Sınıfı Gölgeleyen Nedir?
Arkadaşımız Süha Tarık, Kürt halkının Cumhuriyet’in ideolojik çerçevesi üzerindeki etkisini inceliyor ve bir reçete çıkartıyor. İlginize sunuyoruz…
Türkiye’de hepimizin alışageldiği ve hatta kanıksadığı bir “kültür” durumu mevcut. Sosyal medyada gündem olan olaylardan tutun, haber bültenlerine kadar sürekli gözümüze sokulan bir durum. Herhangi bir “tabuya”/ donuk ve siyasileştirilmiş bir imgeye yapılan övgü veya saygısızlık tüm haber kanallarını ve sosyal medyayı çepeçevre sarmakta. İnsanların yüreklerini okşamakta veyahut da yas tutmalarına sebep olmaktadır.
Kültür durumu diyorum, çünkü Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yedeklenen ve yeniden üretilen bir kavram seti bu. Öyle ki irtica – ilericilik geriliminden tutalım, sol-sağ çatışmasına kadar tartışma sürekli ama sürekli sembol fetişizmi üzerinden hareket etmektedir. Bu kültür durumunun üç temel kavramı mevcuttur. İlericilik, mukaddesat ve Kürt halkı. Bu üç kavrama karşı verilen herhangi bir tepki, kişi ve grupların ne yönde konumlanacağını, kimler tarafından dinlenip kimler tarafından göz ardı edileceğini ve dahi kimler tarafından ötekileştirileceğini belirler.
Öyle ki Cumhuriyet tarihi bu üç kavramın tarihidir. İlericilik ve Mukaddesat çatışır iken, Kürt halkı görmezden gelinir. Hayatın içinde kültürel olarak varlığını sürdüren ve bu kavramları sürekli kendi içinde yeniden üreten halkın bu kavramlar üzerinde konuşma hakkı ise elinden alınmıştır. Politikacılar, el ele bir şekilde, bu kavramları ve bu kavramların türevlerini birbirlerine savururlar. Kürt halkı ise özneleri tarafından ne kadar konuşulur ise konuşulsun görünmez kılınmak için tüm medya araçları ile baskılanmaktadır. Her ne zaman yukarıda zikrettiğimiz “İlericilik ve Mukaddesat” kavram setleri sıkıştıkça, siyaset üretemedikçe veya eskidikçe Kürt halkının var oluşu öne çıkarılır ve Kürt siyaseti bu öne çıkarma ile birlikte ya alanını genişletir ya da güç kaybeder. İkisi arasındaki çatışma “Kürt halkı” üzerinden yeniden sağlanır. Nitekim “Mukaddesatın” parlamenter öncü partisi ile “İlericiliğin” parlamenter öncü partisi birbiri ile çatışma hususunda zemin bulamayınca, Kürt halkı konuşulur hale gelir.
Bu üç kavramın ikisi aslında seküler kültür kampı ile muhafazakar kültür kampının hayatta kalma sebebidir. Necip Fazıl’ın “”Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” dizeleri bu kültür kamplarının özeti gibidir. Hegemonya/Evren asla değişmez, iyiler ve kötüler, kirliler ve temizler, batıcılar ve doğucular… Ve hepsinin uzağında bile bile bırakılmış bir Kürt halkı. Türkiye’yi şekillendiren hegemonya budur. Bir mahalleye dahil olmak veya bir mahalleden dışlanmak dahi bir siyasi hareket için ölüm-kalım savaşına döner. Önemli olan “ilerici” veya “mukaddesat” kavramlarının türevlerinden birini göğsünde taşımaktır. Bir manada herhangi bir grubun gözünde makbul olmanın yolu bu kavram setini akıp giden hayattan soyutlayarak bir fetişizme dönüştürmektir. İlericilik kavramının binlerce tefsiri yapılır; Mukaddesat cari olan siyasal düşünceye göre yorumlanır ancak kalan, alanını genişleten yine aynı kavramsal, aynı ekonomik zemine dayalı çerçevedir.
İşte bu sıkışmışlığa bir çok ad vermek mümkündür. Bu kavram setlerinin oluşturulması, “İlericilik” kavramını pusula olarak kullanması, Mukaddesat kavramını Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması marifetiyle yeni yönetimin arka bahçesi ilan etmesiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. Aynı şekilde “Kürt halkının” sessiz kılınması ve konuşulamaz haline getirilmesi yine bu dönemlere tarihlenebilir. Bu sebeple bir yanıyla bu kavrama “Kemalist Hegemonya” demek mümkün olmakla birlikte, kurulduğu zaman bakımından da “Cumhuriyet paradigması” adı verilebilir. Kemalist hegemonya dediğimiz kavram, yukarıdaki üç kavram bulunmaksızın kendini var edemez. Bu üç kavram birbiri ile ilişki kurduğu, çarpıştığı müddetçe Kemalist hegemonya ayakta kalabilir. Bu hegemonya, mezkur soyutlanmış kavram setleri ile kendi kendini var ettiği sürece, fetişizmin boyutu artmaktadır. İdealist bir biçimde bir özü olduğu iddia edilen ancak her geçen yıl yeniden yorumlanarak birer “ilke” haline getirilen bu kavram setleri anlamsızlaşarak, bir başka deyişle bu kavramların sürdürücüsü olan halktan bağımsız hale getirilerek, birer fetiş haline gelir.
Somutlaştırmak gerekir ise, Milli Mücadele döneminde yabancı sermayeye bakış “iktisadi kurtuluş” çerçevesinde yabancı sermayenin Türkiye topraklarındaki etkisinin azaltılması üzerinedir. Ancak burada görmemiz gereken nokta şudur ki Cumhuriyet sermayesi yabancı sermayeye savaş şartlarından sebep oldukça fazla muhtaç durumdadır. İzmir İktisat Kongresinde, milli iktisat terimi kabul görmekle beraber, cari koşullarda Cumhuriyet’in bu gününe değin yabancı sermaye olmaksızın iktisadi sistem kalkınamamaktadır. Bu yolda ilk adım, 1920 yılında savaş zamanında öncelikle yabancı sermayenin yüzde 70 oranında sahibi olduğu Osmanlı bankası şubelerinin Ankara hükümeti ve İşgalci kuvvetlerin yaptığı anlaşma ile tamamen koruma altına alınmasıdır. [1]
İkinci olarak, İzmir İktisat Kongresi kararları her ne kadar kağıt üzerinde milli sermaye merkezinde olmakla birlikte, nesnel koşullar altında yabancı sermaye ile devlet ittifakını apaçık bir biçimde Cumhuriyet tarihinin ilk grevlerinde görmemiz mümkündür. Bir manada Yeni cumhuriyet, “milli iktisadı” söylemsel açıdan başta tutar iken, emperyal yabancı sermaye fiili bir şekilde kendini genişletmiştir. Söylemde ilk Kürt İsyanlarından Şeyh Said İsyanı “emperyal” odakların bir oyunu olarak sunulur iken, aynı zamanda İngiliz şirketler Türkiye toprakları üzerinde faaliyetlerine devam etmektedir. Aynı şekilde. Şnurov’un ifadesiyle yeni cumhuriyet her ne kadar söylemde emperyalizme karşı olsa da, grev ve ayaklanmalarda sürekli bir şekilde yabancı şirketlerin yanında durmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sosyal alandaki çelişki, ilerici-gerici (mukaddesat) üzerine kurulmuştur. Nitekim o vakitlerde taşra ve Kürdistan bölgesi “geriyi” temsil ederken; Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerin kimi semtleri ileriyi temsil ediyordu. Nitekim bu durum, Demokrat Parti ile beraber yeni bir safhaya geçmiş, devletin yönetimi asker-bürokrat kökenli bir yönetimden yarı burjuva-yarı toprak ağası bir yönetimin eline geçmiştir. Buradan itibaren asker-bürokrat bir yönetimdense, yarı burjuva-yarı toprak ağası klik hem anadoluda genişlemesi ile hem de serbest ticareti öncelemesi ile öne çıkmış, sürekli seçimleri kazanmıştır. Yarı burjuva-yarı toprak ağası yönetim kendi kimliğini de dönüştürerek “mukaddesat” kavramını yaratmış, bu kültürel hegemonya denemesi sonucunda askeri darbeler gerçekleşmiştir. Ancak 80 darbesinden sonra, köyden kente göçün ve “mukadddesat” kavramına sahip taşralı tüccarın büyümesi ve Erbakan’ın partisininin altında örgütlenmesi ile beraber yeni bir “mukaddesat” kliği ortaya çıkmıştır. Bu klik, darbe döneminde kendini Özal’ın arkasında hizalamıştır.
İlericilik ve Mukaddesat çatışması Özal’ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde kıyasıya ilerler. Özal hem bir Nakşibendi olarak Mukaddesat’ı temsil ederken, bir yandan da, gazetelerde alkol kullanır iken boy boy fotoğraflarına özellikle yer verilir. Bu iki realitenin zaman içerisinde iç içe girdiği dönem ise, tarihsel açıdan 80 darbesi sonrası dönem, solun tasfiye edilmesinden sonradır. Bu iç içe girmeyi tanımlayan en önemli gelişme, Mukaddesat değerine sahip olan sermayedarların yabancı sermaye ile ilişki kurma imtiyazına sahip olan kurucu “cumhuriyet” sermayesinin yanına; Özal’ın etkisi ve köyden kente göçün tesiri ve Anadolu’dan gelen “mukaddesatçı” sermayenin de siyasal alanda nüfuzunu arttırması faktörleri ile beraber mezkûr “yabancı sermaye ile ilişki kurma” imtiyazına sahip oluşudur. Bunun sonucunda 90’lı yılların rekabeti neticesinde Müsiad, muhafazakar sermayenin; Tüsiad, Cumhuriyet ideolojisine sahip sermayenin ekonomik tezahürleri olmuşlardır. Siyasetin arka bahçesi haline getirdiği muhafazakar kamp, zaman içinde genişlemiş ve siyasi alandaki ilerici-mukaddesatçı ayrımı ekonomik zemine de dökülmüştür.
Bir başka yanıyla, Ortadoğu’da “gerçek” gelişmelerin Türkiye’ye kendini dayatması ve Irak’ta Kürt Özerk Yönetimi’nin kurulması ile birlikte bu kültürel zemin değişmiştir. Nitekim bugüne benzer şekilde, 90-93 arası Türkiye’de ekonomik kriz hakimdir. 93 yılındaki enflasyon ve döviz krizi neticesinde en üst noktasına ulaşan bu kriz, Kürt meselesinin iyiden iyiye gündem edildiği 90-92 arasında da kendini hissettirmektedir. Bir manada bu dönemdeki Kürt meselesi ekonomik kriz ve dış baskı unsurlarının birleşmesi ile kendini dayatmayı başarmıştır. Kürt realitesi devlet tarafından tanınmış, Kürtçe yasağı gerilemiştir. Ancak sürecin bozulması ile birlikte, “mukaddesat ve ilericilik” kavramları, Kürt siyasetini yeniden sessiz kılarak, kendini yenilemiş ve 28 Şubat’a zemin hazırlamıştır.
Aynı şekilde, bugünkü süreç de yukarıdaki durumun bir tekerrürü gibidir. Suriye’deki Kürt realitesi ve bölgedeki yeni dizayn, aynı zamanda revaçta olan ve bir patlama anına daha şahit olmadığımız bir ekonomik vaziyet bugün çözüm sürecine zemin açmış durumdadır. İlericilik ve Mukaddesat kavram setleri, ekonomik krizin derinleşmesi ile birlikte tıkanmış ve ilerici muhalefet ile mukaddesatçı iktidar yenişemez duruma gelmiştir. Üstelik Suriye’deki nesnel durum Kürt siyasetine alan açmıştır. Kürt realitesi kendi siyaseti uyarınca alanını genişletmeye devam etmektedir. Nitekim böylelikle Kürt siyaseti ülkede cari olan “ilerici – mukaddesatçı” kültürel kampını kırmakta, çatlatmaktadır.
Her ne kadar, ilericilik ve mukaddesat sosyal alanda çatışıyor gibi görünse de, aslında sermaye kendi içinde bir ittifak halindedir. Örneğin Türkiye’nin en ünlü şirketlerinden ve İsrail’in elektrik tedarikçilerinden Zorlu her iki kurumda da etkindir. Aynı şekilde Müsiad, Gazze’ye destek mitingleri düzenlemektedir. Bunun yanında, Cumhuriyet ideolojisinin bugünkü temsili olan CHP, belediyelerinde halen “mukaddesatçı” kampa ait şirketlere ihaleler vermektedir. [2] Örnekler çoğaltılabilir, ancak açık olan sermayenin sosyal alanda yaratılan illüzyon ve Marksist manada “ideolojiden” uzak bir şekilde, kendi içinde müttefik olduğudur. Nitekim bu illüzyon sermayenin işgal ettiği emeğimizden, işimizden geriye kalan boş vakitlerimizi de ele geçirmektedir. Kemalist hegemonya diye tariflediğimiz nokta da budur. Bu açıdan Kemalizm dediğimiz ideoloji, ekonomik alana kendisini bir üretim tarzı olarak göstermez, bir bölüşüm tarzı olarak var olur. Bir başka ifadeyle, Kemalizm; sosyal alanda karşıt olan kuvvetlerin ekonomik alanda ittifak halinde çalışarak, iktidara gelen ilerici veya mukaddesatçı partinin sınıf ve emek kavramlarından azade bir şekilde, ileri veya mukaddesat kavramları ile Türkiye halklarını yönetmesinin adıdır. Bundan ötürü de, Kemalizm ekonomik vechede kendisini Cumhuriyet hegemonyasının ayakta kalabilmesi adına, ekonomik klikler arasında karın bölüşülmesi olarak gösterir.
Böylelikle, boş vakte ve tartışmaya vakit ayırabilen, vakit ayırma imtiyazına sahip orta/üst sınıf bu kavramlar sahasını şekillendirir. kimi tarihsel süreç ve dönemlerin toplumsal eserleri olan bu kavramlar, toplumdan alınarak siyaset yapıcılar tarafından yeniden üretilir. Kimisi çıkar konser yasaklatır, ötekisi çıkar “gerici” göçmenleri düşmanlaştırır. Önemli olan Kültür Kampına göre oynamaktır.
Üç Kavram ve Üç Dolaylanma Biçimi
Yazımızın başında saydığımız kavramların içinde “emek veya sınıf” gibi maddi ilişkilere dair kavramlar bulunmamakta. Hatta bu kavramlar, Türkiye solu tarafından “ilericilik” kavramı altında algılanmakta. Sınıf veya emek kavramları Cumhuriyet tarihinin defalarca tanımı ile oynanmış ve idealleşmiş “ilericilik” kavramı altında alımlanarak bulanıklaşmaktadır. Burada, yeni cumhuriyeti bir aşama olarak gören Türkiye solu, “ilericilik” kavramını kimliksel hale getirmiştir. Her ne kadar Marks’ın “moderniteyi” içererek aştığı iddia edilse de, pratikte bir içererek aşma çabası değil, bilakis bu kavramı içselleştirme halı gözlemlenmektedir. Nitekim Türkiye solundaki herhangi bir hareketlilik, günün sonunda, ilericilik kavramının başat partisi olan CHP’ye oy olarak dönmektedir. Böylelikle içererek aşmak pratiği söylemde kalmaktadır. Bu pratiğin tarihsel kökenleri de mevcuttur.
Tarihte, ilericilik ve mukaddesat kavramının bir arada kullanıldığı ve birbirinin karşı cephelerine oturtulduğu Cumhuriyet’in erken dönemlerine dair metinlere rastlamak mümkündür. Nitekim TKP genel sekreteri Şefik Hüsnü’nün şu ibareleri oldukça ilgi çekicidir;
“Ankara hükûmeti bu ülkelerde siyasi polisin gizli bir kolunu hazır bulundurmaktadır. Kemalistlerin ajanları vasıtasıyla anında haberi olmadan ve gerici teşkilatlarla bir takım entrikalara girişmekten anında suçlanmadan tek bir Türk siyaset adamı bu ülkelerde kalamaz. Bu duruma daha da dikkatimizi gerektiren şey, bir süredir Kemalist yetkililerin ve Halk Partisi’nin komünistlerin kitleler gözündeki itibarını düşürmek için komünistleri gericiliğin oyununa gelmek ve gericiliğin müttefiki olarak davranmak ile suçlama taktiğini benimsemiş olmalarıdır.” [3]
Ekonomik ve sosyal açıdan mukaddesat kavram setinin yaşadığı değişimler sonucunda ise, mukaddesatçı “öncülerin” tezleri geliştirilmez, mevcut “mukaddesat” hegemonyası içinde tefsir edilir. Örnegin bugün Cumhuriyetin ilk yıllarından bu günlere tevarüs etmiş olan “yerli malı” kavramı, mukaddesat çerçevesinde yeniden yorumlanarak “milli” ifadesi ile pekiştirilmiştir. Böylelikle muhalefet kendini biteviye vir şekilde “milli” oluşunu kanıtlamak zorunda kalmıştır. Mukaddesat yine aynı Cumhuriyet hegemonyası içinde kendini dönüştürmüş, kemalizme yeni tefsirler getirmiştir. Mukaddesat kavram seti içinde ise emek veya sınıf, oldukça silik birer olgudur. Siliktir çünkü “hak” gibi, “Türk” gibi tamamıyla idealleşmiş kavramların da altında kalmıştır. Siliktir, çünkü emek ve sınıf olguları görünmez kılınarak, müslüman veya Türk kimliği altına sıkışır. Öyle ki “Mukaddesat” herkesin sahip olduğu ancak herkesin eşit derecede sahiplenemeyeceği bir kavramdır. Mukaddesat kavramına herkes katkı sunabilir, ancak imam/önder ve altında tabiler şeklinde. Bu roller ise hem dinin içinden ibadetlerle hem de günümüzün ritüelleri ile yaratır. Şeyhlik, imamlık veya vaizlik kurumsallaşmıştır. Her ne kadar namaz gibi ibadetlerde, belli şartları sağlayan herkes imam olabilmekte ancak bu kurum “devlet başkanlığı sıfatı haricinde” kurumsallaşmamıştır. Anlık olarak bir grup müslüman, kendi arasından namazı kıldıracak imamı, verilen kıstaslara göre kendi arasından seçer. Siyasi alanda ise, miting bir ritüel haline gelir. Önder, sahnede konuşur iken tabi olanlar ne olursa olsun dinler onu.
Öte yandan, Kürt halkı, kendi varlığının özneleri tarafından sahiplenilmiş olması sebebiyle, daha gerçek bir biçimde ve “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” çerçevesinde emek ve sınıf gibi kavramları kapsar bir halde ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, nesnel olması hasebiyle, bir tıkanma anında Kemalizmin hegemonyasını delebilecek güç siyasetine, siyasi bir ajandaya sahip geniş kitlelere, sahiptir. Son dönemde, yeni çözüm süreci tartışmaları kapsamında, yapılan toplumun hareketli kesimlerine yapılan sistematik saldırı bunun en açık göstergesidir. Ancak sınıf kavramı bu noktada da aktif bir şekilde dolaylı hale gelir. Sınıf ve Kürt halkının var oluşu iç içe tezahür eder. Çünkü, aynı dili konuşan ve aynı bölgede yaşayan bir kitle yıllar boyunca emek sömürüsüne, tehcire ve sistematik baskıya maruz kalmıştır. Hal böyle iken, en hafif tabiriyle tümden ucuz-işçileştirilen Kürt halkı, siyasetini de iki kanatlı bir şekilde, yani hem kültürel birliktelik zemininde hem de emek siyaseti zemininde yeni bir “bölgesel yönetim” modeli üreterek yapmıştır.
Peki Bu Hikayeyi Ters Çevirmek Mümkün müdür?
Nitekim sınıf veya emek kavramlarının dolaylı olarak algılanacak kavramlar haline gelmesi, gündelik hayatın neredeyse tümünü kaplayan gerçek kavramların pozitif veya negatif bir şekilde Kemalizmin Hegemonyasına yedeklenmesi anlamına gelir. Halbuki bu kavramlar, herkesin maruz kaldığı ve deneyimlediği kavramlardır. Yazılarımızda temsil siyaseti şeklinde kavramsal hale getirdiğimiz durum ise budur. Daha açık ifade etmek gerekirse temsil siyaseti, sınıf ve emek olgusunun ikinci plana itilerek, belli kişi veya kavramlar; sol, ilericilik, hak ve lider gibi, kavramlar altına yedeklenmesi durumudur. Sınıfın parti flamaları altında toplanmasını propaganda etmek yerine sınıfın bedenen bir araya gelmesi ve kendi temsilini yaratması esas ve gerçek olandır.
Sınıf siyaseti bağımsız hale geldikçe, Cumhuriyet mekanizması sınıfı belli bir kampın arkasına yedeklenmeye zorlar. DevYol – CHP ilişkisinden tutalım, 2024 1 Mayıs’ında DİSK’in CHP ile ilişkisine kadar sınıf, kültür kampı haritasında bir yere yerleşmek durumunda kalmıştır. Sınıf, sürekli dolaylı bir olgu, Marks’ın deyimiyle bir “ideolojinin” içindeki bir kategori haline gelir.
Sınıf kavramının “dolayımlanması” sınıf algısını da şekllendirir ve kültürel bir zemine hapseder. Örneğin kendi çıkarını işçi sınıfının çıkarı ile bir gören devrimciler, kendilerini bir anda “ilerici-seküler” çatışmasında, ilerici tarafı savunurken bulur. Bir manada sınıf kavramı “ilericilik” kültür kampı tarafından içerilmesinden sebep, nesnel bir olgudan “ideolojik” bir kategoriye savrulur. Bu durum ise, işçi sınıfının neden AKP’ye, YRP’ye ve MHP’ye oy verdiğini açıklamaktadır. Kültürel hale getirilen sınıf kavramı olgusallığını kaybetmiştir, gerçekliği gölgelenmiştir çünkü. Sınıf kavramını nesnel bir şekilde kültür kampını kıracak bir hale getirmediğimiz sürece de bu durum devam edecektir. Aynı şekilde bu dolayımlanma, yukarıda bahsettiğimiz bölüşüm tarzının görünmez kılınması manasına gelir. Bugün kemalizmin hegemonyası hem emeğimize hem de boş vakitlerimize göz dikmiş böylelikle de kimliklerimizi ve var oluşumuzu kendi çıkarına göre dizayn etme gücüne kavuşmuştur.
Kürt siyasi hareketi ise kendine bir alan inşa etmeyi başarmış, kendi unsurları arasında birlik sağlayarak, hem ulusal hem de sınıfsal manada bir hareket üretmiştir. Her ne kadar, ilericilik ve mukaddesat kavramlarına kaçınılmaz olarak yakınlaşıp uzaklaşsa da, Kürt siyasi hareketi bu kavram sahalarına hizmet etmeksizin bu ikilemi bölen bir yerde durmaktadır.
Peki Nasıl Bir Karşı Çıkış?
Yukarıda belirttiğimiz noktalara bakarak, ilk olarak katılım sağlamamız gereken kanat, Kemalizmin sosyal alandaki hegemonyasını kırmaya kadir olan, Kürt halkına destek olmak, bu topraklarda barışın egemen olmasını sağlamaya çalışmaktır. Çünkü Kürt halkı, günümüzde, yukarıda incelediğimiz paradigmaya bu günlerde kırmaya taliptir.
İkinci olarak, bu topraklarda emperyalizm de, emek sömürüsü de aynı şirket grupları ve ittifakı oldukları siyasi partiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Önemli olan, elimizde az buçuk kalmış olan “boş vakit” imtiyazını şu anki hegemonyanın elinden çekip, enerjimizi ve hareketlerimizi örgütlü bir biçimde sermayeye göstermektir. Nitekim burada bir kanıtlama yarışına girmeyeceğimizi biliyoruz. 7 Ekim destanının da kanıtladığı gibi, İsrail dünya çapındaki ekonomik ağları ile katliamlarını sürdürmektedir. Ukrayna- Rusya arasındaki savaş silah tüccarları sayesinde devam etmektedir. Bizlerin yapması gereken, sadece açıklamalarda sarf edilen “siyasi” çıkışlara değer vermek değil, nesnel bir şekilde katliam ve savaşları besleyen, her gün emeğimizi sömüren sermaye ittifakına karşı durmaktır.
Sosyal alanda inşa edilmiş ve Cumhuriyet hegemonyasının kendini üzerine inşa ettiği “ilericilik-mukaddesat- ikilemini kırmanın yolu, her iki kanatta da bulunmaktır. Nasıl ki Amerikan filosuna karşı mücadeleciler “Atatürk” posterleri ile çıktı ise bugün de farklı temsiller ile, o eylemler ile aynı yöne doğru ilerlemek gerekmektedir. Cumhuriyet hegemonyasının halkı halktan temyiz etme, seçme/ötekileştirme politikasına karşı, şirketlerin ve iktidarların karşısına, onların kendilerine rıza ürettiği taban ve kavramları dönüştürerek çıkmak elzemdir. Nitekim bu sosyal alanda inşa edilen ikilemi ancak böyle kırabiliriz. Bir başka deyişle, bu dönemin iktidarı kendini mukaddesat üzerine inşa etmekte ise, bizlerin de görevi mukaddesat kavram setine karşı olmak değil, bu kavram setini dönüştürerek iktidarın kendini meşru kıldığı zemini, iktidarın altından çekmektir. Ancak bu yolla emek ve sınıf kavramları bir dolayımlanma halinden çıkıp gerçek bir duruma dönüşebilir.
[1] Kılınçkaya, M. Derviş. “1920 Yılının Yazında Egemenlik Ve Malî Kaynakların Denetimi”. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 21, sy. 61 (Mart 2020): 305-21.
[2] https://www.diken.com.tr/ibbnin-metro-ihalesi-besli-ceteden-kalyona-gitti/
[3] Akbulut, Erden (7 Ocak 2010). Dr. Şefik Hüsnü Deymer. TÜSTAV. ISBN 978-975-8683-85-7.