Sırtladıkları ekonomik yüke rağmen toplum nezdinde kirli ve uzak durulması gerekenler olarak görülmeleri için de kirli propaganda mekanizması itinayla işletilir. Sermaye sınıfı sürekli tetiktedir. Sulukule’nin başına gelen tam olarak böyleydi. Her şey gözümüzün önünde oldu. Eğer inşaat sektörünün kar oranları düşmeseydi Tarlabaşı için de aynı şeyler düşünülüyordu. Şimdilerde kendi ifadeleriyle çöküntü alanları olarak kalmaları yeğleniyor.
Maalesef emek siyaseti de bölük pörçük karakteriyle benzer bir kaderi paylaşıyor. Siyasetin etkili kurucuları, emekçilerin haklarını gerçekten gözetmektense kullanışlı bir söylem aparatı olarak görüyorlar. İşlerine geldiğinde emek dostu geçinirlerken sermayenin çıkarlarını her zaman en önce gözetmeye devam ediyorlar.
Feda edilen, horlanan ve sömürülenler için başka gerilimler üzerinden örnekler pekâlâ sayabilir ancak anlatmak istediğimi az çok gösterdiğimi sanıyorum.
***
Siyasal alan küçük entrikalardan ve hesaplardan çok büyük aktörlerin fitnesi nedeniyle tetikte olmayı gerektiren bir yer. Türkiye özelinde de fraksiyonlardan farklı olarak siyaseti kuran çıkar grupları ve iş tutuş biçimleri hala varlığını devam ettiriyor. Bir takım haklı ve anlaşılır nedenlerle kendi siyasasının teşekkül ettirmeye çalışan yapılar ise bu fırtınalı alanda ayakta kalamıyor. Ya ortaya çıkış nedenleri tedavülden kalkıyor ya da rüzgârdan etkilenip kuruyorlar.
Türkiye özelinde hala etkili oyun kurabilen bir AKP siyasetinden söz edebiliriz. Bütün manipülasyon ve yönlendirme faaliyetlerine hız kesmeden devam ediyorlar. STKlar üzerinden meşru zeminlerin enerjilerini kendi siyasetlerine tahvil etme kabiliyeti gösterebiliyorlar. Ya da paramiliter unsurları devreye sokmaktan ve iktidar olmanın sağladığı tüm kiri imkânları kullanmaktan çekinmiyorlar. Bununla birlikte her ne kadar dağılmış olsalar da siyasi hesapları için müdahalelere devam eden Gülencileri birçok zeminde görebiliyoruz. Günden güne derinleşen anti-demokratik ortamda müspet cümleler kurarak arzı endam etmeye devam ediyorlar. Büyük ülkelerin de kendi ülke çıkarları için bir takım siyasetleri öne çıkardıklarını bilmesek de hissedebiliyoruz. İran, ABD gibi ülkelerin de doğal olarak bazı hesapları var. Sermaye sınıfının emekçi sınıflar üzerindeki hesapları da hız kesmeden devam ediyor. Bu saydığım ve siyasetin ana gündemini belirleyen “esas” klikler prensip düzeyindeki çokça tutumu yer yer güçlendirerek, yer yer destekleyerek, yer yer de manipüle ederek iş tutmaya devam ediyorlar.
Soru bence tam olarak şu, sintinaya atılmadan, piyonlaşmadan, kimsenin ekmeğine yağ sürmeden, ahlakçı ve prensipli bir tutumu kuşanarak büyük ve rüzgâr yaratma kabiliyeti olan aktörlerle boy ölçüşebilir miyiz? Her şeyi düzgün yapmış olmak yetmiyorsa, sorun buralarda bir yerde olmasın? Özellikle emekçi sınıfların çıkarlarını ve haysiyetini gözeten bir büyük siyasete bugünlerde çok ihtiyaç var. Emek siyasetini gözetenler bu denli parçalıyken ve emekçiler bu denli parçalı karşı çıkışlar sergilemeye devam ederken siyasetin merkezini gözeten bir politik hat neden olmasın?